Bilgelik mi Çaresizlik mi?
Bugün sizlerle benim hiç bilmediğim ve belki de ne yazık ki yeterince üzerinde düşünmediğim bir konuda aydınlatan kitapla tanıştırmak istiyorum. Dünyayı gönül gözüyle gören üniversiteden arkadaşım Mehmet Emin Demirci’nin Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden çıkan “Homeros’tan Aşık Veysel’e Tarihte ve Toplum Yaşamında Körler” adlı kitabı. (*) Post’a koyduğum başlık kitabın girişinden.
Geçmişten günümüze körlerin yaşadıklarına değinen, bunu yaparken toplumun bu grubunun tarihine ışık tutan bu eser, bana bilmediğim yeni bir dünyanın tarihini öğretirken empati yapmanın önemini bir kez daha hatırlattı. Bilgelik mi Çaresizlik mi? sorusunun cevabını öğrenmek için buyrun okumaya…
Dünya Sağlık Örgütü’nün açıkladığı rapora göre dünyada halen 39 milyon insan göremiyor. Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de bu sayı 1.039.000. Bu kadar büyük bir kitle hakkında ne kadar bilgiye sahibiz? Mehmet Emin Demirci’nin kitabını okurken anladım ki neredeyse hiç.
Her şeyden önce bir kavram karmaşasını çözeyim. Zaman içinde kör mü görme engelli mi, sağır mı duyma engelli mi birbirine karışmış. Aslında kelime anlamı olarak baktığımızda herhangi bir görme eksikliği durumunda görme engelli, tamamen görme yetisi kaybolduğu durumlarda ise kör tanımlaması karşımıza çıkıyor. Ancak ne üzücüdür ki, kör, sağır gibi kelimeler aynı zamanda aşağılama sözcükleri olarak kullanıldığı için insanlar bu kelimeleri bir dönem kaba bulur oldular, kullanmadılar, yerlerine başka sözcükler koymaya başladılar. Şimdi yeniden kör ve sağır sözcükleri eski doğru anlamlarına kavuştu.
Gözlemliyorum, günümüzde kör ve sağırlara karşı farklı bir farkındalık ve bilinçlenme, normalleşme dönemi yaşanmaya başladı. Bu sevindirici bir olay. Hatta en son düzenlediğimiz “Mutlu Et Mutlu Ol Günü”nde gün boyunca işaret dili atölyesi düzenlendi ve ders bu notla başlıyordu; sağır demekte sorun yok, olması gereken bu, sağırı başka negatif anlamlarda kullanmak sorun ve dilden arındırılmalıdır. Kör sözcüğü için de öyle¸ kör demekte hiçbir sorun yok, olması gereken onu negatif anlamlarından arındırmak ve kullanırken sorumluluk sahibi olmaktır.
Bir bilgi daha vereyim, bizde işaret dili eğitimi almak isteyen gönüllüler için kurslar düzenlenmeye başladı. Bu şahane bir şey, yukarıda sözünü ettiğim farkındalık, bir kıvılcımla kartopuna dönüşüyor.
Velhasıl bugünkü ana yazı sebebimiz olan kitaba dönecek olursam kitapta bizi neyin beklediğine dair bir önyargımız olabilir; körlerin yaşadığı zorluklardan bahseden bir şeyler okuyacağız sanabilirsiniz. Ama elimdeki kitap bundan çok daha fazlası, adeta bir grup kültür tarihi. Elbette körlerin toplumla yürüyen ilişkileri, bu ilişkilerin neden sağlıksız olduğu anlatılıyor ama asıl bize tüm dünyadan örneklerle insanlık tarihinin bir başka boyutuna dair çok önemli bir arşiv de sunuluyor. Eski Yunan’dan Cumhuriyetin ilk yıllarına tarih sahnesinde yer alan ünlü isimler, yaşanan gelişmeler, sunulan olanaklar ya da ellerinden alınanlar ortaya koyuluyor. Empati yapmak için bilmek şart değil mi? İşte bu kitabın her sayfası bana bilmediğim bir şey öğretti, en önemlisi de körlerin gözünden görmeyi…
Mesela Batı edebiyatının en eski örnekleri İlyada ve Odise destanlarının yazarı Homeros’un kör olduğunu biliyor muydunuz? Aslında Vatikan’da Musa Salonunda bulunan M.Ö. 450 yılında yapılmış büstünde gözlerinin kapalı olmasından belli olsa da hep görmek istediklerimizi gördüğümüzden olsa gerek ben yeni öğrendim. Homeros’un bir deniz yolculuğu sırasında yaşadığı hastalık sonucunda kör olduğu düşünülüyor. Zira o eşsiz tasvirleri yapmak için hayatının bir noktasında görmüş olması gerektiği kabul edilmiş ama “Belki de öyle değildi!” diyor insan diğer hikayeleri okudukça…
Eski Yunan’da körlükle ilgili çok farklı görüşler var. Hem bu dönemde gözlerini kaybeden insanların tanrılar tarafından uygunsuz davranışlar yüzünden cezalandırıldığı düşünülüyor hem de Antik Yunan ve Roma döneminde yaşamış filozoflar, şairler ve diğer sanatçıların arasında kendi kendini kör edenlere rastlanıyor. Çünkü bugün inanması zor gelse de iyi bir ozan olmak için kör olmak gerektiğine dair yaygın bir inanış var.
Hatta öyle ki modern bilimin babası olarak bilinen Demokritos’un da kendini kör ettiği biliniyor. Doğada olup bitenleri daha iyi anlayabilmek, düşüncelerine daha iyi kendini verebilmek ve daha iyi düşünebilmek için gözlerine mil çektirmiş. Dış dünyayla görsel bağlantıyı kesince gerçekten insan düşüncelere daha mı iyi odaklanıyor diye düşünüyorum istemsiz. Yani bizim bir eksiklik sandığımız bu durum aslında bilgeliğin kapılarını mı açıyor? Belli ki Demokritos da, aynı dönemde yaşayan birçok başka filozof da böyle düşünmüş.
Diğer yandan körlük, birisini kör etme, gözlere mil çekme gibi hikayeler de bize hiç uzak değil. Kitapta Köroğlu’nun bir zalim yönetici tarafından gözleri kör edilen babası için giriştiği adalet savaşı örnek verilmiş. Benimse aklıma Cüneyt Arkın’ın bir filminde yer alan meşhur Battal Gazinin kör olma sahnesi geliyor. İnsan izlerken hiç fark etmediği şeyleri yeni bir bakış açısıyla görüyor okudukça, körlüğün efsanelerde nasıl yer ettiğini ve ne anlama geldiğini anlıyor. Gerçekten de bazen anlamak için başkasının gözünden bakmak gerekiyor….
Dünyada alanında ünlü birçok isim de bundan mustarip olmuş; ünlü Arjantinli Yazar Jorge Luis Borges’in (1899-1986)1920’lerden sonra görme yetisi kalıtsal bir hastalığı nedeniyle zayıflamaya başlamış ve sonrasında tamamen kör olmuştur. Bununla beraber yazılarını çevresi üstlenmiş, yazıları daha kısa öykü ve şiirlere dönüşerek devam etmiş ve ünü dünyaya yayılmış birçok eseriyle tarihe geçmiştir.
Andre Bocelli, dünyaca ünlü tenor ailesinin müziğe ilgisini fark etmesiyle 6 yaşından itibaren piyano dersleri almış. Sonrasında Pisa Üniversitesi’nden hukuk doktorasına kadar uzanan bir tahsil yaşamı olmuş. Günümüzde hala konserler veriyor. Hatta ben de kendisini canlı dinleme şansına Luxor’da düzenlenen Stefano Ricci markasının yıl dönümünde erişmiş ve sizlerle paylaşmıştım; https://muratulker.com/y/yildonumleri-marka-oykusunu-yeniden-hatirlatir/
Stevie Wonder, Ray Charles gibi birçok isim yine müzik dünyasında ünü dünyaya taşan körler arasında.
Tabii Türk tarihinde de körlüğün yeri oldukça geniş. Aşık Veysel’den Cemil Meriç’e çok kıymetli eserler bırakmış, körlüğü asla önünde bir engel olarak görmemiş, gerçekten de bizim bilmediğimizden çaresizlik sandığımızı bilgelik olarak kullanmış birçok ismin hikayesi de var. Her biri de insana ilham veriyor desem yanlış olmaz.
Tüm bunların yanı sıra benim kitapta en çok ilgimi çeken kısım ise İstanbul’un (Bizantium) kuruluş efsanesi oldu. Efsaneye göre Byzas kendi adını taşıyan bir şehir kurmak ister ve bu şehri nereye kurması gerektiğini Zeus’un yer yüzündeki sözcüsü kabul edilen Delphi şehrindeki kahinlere danışır. Kahinlerden “körler ülkesinin karşısında kurmalısın” cevabını alır. 20 yıl boyunca bu körler ülkesini aradıktan sonra bataklık içinde, denizden gelecek tehlikelere tamamen açık bir düzlüğe gelir. Yani bugünkü Kadıköy’de, Kalkedonya adıyla bilinen bu yerde yaşayanlar vardır ve karşı yakasında Sarayburnu sırtları görünür. Saldırılara karşı daha iyi savunulabilecek o yer yerine burada kalmalarını yadırgar ve bu insanların kör olması gerektiğini, körler ülkesini bulduğunu düşünür. Ve karşıya geçerek hayalindeki ülkeyi kurar.
Buraya kadar içinde yaşadığımız şehre dair bir efsaneyi öğrenmenin keyfini çıkarıyorum. Ancak Mehmet Emin Bey bu efsaneyi bugünün Kadıköy’ü ile bir araya getiriyor. Körler yararına çalışan 4 derneğe, Körler Sokağına ve Türkiye’nin en büyük körler okuluna ev sahipliği yapan Kadıköy’ün tarihini bir de körlerin gözünden okuyor. Ne kadar etkileyici değil mi bir semti bambaşka bir tarihle yeniden tanımak?
Kitabın son bölümlerinde körlerin okuma konusuna yönelik gelişmeler ve teknolojilere yer veriyor yazar. Braille alfabesinin ortaya çıkışını, gelişimini, Braille yazısının körlerin gerçek alfabesi olması sürecini yine çok farklı olaylarla anlatıyor. Sesli kitaplar, kasetler, dijital dönüşüm ve bunların temini, üretimi noktasında yaşanan güçlükler ve körlerin bilgiyi kovalamada kullandığı diğer araçları aktarıyor. Daha sonra kitapta Türkiye’den örnekle körlere yönelik mimari düzenlemeler yer alıyor. Demirci yine kitabın sonlarında körlerle ilgili var olan olumsuz tutumlardan söz ediyor, geçmişten gelen önyargılara dayalı inançların nasıl değiştiğini ve değiştirilebileceğini çok güzel bir şekilde anlatıyor.
Bu kitabı okurken bildiğiniz insanları, yerleri, olayları adeta yeniden hiç bilmediğiniz yönleriyle keşfedeceksiniz; tarih içinde bir yolculuk gibi… Karanlıkların içinde kendileri birer yıldıza dönüşen ve her biri ışık saçan insanların hikayesi hepimiz için birer ilham kaynağı. Mehmet Emin Bey’e farklı bir açıdan insanlık tarihine bakmamı sağlayan bu eseri yazdığı için, sevgili dostum Ertan Numan Bayrak’a da “göle çalınan bir maya olması” dileğiyle bu kitabı benimle paylaştığı için teşekkür ederim.
Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez.