Ekonomi

Post-Korona Ekonomisi : Simit! Doughnut Economics

LinkedIn
No alt text provided for this image

SİMİT EKONOMİSİ, Kate Raworth ilginizi rica ediyorum.

Ağustos ayında birkaç gazetede Amsterdam’ın “Donut Ekonomisi” modeline geçtiğini okudum.  Amsterdam Belediyesi tarafından resmi olarak model kabul edilmiş. Atık maddelere uygulanacak döngüsel ekonomi pratikleri ile 2050 yılına kadar döngüsel kent olma hedefi belirlenmiş. Simit modelini kent ölçeğinde geliştirmesi için akademisyen Kate Raworth görevlendirilmiş.

Pandeminin ortasında bu donut ekonomisi nereden çıktı” dedim. Tabi merak ettim, biraz araştırdım. Amsterdam Belediyesi başkan yardımcısı Marieke van Doorninck Guardian gazetesi ile röportajında şunları şöylemiş: “Krizin etkilerini aşmamıza yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Bundan bahsetmemiz garip gelebilir, ancak bir hükümet olarak buna mecburuz… Model, basit yöntemlere geri dönülmemesinde bize yardımcı olacak.”

Modelin ölçeğinin küçültülerek kent düzeyine getirilme sürecini Kate Raworth şöyle açıklamış: “Hem yerel hem de küresel olarak sosyal ve ekolojik bakış açılarını kapsayan bütüncül bir yaklaşım ortaya çıktı. Kent ölçeğinde temel soruyu; tüm insanların refahını ve gezegenin sağlığını gözetirken kentin gelişen bir yerde artan insanlara bir yuva olabileceği sorusu olarak tanımlıyor.”

Merakım arttı okumaya devam ettim..Van Doorninck, donut ekonomisinin sosyal ve çevresel sorunları birlikte ele almayı gerektirdiğini Amsterdam’ın konut krizinden örnek vererek açıklamış: “Kentte yaşayanların yaklaşık % 20’si kiralarını ödedikten sonra temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Sosyal konut için yapılan yaklaşık 60.000 başvurunun sadece %12’si kabul edilebiliyor. İlk akla gelen çözüm yeni konut inşaatı. Ancak Amsterdam’ın simit ekonomisi kriterleri bölgenin karbon dioksit emisyonlarının 1990 yılına göre %31 arttığını ayrıca, kent dışından getirilen inşaat malzemelerinin, yiyecek ve tüketici ürünlerinin bu toplam emisyonlar içindeki payının %62 olduğunu söylüyor. Kent yönetimi, ahşap gibi mümkün olduğunca geri dönüşüme uygun ve biyolojik bazlı malzemeler kullanılmasını sağlamak için düzenleme yapmayı planlıyor. Ancak sorunun bir başka boyutu daha var: Konut spekülasyonu, Van Doorninck “evlerin çok pahalı olması, sadece inşaatların yetersiz olmasıyla ilgili değildir. Dünya çapında bir yatırım arayan sermaye çok fazla ve şu anda gayrimenkul, yatırım yapmanın en iyi yolu olarak görülüyor, bu da fiyatları artırıyor. ”(1)

Bunları okuyunca daha önce bu modeli anlatan birkaç yazı okuduğumu anımsadım. Google’ladım. Kate Raworth Oxford Üniversitesi Çevre Değişim Enstitüsü ve Cambridge Üniversitesi Sürdürülebilirlik Liderliği Enstitüsü’nde öğretim görevlisi imiş.  “Donut Ekonomisi: 21. Yüzyıl Ekonomisti Gibi Düşünmenin 7 Yolu”nin kitabını 2017’de yazmış ve çok satanlara girmiş. Bir yıl sonra Davos’un baş konuğu imiş. Gila Benmayor Hürriyet’te 2018’de Raworth’un “Ekonomistler 70 yıldan beri GSYİH’e takıldılar. Ekonomik büyüme takıntısını bırakın. Büyümeyi unutun, dünyanın giderek azalan kaynaklarını herkese nasıl eşit dağıtabiliriz ona odaklanın.Büyüme, büyüme nereye kadar. Doğada bir şey gereğinden fazla büyürse kanser olur” sözleri “beynime çakıldı” diye yazmış. Doğru, çok etkili sözler.

Gila Hanım yazısında bazılarının Kate Raworth iflah olmaz bir “ütopyacı” diye baktıklarını yazıyor. Sonra da ekliyor: “Ama öte yandan ekonomi sisteminin tıkandığı, gelir uçurumunun giderek tırmandığı, yeryüzünün giderek ısındığı, okyanusların bile can çekiştiği gerçeği var. Hepimiz için “ütopyacı” olmanın zamanı tam da şimdi.” (2)

Ne oldu da “ütopyacı” bazıları için korona sonrası alternatif ekonomi modeli oldu! Bu kez  Verda Özer’in Haziran 2020’de Milliyet.com.tr’de yazdığı yazıyı hatırladım. Şöyle diyor Verda hanım:

Korona küresel ekonomik sistemin ne kadar kırılgan ve adaletsiz olduğunu iyice ayyuka çıkardı. Ülkeler arası ve ülkelerin içindeki eşitsizliklerin ne kadar arttığını ve zengin-fakir uçurumunun ne kadar açılmış olduğunu iyice gözümüzün içine soktu”. Sonra da çözüm olarak “Donut Ekonomisi”ni öneriyor.

Bu modelin savunucusu Raworth’un “İnsanların beyinlerinin iş birliği, empati ve yardımlaşma güdüsüyle birbiriyle bağlantılı olduğu gerçeği üzerine kurulu; insanın doğaya hükmetmeye çalışan değil, ona derinden bağlı olduğunu kabul eden bir model yaratmamız gerekiyor” diye özetlediğini belirtiyor.

Sonra da “Peki, neden donut sorunusunun cevabını çok güzel veriyor: Bizim simidi andıran yuvarlak ve içi boş şeklinden dolayı aslında. Simidin çeperi, yeryüzünün sınırlarını temsil ediyor. Yani küresel ısınma, hava kirliliği, biyo çeşitliliğin kaybı vs. İç halkanın çeperi ise iyi bir yaşam için gereksinim duyduklarımız: Yemek, temiz su, konut, enerji, eğitim, sağlık hizmeti gibi şeyler. İki halka arasındakiler, dünyanın şanslıları. Simidin ortasındaki boşluk ise, işte o “Evde Kal” sloganına uyma lüksü olmayanlar.

“Ama bence donutın yuvarlak olması en önemli özelliği. Herkesin ve her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu, hepimizin aynı halkanın içinde olduğumuzu en güzel bir simit gösteriyor bana kalırsa” diye bitiriyor yazısını. (3).

Merakım daha da artınca kitabı sipariş verip, başladım tabi okumaya..Türkçe’de Can Sanat yayınları’ndan 2019 ylında yayınlanmış ve “Donut Ekonomisi”, olmuş “Simit Ekonomisi” (4).

Raworth’un tezine göre dünya ile birlikte bireylerin algılarının ve anlayışlarının değişmesine karşılık kapitalizmin atası Adam Smith ile başlayan klasik ekonomi teorisi, 1870’lerde yaşanan krizle beraber revize edilen neoklasik ekonomi teorisi ve Keynesyen teorinin bir karşımı olan ana akım teorisi küresel krizi öngörüp önleyici tedbirler almada oldukça yetersiz!

Gelen krizi öngörüp gerekli olan önlemlerin alınamamasının başlıca nedenlerinden biri karar alıcı pozisyonlardaki kişilerin kökleri 1850’lere uzanan ekonomi teorileriyle yetiştirilmiş olmaları. Bu nedenle de 21. yüzyılın getirdiği yenilikleri değişen dünya koşullarını göz önünde bulundurarak doğru bir şekilde kurgulayamıyorlar.

Raworth Keynesyen teorisinin karşılaştırma ölçüsünün GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) olduğunu, bu ölçünün de ekonominin büyüklüğünü ve/veya geliri temsil ettiğinin düşünüldüğünü söylüyor. Ama bu ölçüye büyüme maksadıyla çevreye verilen zarar dahil edilmezken; zararı gidermek için yapılan harcamalar dahil ediliyor.

Burdan yola çıkarak , insanların rasyonel bireyler olduğunu kabul eden temel varsayımların yer aldığı ana akım ekonomi teorisi yerine kimsenin altına inmemesi gereken bir toplumsal tavan ile kimsenin ötesine geçmemesi gereken küresel baskıların yarattığı ekolojik tavan arasında kalan alan için herkesin güvenli ve adil bir şekilde yaşayabileceği simit önermesini ileri sürüyor.

Önermenin temelinde Raworth, yeterli miktarda gıda, temiz su ve düzgün bir sıhhi temizlik, enerji ve temiz yemek pişirme imkanlarına erişim, eğitime ve sağlığa erişim, düzgün barınma şartları, asgari bir gelir ve düzgün bir iş ile bilgi ve toplumsal destek ağlarına erişim olacak şekilde simidin toplumsal tabanını temsil eden iç halkasında kimsenin eksik bırakılmaması gereken on iki temel ihtiyacı sıralayarak 21. yüzyılın asıl amacının artık insanların bu simidin içinde yer almasını sağlamak olduğunu belirtiyor. Raworth büyümeye değil de gelişime odaklanan bu alanın oluşturulması için bize yedi adet yol önerisi sunuyor:

İlk yol amaç değişimi. Burada amaç gayrisafi yurt içi hasılanın bir ölçüt olarak görülmesini bırakmak ve sürekli büyüyen bir ekonomi yerine gelişen ve adil olan bir gelir paylaşımını hedeflemek. Bu gelişme gerçekleşirken içinde yaşadığımız gezegeni de hesaba katmak.

İkinci yol ise büyük resmi görmek. Bu aşamada neoliberal ekonominin bizi eşitsizliğin ve finansal krizlerin içine soktuğunu görmek gerekiyor. Yeni bir ekonomik model kurgulanırken yaşadığımız gezegenin, insanlığın refahının da hesaba katması gerekiyor.

Üçüncü yol ise insan doğasının geliştirilmesi. Rasyonel ekonomik insan modeli ana akım iktisatın temel direği. Bu insan modeli karmaşık, bencil ve yalnızca kendi çıkarlarını düşünen bir yapıya sahiptir. İnsan ne kadar bencil olarak görülse de doğasında başkasının talihiyle ilgilenen özgeci bir yapıya sahiptir.

Dördüncü olarak ise sistemleri kavramak gerekir. Ekonomiyi makine olarak gören bakış açısını bırakıp, onu bir organizma olarak gören bakış açısını benimsemek gerekiyor.

Beşinci olarak bölüştürmek için tasarım yapılmalıdır. 21. Yüzyılda yapılacak en önemli şey; piyasaların sınırlandırmalarına baş kaldıracak ve ortak mirasların daha adil paylaşılmasını sağlayacak bir ekonomi tasarlamaktır.

Altıncı olarak yenilemek için yaratmak gereklidir. Önce büyü sonra temizlen felsesinin geçersizliğini kabul etmek gerekmektedir. Ekolojik tahribatlar lüks bir kaygı unsuru değildir. Bu noktada çizgisel değil dinamik bir ekonomi modeli benimsenmelidir.

Yedinci olarak büyümeye karşı kuşkucu olmak gerekir. GYSH’nın büyümesi veya sabit kalması gibi durumları temel hedef olmaktan çıkartıp, toplumsal refaha ve sürdürülebilirliğe dayanan bir ekonomik model oluşturulmalıdır.

İlk sorum şu ortaya konulan GSYH gibi göstergelerin bile yanlı oldukları ifade edilebilecekken tüm insanlık nasıl kolektif bir amaç uğruna tüm dünya için daha iyi olacak bir ekonomik anlayışta uzlaşabilir? Model olduğu gibi paylaşımcı bir alt yapıya dayanırken Marx’ın ileri sürdüğü sınıf mücadelesi kavramını nereye koyacağız? Yok mu sayacağız? Marx’a göre gelir dağılımındaki eşitsizlikler ve farklı yaşam mücadeleleri toplumun farklı kademelerindeki insanların algılarını ve dolayısıyla önceliklerini şekillendirir. Bu koşullar altında tüm insanlığın “yüce” bir amaç etrafında toplanabileceğini düşünmek fazla iyimser değil midir?. Bu kadar sözde eşitlikçi bir model önerirken Marx’ın söylemlerini unutmamak lazım değil mi?

Raworth her ne kadar aksini iddia etse ve Hindistan gibi ülkelerden örnekler vererek fikrini pekiştirme gayesinde olsa da ekolojik tavanın öneminin farkındalığı için önce bir ülkede temel toplumsal ihtiyaçların gideriliyor olması gerekir. Kate Raworth diyor ki: “İnsan doğasıyla ilgili inançlarımız bu doğayı şekillendirir.” Marx bu düşünceye de itiraz eder. Çünkü ona göre insanın içinde bulunduğu maddesel koşulların insanın gerçekliğini ve inancını belirler, acaba? Raworth’un fikirleri bana göre toplumsal gerçekleri gözönüne almıyor. İnsan potansiyel olarak özgeci olabilir ama bu özgeciliğinin günlük hayatta çeşirli sorunlarla mücadele eden insanın davranışlarını açıkladığını düşünmek zor.

Raworth insanın arazilerin, toplulukların fatihi olarak değil, bunların sade birer üyesi ve yurttaşı (emanetçi, kullanıcı) olarak görülmesi gerektiğini ifade ediyor. Rawort’un insanın doğasının yeniden kavramsallaştırmaya yönelik bu çabaları gerçekten ütopik düzeyde kalıyor. Raworth’un hesaba katmadığı sınıf farklılıkları ile bunlardan kaynaklanan farklı dünya görüşleri. Diğer taraftan Raworth’un yeni iktisat düzeni insan doğasının yalnızca nihai amacını ortaya koyuyor “nasıl?” sorusuna cevap verme konusunda yetersiz kalıyor olması düşüncelerinin yanlış olduğu anlamına gelmiyor tabii ki!

Diyor ki Raworth “Kendimizi yeryüzüyle eş, yaratıcı bir ortaklık içinde olan, onunla iç içe geçmiş bireyler olarak görmenin zamanı gelmiştir.”

Kitapta anlatıldığı üzere kaynakların aşırı tüketildiği, ekolojik sınıra ulaşıldığı, mevcut sistemin maddi zenginlik ve büyüme odaklı çalışarak birçok insani değeri dışarda bıraktığı düşüncelerini kapsayan birçok ifadeye katılmamak mümkün değil! Fakat, bunların yerini alacak sistemi belirten somut adımlar ve özellikler olmadan bunları vurgulamanın ne kadar işe yarar olduğu tartışma konusu. Amsterdam da bir proje raporu var ama henüz ortaya konulmuş bir model yok. Sanırım kervan yolda dizilecek!

Raworth kitapta ekonomik büyümenin çevre kirliliğini elbet yok edeceğine dair yaygın inancı reddederek ekolojik tahribatla ilgili şu uyarıyı yapıyor:

“Ekolojik tahribat, ülkelerin zengin olduktan sonraya erteleyebilecekleri lüks bir kaygı unsuru değildir. Büyümenin kirliliği ortadan kaldırmasını beklemek yerine baştan yenileyici olacak şekilde tasarlanmış, insan refahı için zorunlu yerel ve küresel yaşam çevrimlerini yenileyip onaracak ekonomilerin yaratılması çok daha akıllıcadır”.

Bunu yazmak kolay. Önemli olan tam olarak hangi ekonominin insan refahı için zorunlu yerel ve küresel yaşam çevrimlerini yenileyip onaracağı konusunda hem fikir olmak gerek, ama nasıl?

Kate Raworth, ülkelerin çevre konusunda farkındalık sahibi olmak için belirli bir ekonomik seviyeye ulaşması gerekmediğini ifade etmektedir. Bunu da Hindistan örneği üzerinden somutlaştırıyor ve ülkenin ekonomik açıdan ilerleme göstermesine rağmen çevresel sonuçlarda ilerleme göstermediğini belirtiyor. Hindistan’ın hareketlerinde ve çevresel durumunu oluşturan koşullarda her zaman için kendi kaderini kendisinin belirlediği varsayılmaktadır ve bu doğru değildir. Ülkenin ekonomik ve çevresel faaliyetlerinde küresel şirketlerin ve diğer ülkelerin ülkenin tarihindeki kolonileştirme çabaları, politik çıkarları unutulmamalıdır. Raworth, kapitalist ekonomik sistem içinde ulusların maddi zenginliğinin öncelikli olmadığı bir ekonomik yapı geliştirilmesi gerektiğini ve bunun olanaklı olduğunu belirtmektedir. Raworth, binasını oksijien salınımlı yapmak istemeyen bir arazi geliştiricisini şöyle eleştirmektedir:

“Çağdaş kapitalizmin tasarımları içinde doğmuş neredeyse her yerde karşımıza çıkan iş yapma zihniyetinin göstergesidir… Ana akım işletmeciler hâlâ bundan ne kadar finansal değer elde edebiliriz, diye sormaktadır. İş dünyası yalnızca bu çakışma alanının peşinde koşacak olursa yaratıcı tasarımlar potansiyelinin çok altında kalacaktır.”

Yine Marx’a bakalım. Sanayi toplumundaki teknolojik koşulların insanlık için büyük potansiyeller barındırdığını Marx da ifade etmişti. Ancak bununla birlikte üretim ilişkilerinin, yani üretim sisteminden kaynaklanan sosyal ilişkilerin bu potansiyeli gölgelediğini de eklemişti. Marx’ın sözlerinden yola çıkacak olursak bu iş yapma zihniyeti kapitalist tasarımlar içinde değil onlarla birlikte doğmuştur. Yazar, haklı şekilde ekonomik ilişkilerini farklı bir düzlemde yürüten topluluklara atıfta bulunarak antropolojiden yararlanmakta ve bu tarz ekonomik yapıların toplulukların genelinde kurulmasının mümkün olduğundan bahsetmektedir. Bu toplulukların kapitalizm için sorun teşkil ettiği ve başka bir sistem için umut verdiği kabul edilebilir. Ancak ikna olmamız için küçük topluluklardaki alternatif ekonomilerle değil, kent yaşamında yenilenebilir bir ekonominin nasıl mümkün olacağının izahı gerekmektedir. Ama Raworth bunun günümüzdeki kentlerde geçerli olmadığını kabul etmektedir:

“Dünyada henüz hiçbir haritada böyle bir kente rastlanmıyor olabilir, fakat bu tasarım ilkelerini çeşitli kıtalarda pratiğe geçirmeyi hedefleyen girişimler ve projeler vardır. Hollanda’da Park 20I20, California’da Newlight Technologies…”

Anlaşılıyor ki Kate Raworth zaten kitabında modeline en yakın kent olarak Amsterdam tarafından modeli uygulamak için siyasetçiler tarafından çağrılmış ve o da umutla gitmiş. Ama kendisi bu girişimlerin en sonunda vaatleri yerine getirip getiremeyeceğinin belirsiz olduğunu da kitabında kabulleniyor:

“Mesela Park 20I20’nin binaları geri dönüşümü mümkün malzemelerle yapılsa da gerçekten bir gün geri dönüştürülecekler mi? Sundrop Farms’ın seraları büyük oranda güneş enerjisiyle çalışır fakat bulutlu günlerde yedekte tutulan gazlı kazandan yararlanılmaktadır: Bu kazanı kullanmadan da başarılı olabilirler mi?”

Bu girişimler sürdürülebilirliğe yönelik iyi niyetle atılan adımlar olabilir veya yazarın simit ekonomisiyle iş yapma çeşitlerini sıraladığı bölümde belirttiği üzere, yeşili kullanarak itibarı artırmaya yönelik bir çaba da olabilir. Ancak küresel kapitalizmde yaygın olan klasik iktisat anlayışını “insanlığın iyiliğine olacak şekilde geliştirmek” için ne kadar önemli ilerlemeler olduğu şüphelidir.

“Bölüştürmek için tasarla” bölümünde Raworth kurumsal dünyada gücün paydaşların yani üst sınıfın elinde olduğu, işçilerin ise dışlanmış oldukları ve her an kovulabilecek birer girdi olarak görüldükleri dile getirilmektedir. Raworth’un bu sınıf ayrımını sona erdireceğini düşündüğü iki tasarım vardır: Köklü üyelik ve paydaş finansı.

“Köklü üyelik” bir işçinin bir şirketin kalıcı çalışanı olacağını garanti etmektedir. Paydaş finansı ise mülkiyet ortaklığından ziyade paydaş yatırımlarına finansmanların sabit ve adil bir getiri vaadiyle sağlanması. Çalışanların kalıcı olarak bir yerde çalışması çözümü çalışanların tümünün gönülden razı olacağı bir çözüm müdür? İşçiler veya çalışanlar hangi koşullar altında bunu kabul edecektir? Bahsedilen konular Marx’ın yaptığı gibi zorunlu emek, ücretli emek gibi kavramları derinlemesine incelemeyi gerektirir ve Raworth tezini desteklemek için Smith, Mill, Ricardo gibi klasik iktisadın fikir babalarının görüşlerine yer veriyor olsa da Marx’ın ortaya koyduğu sorunları detaylandırmayarak bu muhtemel  engelleri aşma zahmetine girmiyor. Örneğin Marx lümpen proleterya olarak nitelendirdiği bir değişimi başlatabilecek bilinçten bile yoksun olan kötü durumdaki işçi sınıfının veya artık değer üreterek kârını artırmaya çalışan endüstri sahiplerinin bu döngü içinde sıkışıp kaldığını, mevcut ekonomik altyapı toplumsal kültürü, düşünceyi, üstyapıyı belirlediği için baskın ekonomik anlayışa karşı olan argümanların doğrudan absürt görüneceğini söyler. Rawort bunlardan hiç söz etmiyor.

Aslında Raworth bahsettiği iktisat düzeni karşısındaki zorlukların farkında. Ancak yine de insanlığın son raddede yenilenebilir kaynakları kullanarak paylaşımcı bir şekilde hareket edebileceğine ve nihai amaç olarak kendisinden sonraki kuşaklara da temiz bir dünya bırakmayı isteyeceklerine inanıyor. Raworth’un yaklaşımı ister istemez Marx’ın kapitalizmin ilkelerini değiştirmeyi akla getirmeden sürekli insan ve hayvan haklarını savunanlara, gazetecilere, köşe yazarlarına karşı olan yaklaşımını akla getiriyor. Marx bildiğiniz üzere bu şekilde sistem eleştirisi yapanları burjuva sosyalizmi istediklerini söyleyerek alay etmektedir.

Niye Marx’tan örnekler verdim, açıklamakta yarar görüyorum. Zira Marx’ın görüşlerinden etkilenen toplumlar, devrimler neticesinde bu yolda ilerlerken takribi 70 yıl esen kızıl rüzgar birçok toplumsal felakete sebep oldu. Herhalde devrimcilerin arzusu bu değildi. Ama kendini dağıtan SSCB ve Glasnost muydu, bilemiyorum. Diğer yandan şu anda yaşadığımız Çin mucizesinin mimarının Komünist Parti olduğunu unutmayalım.Çin’deki otoriter tek parti sisteminin iyi bir planlama ile ve çok çalışarak, sermaye birikimini düzenleyerek yönlendirmesi kitleleri refah içinde modern yaşama kavuşturmuştur. Bu sırada meydana gelen tabiattaki kirlenmeler ise yine aynı otoriter yöntemle aşılmaya çalışılmaktadır. Mesela tüm üretimin hava kirliliği azalana kadar durdurulması gibi.

Batıda ise mesela Almanya’da hükümetler ise klasik teşvik yöntemleriyle tatminkar neticeler almaktadırlar. Yine Raworth’un örneğinde Almanya’da 2004’te hükümet yenilenebilir enerji üreten haneler ve kurumlar için bir tarife garantisi getirip elektriğin perakende fiyatının üzerinde ödeme yapma teklifinde bulundu. Bu hamle ülke genelinde rüzgar, güneş, hidroelektrik ve biyokütle enerjilerine kapsamlı ve dönüştürücü yatırımların yapılmasını sağlarken, sadece on yıllık sürede ülkenin elektriğinin %30’unun yenilenebilir enerjiden elde edilir hale geldi. Hükümet aslında teşvik olarak yenilenebilir enerji insiyatifine birim başı değer atfetmiş, nakit para ödemiş ve dönüşüm gerçekleşmişti.

Kate Raworth’un çevrenin kirlendiği, kaynakların hızla tükendiği klasik ekonomi anlayışının kendi içinde soyut, kapalı bir sistem olup insanı içine dahil etmediğine dair fikirleri aydınlatıcıdır. Ancak “Bütün insanlık ve doğa için iyi olacak herkesi doyuracak bir ekonomi anlayışı gerekmektedir” söylemi çok klişe bir söylemdir ve asıl olan bunun nasıl olabileceğinin konuşulması ve net dayanakların gösterilmesi gereklidir. Kitapta bulamadığım bu soruların yanıtını Amsterdam’da uygulanacak modelde ileride görebileceğiz umarım.

Örneğin, Raworth, “ekonominin bahçıvanları canla başla mücadele edip bitkiler büyüyüp olgunlaştıkça onların seçilmesi, bir saksıdan diğerine taşınması, aşılanması, budalanması ve ayıklanmasıyla uğraşmak zorundadır” diyerek bu şeylerin güdülmesi tamamen kendi başlarına bırakılmamaları gerektiğini ortaya koymaktadır. Bunun ekonomi üzerindeki devlet kontrolünden hangi kapsamda farklı olduğuna yönelik tatmin edici bir açıklama kitapta yok, o “şeyleri” yapacaklar kim belli değil. Yani kitabın genelinde; mevcut ekonomik düzenin yerine insana ve doğaya daha çok değer veren ekonomik anlayışın hangi somut adımlar ile geliştirilebileceğine dair belirsizlikler var. Yeni modelleri denemeden önce reçeteleri ve sonuçlarını daha iyi anlamak gerektiğini düşünüyorum. Bir de tabi Bjorn Lomborg gibi iklim değişikliğinin gerçek olduğunu ama dünyanın sonunun öyle sanıldığını gibi “hemen şimdi gelecek” gibi birşey olmadığını savunan ve bu nedenle kötü bilim ile aklımızı kirletip ve kötü ekonomi ile dünya kaynaklarını yanlış yerlere akıtararak gezegenimize aslında zarar verildiğini düşünenlere de kulak vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu konuyu da tartışmamız gerekir. Hatta belki de iklim değişikliğinin sonuçlarının sanıldığı kadar abartılı olup olmadığından başlayarak!

Ben diyorum ki: Dünyadaki sulak alanların yıllık ekonomik değeri 3,4 milyar, böcek ve polenlerin yayılmasına yönelik hizmetlerin 160 milyar ABD dolarına tekabül etmektedir. İktisatçıların “doğal sermayenin ve ekosistemlerin” parasal değerini hesaplayabildiklerini görüyoruz. Şayet hükümetler bu varlıklara paha biçer, sertifikalandırırlarsa; finansal birer araç haline gelen bu değerlerin piyasalarda tedavülü sonucunda doğanın değeri tespit edilmiş olur ve tüm dünyadaki kapitalist güdülerin peşinden koştuğu bir cazibe haline gelebilir. Malum şimdi bunun tam tersi bir uygulama, cezalandırma, vergilendirme sistemi var. Hayattan lezzet ve haz almak ek vergilerle (KDV, ÖTV gibi) cezalandırılıyor. Bu ise hükümetlere ilave vergi geliri sağladığı için tercih ediliyor. Bilakis pahası tespit edilmiş doğa değerlerinin finansal piyasalardaki tedavülü çevreciliği cazip bir yatırım haline getirecektir. Tabi şu anda suni bir piyasası olan karbon emisyon kağıtlarını kasdetmiyorum. Zira bu usul kurnazca, siz çevreyi kirletirken temiz çalışan endüstrilerin katkısından yararlanıp kağıt üzerinde ortalama bir düzeltme imkanı sağlıyor. Ama çevrenin kirletilmesini önleyecek gelişmeleri teşvik yerine, bilakis kirletici faaliyetleri mümkün kılıyor.

Biz Yıldız Holding olarak Birleşmiş Milletlerin Sürdürülebilir Kalkınma hedefleri doğrultusunda başta Ülker, Şok Marketler, Bizim Toptan, Superfresh olmak üzere birçok şirketimizde karbon salınımını azaltmak üzere faaliyetler yapıyor; yetenek yönetimi ve değer zincirinde kalite ve güvenlik odaklı yaklaşımları hayata geçiriyor, düzenli olarak raporluyoruz. Birleşmiş Milletler’in bu konudaki Küresel İşbirliği çağrılarına destek veriyoruz.  65 bin çalışanımızla çevre dostu bir şirket olma yolunda samimiyetle ilerliyoruz. Kaynaklarımızı doğru yerlere aktararak, sonuç alıcı eylemleri gerçekleştirerek ama tüm bunları israfa yol açmadan yapıyoruz. Yukarda belirttiğim gibi küresel ısınmanın yani iklim değişikliğinin gerçek olması başka bir şey, bunun kıyamete yol açacağının çığırtkanlığını yapıp bir salgın benzeri korku iklimi yaratmak başka bir şey.

Kaynakça:

(1) https://sosyalekonomi.org/amsterdam-simit-ekonomisi-modelini-uyguluyor

(2) https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/gila-benmayor/dunyayi-ben-bir-donek-ekonomistim-diyen-kate-raworth-gibi-ekonomistler-kurtaracak-40733625

(3) https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/verda-ozer/simit-ekonomisi-6237059

(4) Raworth, K.(2019). Simit Ekonomisi. Can Sanat yayınları A.Ş.

(5) https://www.nytimes.com/2020/07/16/books/review/bjorn-lomborg-false-alarm-joseph-stiglitz.html

YORUM YAZIN