Kitap

WATSON: İSLAMDA KÜLTÜREL MODERNİST AKIM BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINA KADAR GELİŞİYOR SONRASINDA İSE PARÇALANIYOR

LinkedIn

BATI UYGARLIĞI DÜNYAYA HAKİM OLDU AMA …
BATININ KENDİ ARASINDAKİ HESAPLAŞMADA, İKİ DÜNYA HARBİNDE MİLYONLARCA KİŞİ ÖLDÜRÜLDÜ.
Peter Watson’ın Fikirler Tarihi Kitabına devam ediyorum. Şimdi ise amacımız Üçüncü Dünya Harbini önlemek, ama tabii tüm dünya yerel savaşlarla kavruluyor. Velhasıl Batı medeniyetinin asli unsurları sayılan okumuş, muti (uysal), yerel halklara mutluluk dağıttığını biliyoruz, örneğin Amerikan Rüyası, Avrupa Birliği Vatandaşlığı… Tabii aynı zamanda yerel milliyetçilik ve populizm demokrasinin habis urları olarak gelişiyor ve Batı uygarlığını tehdit ediyor. Ama gerek Batı Dünyasında yaşamak, gerek yaşadığı ülkeyi Batı Medeniyeti Çağdaş Seviyesine taşımak diğer tüm dünya halkları bireyleri ve devletleri için önceliklidir.
Şimdi bu günlere nasıl vardık, bakalım…

Birinci yazı: https://muratulker.com/y/tarihte-gercekten-mi-oyle-olmus-yoksa/

İkinci Yazı: https://muratulker.com/y/inanmakta-zorlaniyorum-bazilarinin-kanitlanmasi-nerdeyse-imkansiz/

Üçüncü Yazı: https://muratulker.com/y/sonra-ne-olmus-insanlar-okuyup-deneyip-ogrendikce-kendilerine-sunulmus-ilahi-hakikatleri-begenmeyip-kendilerini-begenmisler/

Watson İslamda Kültürel Modernist Akım Birinci Dünya Savaşına Kadar Gelişiyor Sonrasında İse Parçalanıyor, diyor. 17. yüzyıla kadar başlı başına bir yapı olarak “iktisat” kavramı bulunmuyor. İktisadi meseleler, ahlaki meselelerden 18. yüzyılda ayrılıyor.  Daha önce piyasanın belirleyiciliği kabul edilmiyordu. Benedikt Koehler’in İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu (1) başlıklı çalışmasında ise kapitalizm, sanıldığı gibi önce Ortaçağ’ın sonlarında İtalya şehirlerinde değil,  6. ve 7. yüzyıllarda Arabistan şehirlerinde ortaya çıktı, denmektedir. İlk Müslümanlar, bugün çok fazla anlaşılmış olmasa da ekonomik düşüncenin tarihine çığır açıcı katkılarda bulunmuşlar.

Koehler şöyle anlatıyor: “Medine’de Muhammed’in ilk eylemlerinden birisi pazar için bir alan belirlemekti. O, Medine pazarını vergiye tabi olmayan bir bölge olarak tasarlamıştı; böylece, Mekke’deki yerleşik pazar ile mali bir rekabete girmişti. Muhammed, pazar için fiziki altyapı düzenlemekle kalmamış -bu alan öyle boyutlandırıldı ki, bir deve semerinin sınırların her tarafından görülebilmesine olanak veriyordu- aynı zamanda ticaretin nasıl yapılması ile ilgili ayrıntılı hükümler vermiştir.

Örneğin, Muhammed, tüccarların kentin sınırları dışından gelen kervanlarla görüşmelerini ve onlardan mal satın almalarını yasaklamıştı. Tüm ticari işlemlerin pazar yerinde kalması konusunda ısrar ederek, yerel tüccarların haksız  piyasayı ele geçirmeye çalışmalarını engellemişti. Dahası, ihtikâr olarak bilinen -bu sayede tüccarların gıda arzını azaltarak fiyatları artırdıkları- bir tür fahiş fiyat uygulamasını yasaklamıştı.

Piyasa işleyiş kuralları açık bir şekilde uygulanmıştır. Böylece haksız muamele ile ilgili bir şikâyeti olan herhangi bir müşteri, kendi sorununu, tüccarların ağırlık ve ölçülerini kontrol eden ve gerekirse bir tüccarın ruhsatını iptal edebilen yetkili bir piyasa müfettişi, muhtesibe iletebiliyordu. Uygulamada muhtesip,  piyasa düzenlemelerinin ve tüketiciyi koruma kurumlarının bir denetçisiydi. (http://www.liberal.org.tr/sayfa/islamin-dogusu-ve-piyasa-ekonomisi-panel,646.php)

İktisadi düşünceye Müslüman alimlerin katkısını görmek için de 1263-1328 yılları arasında yaşayan  İslam alimi İbn Teymiyye’nin eserlerine bakmak lazım (2). İbn Tevmiyye  bazen fiyatlardaki düşüş ve yükselişin sebebinin bir zulümden kaynaklanmayabileceğini, bunun sebebinin bazen üretim azlığından ya da ürünün dışarıdan ithal edilmemesinden kaynaklanabileceğine; bir şeye olan rağbetin arttığı, arzulanan şeyin azaldığı durumlarda fiyatların yükseleceğine;  bunun tersi durumlarda fiyatların düşeceğine değinir. Bir şeyin azalmasının ya da çoğalmasının sebebinin insanlardan kaynaklanmayabileceğini belirtir. Bir şeye olan arzuyu kalplerde Allah’ın yarattığına işaret eder. (https://dergipark.org.tr/tr/pub/marufiktisat/issue/69612/1110261).

Yani Batı’dan ikisadın gelişmesine katkı yapan unsurları anlatıken Doğu’dan gelen katkılara da kulak tıkamamak lazım. 17. yüzyılda modern devletler Fransa, Avusturya, Prusya ve İsveç nüfus düzeyi, imalat, tarım üretkenliği ile uluslararası ticaret dengesinin birbirine etkileri arasındaki bağlantıyı anlamaya çalışıyordu. Bunun üzerine 18. yüzyılda bazı ülkelerin üniversitelerinde iktisat ve devlet yönetimi kürsüleri kuruldu ve siyasal iktisat doğdu..

Bu alanda kilit kişilerden biri Jean-Baptiste Colbert XIV Louis’in maliye bakanı iken Fransız Bilimler Akademisi kuruluyor. Akademide kredi düzenlemeleri, sözleşme yasaları, ticaret özgürlüğü ve para dolaşımı ile ilgili meseleler inceleniyor, dolaşımdaki para miktarının ölçülebileceği ve ekonomik performansla ilişkilendirilebileceği ilk kez kavranıyor. İktisadın gelişmesine katkıda bulunan ilk İngiliz “siyasal aritmetik” ibaresini ortaya koyan William Petty. İktisadın temellerini atan Thomas Hobbes’ın çizgisi doğrultusunda ekonomik uğraşı rasyonel öz-çıkarlarına göre davranan münferit bireylere dayalı bir sistem olarak öngörüyor. İkinci önemli sima olan John Graunt, “dükkan aritmetiği” olarak adlandırdığı sosyal istatistik verilerinin derlenmesine öncülük ediyor. Ölüm oranları ile ilgili istatistiklerin ortaya çıkması, hayat sigortası işinin ilgisini çekiyor.

Kıta Avrupası’nda iktisadi, toplumsal, tıbbi ve hukuki konular topluca “kamu maliyesi” olarak anılıyor. Britanya’da ise toplumun “ticari” nitelik kazandığı ve ticari toplumun insanlığın ilerlemesinde son aşama sayıldığı öngörülüyor. Edinburgh’un büyük simalarından Adam Smith her insanın bir ölçüde tüccar olduğuna ve toplumun da gelişerek tam bir ticari topluma dönüştüğüne dikkati çekiyor. En önemli eseri olan 1776da yayınladığı “Ulusların Zenginliği” kitabında iktisadı ahlaktan ayıran bir ifade tarzı kullanıyor, tekelcilere karşı tüketici çıkarlarını savunuyor. Ticari toplum, insanın doğasına ilişkin modern görüşün yeni bir evrim safhası olmuştur. İktisadi insan terimi, maddi kazançlarını ve refahlarını azamiye çıkarmak üzere rasyonel kendi çıkarları için davranan bir bireyler topluluğunu kastediyor. Daha sonraları Adam Smith serbest piyasa ekonomisinin babası sayılıyor. Yaklaşımında rasyonalizmin ticarete ve alışverişin matematiğe uygulanmasına olanak veriyor. Ekonomi Politik’in önünü açan Smith’e göre ekonomik uğraş belli yasalara ya da düzene uygun gelişiyor. Emeğe değer verilmesi açık olarak görülen eşitiszlikleri gidermese de , insanlar doğal olarak kendi çıkarlarını gözetiyor ve başka terslikler çıkmaması halinde bu tutum tüketimi, üretkenliği özendirici ve ücretlerin yükseldiği bir ekonomiyi ve ileriye doğru sürekli bir ilerlemeyi gösteriyor.

Smith’in en etkili takipçilerinden biri olan Malthus’a göre nüfus artışı geometrik, gıda üretimi artışı ise aritmetik hızla ilerliyor ve kıtlık koşulları ise insanların yaşamında kalıcı bir özellik. Bu da temel bir yasa olarak görülüyor. Malthus faydacılık prensibini John Stuart Mill’in babası olan James Mill’den alıyor. Mill, İnsan Zihnine Özgü Fenomenlerin Analizi adlı kitabında insan aklını oluşturan üç unsuru duyumsama, çağrışım ve adlandırma olarak tanımlıyor. Psikolojinin ilk evresinde çağrışım, duyumların yani acılar ve hazlar, tasarılar ve eylemler olarak bir arada düzenli kalıplar oluşturmalarının yolunu belirtiyor.

Sosyoloji denilen bilim dalı da benzer bir gelişim izliyor. Bazıları insanın doğal hali ile toplumsal olmadığını savunurken, diğerleri insanın sosyalliğini son derece olağan sayıyor. Rousseau genel irade fikrini öne sürdüğü “Toplumsal Sözleşme” adlı eserinde, doğanın her hayvana hükmettiği ve hayvanların buna uyduğu; insanın aynı dürtüyü hissettiğinde boyun eğme ya da direnme konusunda özgür olduğunu kavradığını, ruhunun varlığının her şeyden önce bu özgürlük bilincinde kendini gösterdiğini, belirtiyor.

C.L. de Secondat ise “Yasaların Ruhu” kitabında Rousseau’nun aksine dünyanın kör tesadüfle yönetilmediği ve insanın toplumsal davranışına ilişkin yasaların ortaya çıkartılabileceği sonucuna varıyor. Egemenliğin kullanılışının yönetim sisteminden çok bireylerin yönetimi yürütme biçimi ile belirlendiğini belirtiyor.

  1. yüzyılda akademik tarih ortaya çıkıyor. Yaratıcı araştırma teknikleri ve tarihsel imgelemin uygarlık tarihini kapsayacak biçimde genişlemesi ile meydana çıkan modern ilerleme mümkün olduğuna göre, tanımlanıp ölçülmeliydi ve bu ancak geçmişin doğru araştırması ile yapılabilirdi.
  2. yüzyıl sonlarında Fransız Bernard de Fontenelle, Kadim ve Modern İnsanlar Hakkında Bir Ara Söz adlı eserinde şu sonuçlara varıyor; biyolojik bakış açısından, antik ve modern insanlar arasında farklılık bulunmuyor; bilim ve sanayide modern insanlar antikleri aşmış durumda; şiir ve retorikte, sanatlarda iki dönem arasında gerçek anlamda farklılık bulunmuyor. Turgot düşünsel ilerlemenin üç aşamasını teoloji, metafizik ve bilimsel olarak belirliyor. Voltaire üç tarih kitabı yazıyor. Yaklaşımında siyasal tarih yerine kültürel başarılara ağırlık veriyor.

İlerleme konusunda en eksiksiz fikir Condorcet’in insan zihninin ilerlemesi üzerine kitabında tarihsel bir tablo taslağı olarak yer alıyor. Condorcet burada tarihi: – avcılar ve balıkçılar – çobanlar – toprağı sürüp işleyenler diye ayırıyor. Düşünsel açıdan ise: – Yunanistan’da ticaret, bilim ve felsefe dönemi – İskender’den Roma imparatorluğu çöküşüne kadar süren bilim ve felsefe dönemi – Bu çöküşten Haçlı seferlerine kadar olan dönem – Haçlı seferlerinden matbaanın icadına kadar süren dönem – Matbaanın icadından Luther, Descartes ve Bacon’un otoriteye yönelik saldırılarına kadar süren dönem – Descartes’ten Fransız devrimine kadar olan dönem olarak ayırıyor.

Burada Haçlı Seferlerinden kısaca söz etmek istiyorum. Bu sanki Batı halklarını acz içinde bırakan yoksulluklarına bir çare olarak yağma ve ganimet alma savaşı, sonrasında ise kutsal şehir Kudüs’ü kurtararak “BEKA” meselesinin halli olarak takdim edilmiştir. Aslında amaç, değişen dünyaya ayak uyduramayan eski iktidarın yani kilise ve bağlı monarklarının değişime direnmeleri, kitlelere umut aşılayarak eski güçlerine ve zenginliklerine kavuşmayı hayal etmeleridir. Tabii burada onların kendileri dışında yabancılara ki burada Müslümanlara nasıl gayri insani davrandıkları, hatta bir av hayvanı gibi pişirip yediklerini görüyoruz. Belki ileride Müslüman Türk, Kürt, Arap ahalinin bilhassa Osmanlı zamanında neredeyse gelenekselleşen Batı’ya ilayı kelimetullah ve ganimet seferleri bunun bir rövanşıdır. Ama İslam Şeriatı’nda gayrimüslümlerle ilişkiler açıkça tanımlanmış olduğu için, karşılıklı ilişkiler ya müslümanlığı kabul edip, hiçbir ayrıma tabi tutulmamak ya da ek vergi veren “zımni” halk olarak tanımlanmak olmuştur.

Devam edelim…İngiliz Godwin ilerlemeyi siyasal çerçevede ele alıyor. Merkezi hükümetin ortadan kaldırılmasını ve malvarlığında eşitliğin sağlanmasını savunuyor. İnsanın aslında yetkinleşmeye açık olmakla birlikte geçmişte ilerleme sağlayamamasını devlet ve kilisenin zorbalığına bağlıyor.

Immanuel Kant, tarihte büyük bir kozmik amacın bulunduğu ve insanların doğa yasalarına riayet ederek farkında olmadan o istikamette ilerlediği görüşünü belirliyor. Ana savı, insanın içinde, yani komşularını gözeten sosyal varlık ile başarı ve bağımsızlık uğrunda sadece kendi çıkarlarını gözeten bencil varlık arasında her zaman bir çatışma olduğudur. Bu mücadelede hem toplumsal hem bireysel alanda ilerleme sağlandığını ileri sürüyor.

Son olarak ilk sosyologlar olarak sayılan Fransız Saint-Simon ve Comte’nin teorileri sadece ilerleme üzerine teoriler oluşturmaya değil, bizzat ilerlemeyi gerçekleştirmeye yönelik uğraşıyor. Sanayileşmenin insan için ilerlemenin tek yolu olduğu kanısına varıyorlar.

  1. yüzyılda katı diye adlandırabileceğimiz bilimler olan fizik, kimya ve biyolojinin büyük ilerleme sağlamaya devam etmesi, buna karşın daha kesin olmayan bilimler olarak tanımlanan sosyal bilimler alanları psikoloji, sosyoloji ve iktisatın aynı ölçüde görüş birliğine veya öngörüye varamamış olması dikkat çekici olmuştur.

Halbuki 18. yüzyılda Amerikan Devrimi’nin bir sonucu olarak Batı dünyasının ağırlık merkezinin Avrupa’dan uzaklaşması, Avrupa’nın monarşilerinin yerini demokratik, seçimle iş başına gelen hükümetlerin alması ve sanayi hayatının sembolü olan fabrikanın gelişimi ile çok önemli bir değişim sürecine giriliyor.

Fabrika (sanayi) gelişimi ilk olarak feodal kaynaklı kısıtlamaların kaldırıldığıve odun kıtlığı ile kömürün kullanımıyla gelişmelerin olduğu İngiltere’de yaşanıyor. Fabrikanın örgütlenişi ile teknik yeniliklerin birleşik etkisi, ilk olarak iplik eğirme alanında kendini gösteriyor.

Ancak 19. yüzyıl başlarında su değirmenlerinin yerini buhar makinesi alınca, şehirlere iş için göç başlıyor. Bu dönemde yeni zirai ve besicilik yöntemleri ile verimliliği büyük oranda artan tarım ve hayvancılıktaki yenilikler kasaba hayatını yok ediyor ve nüfus şehirlere, fabrikalara göçüyor. Buharın enerji kaynağı haline gelmesi, kömür ve demirin de sanayinin belkemiği olması Sanayi Devrimi’nin en belirleyici anı sayılıyor.

Sanayi Devrimi’ni sadece büyük icatlara indirgememek gerekiyor. Buradaki önemli değişim esasen sanayinin ihtiyacı olan sosyal örgütlenmenin toplumda meydana getirdiği daha derin bir dönüşümle ilgilidir. Bir yandan hızlı, yorulmaz makineler insan beceri ve çabasının yerini alıyor, diğer yandan cansız enerji kaynakları su ve kömür canlı olanların yani insan, at, sığırın yerini alarak sınırsız bir enerji kaynağı sunan bir sisteme kavuşuyor insanlık! Artık tüm yeni hammaddeler, özellikle mineraller kullanılmaya başlanıyor. Dolayısıyla insanın üretkenliği ilk defa ekonomi, bilgi, yatırım ve teknoloji alanındaki yeniliklerin devamlı akışı ile hızla artıyor. Toplumsal düzen kökten değişiyor. Fabrikalarda üretim gereçleri ve çalışma saatlerinin düzenlenmesi ve denetlenmesiyle çok aşamalı ve çok sayıda insan gerektiren operasyonlar rasyonalize oluyor. Bu düzenlemelerle sanayide büyük bir sermaye terakümü meydana geliyor. Bir başka boyutu ise, sanayileşmenin dünyaya yayılması, önce hammadde kaynaklarından fabrikalara, sonra da pazarlara uzanarak mevcutlara ilave yeni fikirler ve ürünler için talep yaratabilmesidir. Örnek olarak sadece sınırlı coğrafyalarda hasat edilebilen çay ve kahvenin artık tüm dünyada her gün tüketilen içeceklere dönüşmesini gösterebiliriz. Artık iktisadın tanımı da değişmiştir: yeni insan ihtiyaçları yaratarak ihtiyaç uyandırmak!

Bir başka önemli gelişme, sanayi devriminin zengin ve yoksul arasındaki uçurumu genişletmesi ve böylece benzeri görülmemiş sertlikte sınıf çatışmalarına yol açmasıdır. Siyasette devasa bir etkisi olacak işçi sınıfı sayıca artıyor ve beraberinde sınıf bilinci gelişiyor. İşçi sınıfı yoksulluğunun bir nedeni kuşkusuz kazancın fabrikalara yatırım yapan yeni bir iş adamları sınıfına yönleniyor olması. Kendilerine “baca aristokratları” denilen bu güçlü iş adamı sınıfı 19. yüzyılda Avrupa’nın büyük bölümünde yurtiçi siyasete egemen olmaya başlıyor.

Sanayi devrimi bir yandan da ekonomik gelişmeler getiriyor. İngiliz Merkez Bankası bu dönemde tüccarların ve toprak sahiplerinin Kral’ın savaşı finanse etmek için birikimleri kullanarak oluşturduğu kamu borcuna iştirak etmeleri ve faiz almaları ile kuruluyor. Kamu kredi faizlerinin %8lerden %3lere düşmesi de sanayi devrimini etkiliyor. Böylece büyük yatırımlar için ortam müsait hale geliyor. Bu arada 1815 yılına dek Napoleon savaşlarından geri kalan Avrupa ülkeleri geniş ölçekli sermaye gerektiren kendi yerel projelerini finanse etmek için yatırım bankaları kuruyorlar. Brüksel’de Societe Generale yarı kamusal kurum olarak özellikle demiryollarının gelişimini finanse ediyor.

Batı ve Doğu’nun Kralları arasında hep mühim bir fark olmuştur. Batıda krallar feodal beyler ve burjuvazi, yani şehirli esnaf kitlesi bir uzlaşı ile içlerinden kilisenin onayladığı birini seçerek biat etmelerini ister ama neticede yetki ve sorumluluk açısından krala sınırlı yetki veririler. Bu bana Yuvarlak Masa Şövalyelerini  hatırlattı. Bunlar  Britanya mitolojisinde geçen, Kral Arthur’un maiyetinde olan en yüksek şeref rütbesini almış kişilerdir. Toplantı yaptıkları masa, üyelerin arasındaki eşitliği temsilen başsız ve ayaksız yapılır. Hikâyelere göre üyelerin sayısı 12den 150(ya da fazlası)ye kadar değişmektedir. Winchester Kalesi’nde bulunan 1270lerden kalma Winchester masasının üzerinde 25 tane şövalye ismi yazılıdır. Tarihçi Sör Thomas Malory, Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin şövalyelik kanunlarını şöyle betimler: Zorbalık ya da cinayet yapmamak, hainlikten kaçınmak, hiçbir şekilde zalim olmamak, aksine merhamet isteyenlere merhamet göstermek, her zaman Leydi, hanımefendi ve dulların imdadına yetişmek, Leydi, hanımefendi ve dullara asla zorbalık yapmamak, aşk, dünyevî mülk gibi yanlış amaçlar güden savaşlarda yer almamak. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Yuvarlak_Masa_%C5%9E%C3%B6valyeleri)

Bugünkü İngiliz Meşrutiyet Rejimi, Fransa Cumhuriyeti, Federal Almanya Hükümeti vb yönetimler yukarıda sözünü ettiğim uzlaşmanın ürünüdür. Neticede günümüzde Avrupa’da gördüğümüz monarşilerin halen devamı ile demokrasi tenakuz içinde değildir. Ama sömürgelerinde bir benzerini uygulamak isteyen 1. Dünya Savaşı sonrası Batı galip güçleri Mısır, Irak hatta Yunanistan krallıklarını ihdas etmiş fakat bünye (halk) bunu reddetmiştir. Daha sonra İspanya, İtalya ve ortadan kaldırılan Avusturya – Macaristan hep faşizmin eline düşerken, Ortadoğuda ise diktatörlükler peydah olmuştur.

İngilizlerin ve onlara denizden komşu olan Batı Avrupa ve ABD topraklarında hakimiyet kralda da olsa hep bir sınıfsal uzlaşı hakim olmuştur. Aslında Roma İmparatorluğu da bazı dönemler hariç yine de bir meşrutiyet rejimi özelliklerini taşımaktaydı.

Emevi, Abbasi ve sonrasında ortaya çıkan Memlükler, Selçuklular, Osmanlılar vb devletler hep halkın yani geniş kitlelerin biatına dayanan, dinden güç alan, askeri güçle etrafına üstün gelen ve hakimiyetini genişleten monarşiler olmuşlardır. Tarihte Büyük İskender örneği de vardır. Macaristan’dan başlayarak dünyanın geri kalanı, en uzak noktada Japonya dahil hep kraliyet rejimi yani aileler tarafından yönetilmiştir. Tarihte Rusya, Çin bile buna istisna teşkil etmez. Sadece İngiliz hakimiyeti altında bulunan Hindistan ve Malezya gibi ülkelerde feodalizmi takiben bir nevi demokratik rejimlere geçilmiştir. Rus ve Çin komünizmi de bugün görüldüğü gibi bir nevi tek parti monarşisidir.

Galiba aslında Anglosakson (bugün İngiliz ve Amerikalılar) Usulü olarak adlandıracağım halkı sevk ve idare şekli tarihte göreceli olarak daha yeni zamanlarda ortaya çıkmış bir istisnadır. Hep ileri, müreffeh, zengin ülkeler bunlardır ve diğer dünya halkının sığınakları olmuşlardır. Bunlar; ABD, İngiltere ve Commowealth ve 2. Dünya Savaşı sonrası bu ülkelerin etki sahasında kalan Japonya, Malezya, Endenozya, Güney Kore, Vietnam vb ülkelerdir. Çin ve Hindistan ise başarılarıyla tüm bunlara istisna teşkil ediyor. Afrika kıtası ise gerek nüfus yoğunluğu, gerek ticaret yolları üzerinde olmaması yani sapa olması sebebiyle uzaktan takip etmektedir.

Şimdi konumuza dönecek olursak sanayi devrimi öncesinde doğal olarak bilim ve teknoloji okulları gelişiyor. Buna ilk olarak Fransızlar tarafından 1794 yılında açılan Ecole Polytechnique öncülük ediyor.

Elektrik ve kimya alanındaki gelişmeler yeni sanayilerin çoğunun temelini oluşturuyor. Özellikle 1729 yılında Stephen Gray’in elektriğin bir yerden diğerine, maddenin hareketini gösteren herhangi bir şey olmadan akabildiğini; elektriği ileten maddelerin onu üretemediğini veya saklayamadığın keşfetmesi önemli bir basamağı teşkil ediyor. Benjamin Franklin bir cisimdeki doğal elektriğin pozitif yüklenip cisimleri geri ittiğini, elektriği azalırsa negatif yüklenip cisimleri çektiğini ve bu çekme eğiliminin kıvılcımlar ve elektrik çarpmalarının kaynağı olduğunu fark ediyor ve paratoneri icat ediyor. 1795 yılında Alessandro Volta ilk elektrik akımlı pili yapıyor. 18 yıl sonra 1820de Oersted elektrik ile mıknatıslık arasındaki bağlantıyı  kuruyor.

İkinci gelişme özellikle yanma olgusu üzerine araştırmaların başladığı kimya alanında yaşanıyor. Priestley 1774 yılında tüm gazlarla deneyler yapıyor ve cıvadaki kırmızı oksiti ısıtarak ürettiği gazlardan birine, elementler onun içinde daha iyi yandıkları için “flojitonsuz gaz” veya bugün kullandığımız adı ile oksijen adını veriyor ve deney yolu ile hem yanmada hem nefes almada tükendiğini gösteriyor. Priestley ayrıca gün ışığında yeşil bitkilerin karbondiyoksitten oksijen ürettiklerini gösteriyor. Böylece karbon çevrimi fikri doğuyor. Ancak modern kimyayı keşfeden kişi Lavoisier oluyor. Nihayet kimya ezberlenmesi gereken bir tarifler dizisi yerine anlaşılabilir bir sistem olarak ortaya çıkıyor.

Bu arada fabrika (sanayi) şehirlerinde “muhalif akademi” ortaya çıkıyor. Bunlardan Birmingham’daki Ay Derneği 18. yüzyılın en etkili bilim akademisi sayılıyor. Grubun başında Erasmus Darwin, üyeleri arasında buhar makinesini geliştiren Watt, çömlek atölyelerini kuran Wedgwood, gaz lambasını icat eden William Murdoch ve telgrafın mucitlerinden Richard Edgeworth bulunuyor. Üyeleri pazarlama ve reklamcılık ve hatta alışveriş olgularını ortaya atıyor. Hava durumu modellerini anlamaktan, madeni paraların basılması için modern darphanelerin ve kitle gazetelerini mümkün kılan matbaa makinelerini geliştirmeye, bilimin gizemlerini gençlere öğretmek üzere çocuk kitapları fikrini geliştirmeye kadar pek çok gelişmeye imza atıyorlar.

Bu toplulukta yer alan Preistley ve Wedgwood gibileri serbest ticareti savunuyorlar ve bu kendi mülklerinde yetişen tahılın yüksek fiyatını korumayı isteyen toprak sahibi aristokrasinin amaçları ile zıt düşüyor. Sanayi ekonomisinin ortaya çıkışında Protestanlığın özellikle Kalvinizmin yükselişinin önemli olduğu kuramını Alman toplumbilimci Max Weber yazıyor. Sanayi Devriminin ana siyasi etkisinin zenginle yoksul arasındaki uçurumu arttırmak, yoksulluğu kırsal yoksulluktan kentsel yoksulluğa dönüştürmek olduğu düşünülüyor. Diğer taraftan beyaz yakalıları, mühendisleri ve eğitim dünyası ile oluşan orta sınıfları da göz önüne alıyoruz. Böyle olunca da oteller, demiryolları gibi seyahatle bağlantılı bir hizmet sektörü ortaya çıkıyor.

Owen sayesinde 1819 yılında bir Fabrika yasası parlamentodan geçiyor ve işçi sınıfı belirli bir saygınlığı kazanabiliyor. Sefalet ve maddi yoksunluk içinde olan işçi sınıfı ve koşulları Karl Marx tarafından yazılan Komünist Manifesto’da ele alınıyor. Burada kastettiği, fabrika örgütlenmesi ve üretiminin insanı bir makinaya çevirmesi.

Sanayi Devrimi’nin etkisi dünyanın 1815 ile 1914 arasında dünyanın barış içinde olması sayesinde önemli ve kalıcı oluyor. Bu dönemde yeni iş alanlarının uluslararası karakteri (pamuk, demiryolları, gemi taşımacılığı, tıbbi ürünler) ve tahvil piyasasının gelişmesi ile sermaye birikimi oluyor.

İlk Amerikalıların farkı kendi aydınlanmalarını yaratıyor olmalarıydı:

Benjamin Franklin’in yönetici dehası Amerikan konfederasyonu tasarısının taslağında, bağımsızlık bildirgesinin yazılmasında ve federal kongrede çok önemli bir rol oynuyor.

Amerikan sisteminin en önemli destekçisi Thomas Jefforson’un kendisi Adam Smith’in yeni iktisadını kucaklıyor ve gökbilim gözlemlerinden, tarım deneylerine, ulusal bir ruh halini yaratıyor.

Kongre ilk kez bütün makamların bütün insanlara açık olacağını garanti ediyor. Hukukun üstünlüğü ilave güç katıyor. Kilise yasası, idari yasa ve hatta o dönemdeki  engelleri olan hukuki yasa ortadan kalkıyor ve güçler ayrılığı ortaya çıkıyor.

Federal egemenlik (eyaletler ve ulus arasındaki güç dengesi) ve Haklar Bildirgesi (din, ifade özgürlüğü, basın ve toplanma özgürlüğü gibi) Amerikan özgürlüklerini oluşturuyor.

  1. yüzyıl sonlarında Çin tiyatro, roman, felsefe alanında kendine ait bir rönesans yaşıyor. Ama bu dönemde de hanedan, akademi müfredatlarını sıkı kontrol ederek halkın düşüncelerini de büyük oranda kontrol edebiliyor. Bu durum yasaklı kitaplara ve muhalif yazarlara karşı harekete geçilmesine yol açıyor. Çin’deki Cizvitlerin etkisi ile gökbilim, haritabilim ve matematik alanında ilerlemeler kaydediliyor (https://sosyeteart.com/index.php/2022/01/19/avrupadaki-cin-kulturel-mirasi-cizvitler/.)

Japonyadaki kara gemilerden, feodaliteden (şogunlar), misyonerlerin hiristiyanlığı yaymasından sonra Japonyanın dışa kapanmasından ve nihayet ancak 2. dünya savaşı sonunda mağlup olunca general Mc. Arthur zorla Japonyada batılılaşma hareketi başlatıyor. 1945-1951 arasında Japonya’daki müttefik işgal kuvvetlerinin komutanı olarak Japon ordusunun dağıtılmasını, militarizm yanlılarının temizlenmesini, ekonominin ve borsanın canlanmasını ve liberal bir anayasanın hazırlanmasını sağlıyor.Ttoprakların yeniden dağıtımı, eğitim, çalışma, kamu sağlığı ve kadın hakları konularında önemli reformları başlatıyor..

Müslümanlık, Hristiyanlara ait alanın en az 3 katına ulaşan topraklarda egemen olan yaygın inanç. İsfahan, Bağdat ve Toledo’nun ardından, edebiyat ve felsefe alanında İslam Rönesansının merkezi olarak ortaya çıkıyor. Allah’a giden yola hepimizin kendi içimizde, içsel doğamızda bir sezi olarak sahip olduğumuza inanan çileci bir arayış olan Sufizm tarikatlar şeklinde toplumda meydana çıkıyor. 16. yüzyıldan itibaren Türkler, savaş, madencilik, coğrafya ve ilaç alanında Batı’daki gelişmeleri takip ediyor. Osmanlı’da Lale Devri’nde Avrupa’daki eserleri çevirmek için bir girişim oluyor. 18. yüzyıl boyunca Doğu’dan Batı’ya seyahatler artarak sürerken başlıca ilgi alanları iktisat ile siyaset, özellikle yurtseverlik ve milliyetçilik fikirleri ithal ediliyor. Siyaset dışında ise en ilgi çeken konular kadınların ve müziğin toplumdaki yeri.

Şark Rönesansının gerçek başlangıcı ise Bengal Asya Topluluğu’nun kuruluşu ile gerçekleşiyor. Bu topluluk temel Hindu ve Budist klasikleri buluyor, kurtarıyor, çeviriyor; Hint tarihinin incelemesini başlatıyor ve Sanskritçe ile Yunanca/Latince arasındaki büyük benzerlikleri ortaya çıkarıyor. Deizm popüler, Tanrı antropomorfik (insan biçimde) değil, soyut bir metafizik varlık olarak görülmeye başlanıyor. Özetle Şark Rönesansı din, tarih, zaman, mit, dünya halklarının ilişkileri üzerine yeni bir anlayış getiriyor. İnsan ilişkilerine de şiirsel ve estetik bir yaklaşım getiriyor. Uzun vadede Sanskritçe ile Yunanca/Latince ortak kökenlerinin keşfi, genetik bilimini, arkeoloji ve dilbilimini birleştirerek modern bir bilimsel sentez oluşturuyor.

Romantizm fikir alanında devasa bir devrim. Batılı siyasi düşünce tarihinde üç büyük dönüm noktası söz konusu ve bu bağlamda dönüm noktası soruların kavramsal çerçevesinde radikal bir değişimi ifade ediyor; eski sorunların artık çözülmese de uzak, demode görünmesinin ve yeni bir dünyada yeni ilişkilerin oluşumu…

Bu dönüm noktalarından ilki MÖ 4. yüzyıl sonlarında Aristoteles’in ölümü ile Stoacılığın yükselişi arasındaki kısa dönemde kamusal ve siyasal yaşama dair sorunların tartışılmayarak insandan yalnızca içsel deneyim çerçevesinde bahsedilmesi dönemidir.

İkinci dönem Machiavelli tarafından doğal ve ahlaki erdemler arasında bir ayrım yapılması ve siyasal değerlerin Hristiyan etiğinden yalnızca farklı değil, aynı zamanda ilkesel olarak onunla uyumsuz olabileceği olarak bahsedilmesidir.

Üçüncü dönüm noktası ise, 18. yüzyıl sonlarına doğru Almanya öncülüğünde ortaya çıkan etik ve siyasetteki hakikat ve geçerlilik kavramlarının, mutlak veya göreceli de olsa yıkımının amaçlanmasıdır. Değerlerin herhangi bir biçimde keşfedilmesi fikrinin kendisine dahi şüpheyle yaklaşılıyor. Bu yeni yaklaşıma Kant, bilgiyi şekillendirenin zihin olduğunu, içgüdüsel olanın yani sezginin gerçekte var olduğunu söyleyerek katkıda bulunuyor; iç sese kulak vermek olduğunu belirtiyor. Yaratan, kendini ifade eden, değerler yaratan kişi, sanatçı, bir bilim adamının yaptığı gibi keşif yapmıyor, hesap yapmıyor, sonuç çıkarmıyor. Böylece sanat ifade haline geliyor. Fichte iradenin önemini ön plana çıkarıyor. Fichte’ye göre insanların hepsi temelde aynı biçimde akıl yürütüyorlar, ayrıldıkları nokta iradeleridir. Farklı uluslar veya bireylerin değerleri pekala birbirlerine ters düşebiliyor. 1770ler duygularını keşfetmek için aldıkları sıkı eğitime isyan eden genç bir Alman şairler kuşağı olan “fırtına ve coşku”ya tanıklık ediyor. Bu yapıtların en tanınmışı Goethe’nin Genç Werher’in acıları isimli romanıdır. V. Hugo, romantizmi edebiyatın liberalizmi olarak onaylıyor ve romantizmin hedeflerinden biri olarak sanat için sanatı vurguluyor. Fransız romantikçiliği temel olarak Fransız Devrimi’ne verilen bir tepkiyken, bunun İngiliz çeşitlemesi sanayi devrimine verilen bir tepki oluyor. Byron muhtemelen en ünlü romantiktir. Müziğin en önemli romantik bestecisi ise Beethoven. Orkestranın boyutu genişliyor, yeni maden işleme teknolojileri nefesli çalgıları geliştiriyor, modern piyano ve opera ortaya çıkıyor, en önemlisi biri İtalyan (Verdi) diğeri Alman (Wagner).

Batı’da arkeolojinin keşfi için 167 alim ile Mısır’a yaptığı sefer nedeni ile Napoleon’a teşekkür borçluyuz. Siyasal özgürlükler, ticaret, bilim ve sanayi alanlarında geride olan Almanya 19. yüzyılda siyasi ve entelektüel olarak yükselişe geçiyor.

İşte insanoğlunun keşifleriyle, deneyleriyle pozitif ilimleri benimsediğinde nasıl çocuklar gibi şaşkınlıklarının, bu yeni buluşlar karşısında heyecanlarının onları çeşitli değişik taraflara savurduğunu hatta hayatın amacı, yaradılış, tanrı gibi bilinmez ama dogmatik inançların yerine tecrübi ilim bulgularını ikame ederek, kısa süreli değişik düşüncelere kapılıp sonra yine tatminsiz bir şekilde araştırmaya ve kendi bulduklarını inkar ederek buna da ilerleme adını taktıklarını görüyoruz.

Araştırmayı öncelikli bir faaliyet olarak gören modern üniversite hayata geçiyor. Hatta daha yüksek bir akademik derece olan Doktora ortaya çıkıyor. Bilim hukuk, tıp ve teoloji dışında, felsefe, tarih, kimya ve filoloji gibi ihtisas alanlarına ayrılıyor. Bu dönemde Yeni Ahit’in incelenmesi ile çeşitli İncillerin tarihlerini doğru tespit eden Alman filologlar sayesinde dine yönelik güvenilirlik tekrar sorgulanmaya başlıyor.

Bugün anladığımız haliyle tarih öncesinin ilk özeti olarak arkeolojinin 19. yüzyıl sonlarında gerçekleşen büyük buluşları ile tarih içinde insan ırkının birbirini takip ettiği var sayılan kültürel dönemler dizisi kurgulanıyor. Bu dönemde bilim sözcüğü modern anlamına kavuşuyor. Evrim teoremi embriyonun gelişimini anlatmak için biyolojide kullanılıyor. Evrim sözcüğü daha sonra, insan uygarlığının ilkelden daha gelişkine gelişimini öngören Vico’nun, Herder’in gözlemleri sonucunda kültürel bir bağlamda kullanılıyor. Erken dönem antropologlar, farklı ırkların benzer kültürel dönemler yaşayarak geliştiklerini, hala ilkel olan halkların ise kültürel gelişimlerinin yavaş olduğunu, beyaz ırkın daha önce geçmiş olduğu bir aşamada kaldıklarını öne sürüyorlar. Lamarck ilerlemeciliği, bazı fosil canlı türlerinin hala yaşayan canlılara benzediğini ve bazı fosil soylarının nesli tükenmeyip yeryüzü koşullarındaki değişimlere tepki vererek değişmiş olabileceği fikri ile savunuyor.

Darwin’in Türlerin Kökeni isimli eseri 1859 yılında yayınlandığında biyolojik evrim meselesine bütünüyle yeni ve beklenmedik bir yaklaşım getiriyor. Kitabın doğal seçilim kuramı, herhangi bir canlı türüne ait bireylerin çeşitlilik gösterdiğini, daha iyi uyuşanların çoğalmaları ve yeni bir nesle yol açmalarının daha olası olduğunu belirtiyor. Bu kitabın büyük felsefi sonuçları oluyor: Durağan bir dünyanın yerini evrim geçiren bir dünya telakkisi alıyor, yaradılışın mantıksız olduğu düşünülüyor. Evrende bir amaç olduğu teolojisinin aksi düşünülüyor, dünyanın işleyişi tümüyle maddeci süreçlerle açıklanıyor. Evrim kuramı kabullenilmekle beraber doğal seçilim kabul görmüyor. Darwin İnsanın Kökeni adlı kitabında insanın maymundan evrilip evrilmediği tartışmasını ve dolayısıyla ruh sorununu ortaya koyuyor. Özellikle dik duruşun ve iki ayaklı hareketin insanın hızlı gelişimini tetiklemiş olduğunu öne sürüyor.

Sonuç olarak toplumbilim, antropoloji ve arkeoloji bilimleri “ilerlemeci evrim” çerçevesinde 19. yüzyılda ortak gelişme gösteriyor. Darwincilik Tanrı inancını gereksiz buluyor. Toplumun yapısının değişimine yönelik modelini ortaya koyan Marx, devrimciliğin kaçınılmaz olduğu görüşünde, onun insanın kendi  doğasını yönlendirdiğini savunan  biyolojik modeli de Freud’u bilinçaltındaki zihinsel faaliyetin insan öncesi doğasını düşünmeye yöneltiyor.

Bu arada müspet ilimlerin buluşları ve savları karşısında İslam alimleri, acaba Kuran bu konuda ne söylüyor, herşey mutlaka Kuran’da vardır diyerek gerçek ve rasyonel dünyanın alimleriyle tartışmaya girmişlerdir. Tabii tecrübi ilimlerin devamlı deneme yanılma yoluyla inkişaf ettiği ve keza Kuran’ın bir fen/tarih vb bir müspet ilim kitabı olmadığı fakat çağlarüstü bir ilahi hitap olduğu gözönüne alındığında bu tartışmalara gerek yoktur.

Erken dönem toplumbilimcilerin hepsi modernitenin nasıl oluştuğu ile ilgili düşünceler ileri sürdüler: Herbert Spencer’a göre modernite, ağırlıklı olarak militan bir toplumun sanayileşmiş bir topluma dönüşmesi, Karl Marx’a göre feodalizmden kapitalizme olan değişimi, Henry Maine’e göre statüden sözleşmeye, Max Weber’e göre geleneksel otoriteden rasyonel hukuki otoriteye doğru bir değişim, Ferdinand Tönnies’e göre ise kutsal değerlere sahip cemaatten rasyonele, bürokrasi tarafından idare edilen kuruma doğru bir değişim olarak ortaya konuluyor.

Weber için modernite, verimlilik, düzen ve maddi tatmin üçlemesi üzerine kurulu bir olaylar örgütlenmesi, rasyonalite anlamına geliyor. Bir Alman toplumbilimci olan Georg Simmel metropoliten bireyselliğin üzerine kurulu olduğu psikolojik temelin, dışsal ve içsel uyarıcıların hızlı ve sürekli değişimi yüzünden duygusal hayatın yoğunlaşması olduğu açıklamasını yapıyor. Durkheim ise psikolojinin toplum biliminin bir boyutu olduğunu savunuyor. Ayrıca bugün epidemiyoloji olarak adlandırdığımız toplumbilimsel tıbbın temellerini atıyor.

Hastalıklar başta olmak üzere kentleşmenin getirdiği sorunlar Britanyalıları 1851den itibaren on yılda bir nüfus sayımı yapmaya yönlendiriyor. Nüfus sayımı aynı zamanda siyasete yönelik ilginin artışını yansıtıyor. 1831 yılında Britanya bir istatistik birimi kuruyor. Rakamsal verilerin toplanmasının hem hükümet tarafında toplumsal politikanın temelini hem de üniversitelerde toplum biliminin temelini oluşturacağı kabul ediliyor. Daha resmi biçimi ile istatistikleri başlatan kişi Belçikalı gökbilimci Quetelet. Onun ve Legendre’nin çalışmaları standart dağılım ifadesini ve normal dağılım eğrisini ortaya atan fizikçilere yol gösteriyor. İstatistikler toplumsal gerçeklerin işlenişinin fiziksel gerçeklerin incelenişi kadar nesnel ve kesin olmasına yardımcı bir araç olarak görülüyor. Bu inanç London School of Economics’in de ana kabullerinden biri oluyor. Son olarak Chadwick, ölüm nedeninin de hükümet anketlerine eklenmesi gerektiğini öne sürerek önemli istatistikleri ortaya çıkarıyor.

1648 yılında Vestfalya Antlaşması’nın sonlandırdığı 30 yıl savaşlarının sonuçları entelektüel ve ahlaki değişiklikler yaratıyor. Bu antlaşma ile bir dizi Avrupa devleti yaratılırken, kültürel milliyetçilik Alman fikri olarak ortaya çıkıyor. Alman Birliği ve İtalyan Birliği oluşurken Amerikan İç Savaşı ile birlikte 19. yüzyılda yeni ufuklar açan siyasi olaylar ve büyük sanayi rekabeti Birinci Dünya Savaşı’na yol açıyor. Alman Birliği neticesinde kendine has kültürü ile bir ulus devlet oluşuyor. Fransa ise tüm eğitim sistemini milliyetçi davanın hizmetine sokarak vatanseverlik anlayışını daha da geliştiriyor. İngilizler’in kolonyal genişlemeleri 1880 ile Birinci Dünya Savaşı arasında benzeri görülmemiş boyutlara ulaşıyor. Özellikle emperyalizmi demokratik milliyetçiliklerinin en son ve en büyük simgesi olarak görüyorlar. Bu milliyetçilik salgını tabii ırkçılığı körüklüyor. Antisemitizm Fransa ve Almanya’da özellikle kuvvetleniyor. 20. yüzyıl başlarında iç siyasette kullanılan bir polemik haline dönüşüyor. Aslen 1848-1933 arasındaki dönem Adolf Hitler’e kadar Alman entelektüel hayatının en yüksek seviyesi olarak adlandırılıyor. Freud, Marx, Nietzsche, Schubert ve daha birçoklarının entelektüel katkıları ile 20. yüzyıl bir Alman yüzyılı oluyor. 

Yine 20. yüzyılın üç önemli fikri: bilinçdışı, gen ve kuantum, o günkü dünyada Alman kökenli biliniyor. Alman fikirlerinin önemli farkı, kültürün toplumsal, siyasi, ekonomik faaliyetleri değil ama yaratıcı faaliyetleri temsil etmesidir. Kültürün veya devletin hangisinin önce gelmesi gerektiği sorusunun cevabı, Almanya’da her zaman muallakta kalıyor. Ancak zamanında anayasal değişiklikleri gerçekleştiremeyen imparator ve aristokratlar tarafından yönetilen Almanya’da devlet gittikçe daha otoriter bir hale geliyor. Siyasi olarak dışlanan orta sınıf eğitim ve kültüre yükleniyor. Aynı zamanda endüstriyel işçi sınıfına, Yahudilere ve Alman olmayan azınlıklara karşı sınıf temelli bir milliyetçiliğe yöneliyor. Bu etmenler Almanca olarak “Innerlichkeit” olarak belirtilen siyasetten çekilme ve bireyin kendi içine bakma eğilimi anlamına gelen bir kavramı yaratıyor. Bu kavram Freud veya Klimt’in elini güçlendirirken modernizm karşıtı, üstün Alman ırkını savunan Lagarde ve Langbehn elinde bambaşka bir hal alıyor. Bilimsel ırkçılık bu şekilde yükseliyor.

30 yıl savaşlarının bir başka sonucu ticaretin yeşermesi olmuştur. Malum tüm semavi dinlerde faiz yasaklanmıştır. Tüm dünya ile gelişen ticaret imkanı ve sermayenin ticaretin finansmanına talip olması faize karşı hoşgörü gerektirmiştir. Hatta Osmanlı’da savaş ve ganimet ekonomisi sisteminin çökmesi ve devletin borçlanmaya mecbur olmasıyla, düşük faizin faiz sayılmayacağı vb fetvalarla işler görülmeye başlamıştır. Bilhassa Avrupa’da Hristiyanlık’ın tahrifi sadece faiz konusunda kalmamış ve Avrupa’daki irili ufaklı birçok devletin daha bağımsız hareket edebilme hürriyeti talebi üzerine İngiltere’de Anglikan, Doğu’da Patrikhane tesis edilmiştir. Almanya vb Orta Avrupa ülkeleri Protestanlık’ı benimsemişlerdir.

Ticaretin sadece malların değil, ilişki ve hoşgörünün de takası olduğu görüşü benimseniyor. Bu noktada güçlü ticaret gelenekleri olan Protestan Britanya ve Hollanda çok önem taşıyor. Özellikle Britanya Amerikan kolonilerine Parlemento’da doğrudan temsil hakkı vermeyip, üstelik vergilendirince Amerikan Bağımsızlık Savaşı başlıyor. Milletlerarası ticarette özgür Amerika çok daha iyi bir ticari ortak oluyor. İngilizlerin kurduğu Doğu Hint Şirketi ve yine Hollanda’nın bir benzer kuruluşunun amacı, Avrupalı ve Asyalı tüccarlar için uluslararası ticaretin toplandığı merkez haline gelmek olarak görülüyor. Ancak Hindistan’daki şirket bu arada ülkenin büyük kısmının, de facto yöneticisi haline geliyor. İngilizlerin Doğu’da yaymak istediği fikirler ve uygulamalar bu şirket eliyle yayılıyor: İngiliz dili, arazi kirası biçimleri, İskoç ve İngiliz bankacılığı, örf ve adet hukuku, Protestanlık, takım oyunları, sınırlı veya “gece bekçisi” devlet, mecliste temsil ve bireysel özgürlük vb… Bu arada şeker plantasyonlarının ihtiyacı olarak kölelik Amerika’da ön plana çıkıyor. 1686da Engizisyon Mahkemesi’nin köle ticaretini lanetlemesi önemli bir kazanım, ancak köleliğin kendisini lanetlemiyor. 1787de yerlilerin özgürce toprağı işleyebilmeleri için Sierra Leone kuruluyor. 1792 yılında Danimarka kölelik ticaretini yasadışı ilan eden ilk Avrupalı ulus oluyor.

Modern (bilimsel) ırkçılık insanlık durumunun özünde teolojik değil biyolojik olduğunu söyleyen Aydınlanma görüşü olup, emperyal fetihlerin sonucunda farklı ırklarla yaşanan geniş temasın etkisi ve Darwinci düşüncenin diğer kültürlere yanlış tatbiki sonucunda ortaya çıkıyor. 19. yüzyıl ırkçı düşüncesi Avrupa içinde özellikle “Aryanların özgün özelliklerini muhafaza ettiklerini” öne süren Gobineau ile şekilleniyor. Darwin’in kuramının ise zinde beyaz ırkların doğal olarak öteki renklerdeki yozlaşmış ırkların üstünde yer aldıkları, dünyaya egemen olan emperyal yapıyı açıkladığı düşünülüyor. Artık herşeyi ırkçılık şekillendiriyor.

Bir fikri akım olarak emperyalizm İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden ve sömürgeciliğin hızının arttığı yıllarda ırkçılığı ve ekonomik sömürüyü yayıyor. Öte yandan emperyalizm küreselleşmenin bir biçimidir. İngilizce artık uluslararası iletişimde kullanılıyor, hatta milletlerarası bir dil haline geliyor; bilimin, kapitalizmin, demokrasinin ve internetin de dili oluyor.

Amerika’da İç Savaş, kapitalizm ve sanayileşme için dönüm noktası olarak nitelendiriliyor. Amerikan geleneği kuruluşunu Holmes ve Emerson gibi akademisyenlere borçludur. Özellikle Emerson Amerika için edebi,  bağımsızlık ilanıyla ilgili ile ilgili bir dizi konuşma yapıyor. Oğlu ise, hukukçular içinde ortak hukuku felsefeci gibi analiz edip, tarihçi gibi açıklayan ilk hukuçu olarak görülüyor. Özellikle her vakanın eşsiz olduğunu belirtmesi ve The Common Law kitabının başında kullandığı “Hukuku yaşatan mantık değil, deneyimlerdir.” cümlesi görüşlerini ortaya koyuyor. Sayesinde kusur ve hata yerlerini dikkatsizlik ve tedbirsizliğe bırakıyor. Hukuk sisteminin toplumun ortalama bir üyesinin ilkelerine göre işlemesi gerektiğini ve bunun en iyi şekilde bir jüriyle mümkün olacağını belirtiyor. Pragmatizm de bu dönemde tanımlanıyor. Olasılık ya da hata teorisi, olayın normal seyrinden uzaklaşmasına yol açan tesadüfi dalgalanmaların bir istatistiki kuralla sınırlanmasının yarattığı açık paradoks nedeni ile 19. yy da önemli bir etkiye sahip.

Charles Peirce tanım gereği, doğa kanunlarının kendilerinin evrilmesi gerektiğini savunuyor. Bu çıkarımlar onu bilimde bile jüriye ihtiyaç olduğu düşüncesine yönlendiriyor. James’e göre, romantizmle ters düşen bir yaklaşımla benlik davranıştan doğuyor; bir düşünceyi anlamanın tek yolu, onun davranışla olan ilgisini anlamak olduğunu belirtiyor. Üçüncü pragmatik felsefecisi olan Dewey ise James gibi herkesin kendi felsefesine, inançlar bütününe sahip olduğunu düşünüyor ve bu felsefenin daha mutlu ve üretken hayatlar sürme konusunda insanlara yardımcı olduğuna inanıyor. 18. yüzyıl ortasına kadar Amerika’da sadece Harvard ve Yale üniversiteleri bulunuyor. Bildiğimiz anlamda ilk modern üniversite düşüncesini getiren Eliot’tan itibaren Amerikan Üniversiteleri özellikle araştırma alanında Alman sistemini uygulamaya koyuyor. Endüstriyel araştırma laboratuvarı kuruluşuna kadar pek çok araştırmacı kendi laboratuvarını kuruyor. Telgraf ile iletişim ticareti çok etkiliyor. İngilizce konuşan iki ulus arasında ortak bir deneyim elde edilmesi süreci başlıyor.

İncelemeler, 19. yüzyılda inancın yitirilmesinin sadece entelektüel bir değişim olmadığını, aynı zamanda duygusal bir dönüşüm olduğunu da teyit ediyor. İnancın yitirilmesinin arkasında yatan derin nedenler olarak Kant’ın Tanrı, Ruh ve Ölümsüzlük gibi kavramların ispatlanamayacağı savı ve evrendeki düzen üzerine eleştirisi kabul görüyor.

Tarihçi Owen Chadwick reform hareketinin Avrupa’yı din ekseninde bölerken hoşgörüyü de beraberinde getirdiğini söylüyor. Hoşgörü özgürlüğü zamanla özgürlüğün bir hak olarak algılanmasına dönüşüyor. Bu dönüşüm Fransız İhtilalinin öne çıkan nedenlerinden biri olarak yorumlanıyor. Bu dönüşümün mimarlarından biri olan John Stuart Mill’e göre medeni bir toplumun herhangi bir üyesine karşı, kendi rızası dışında zor kullanılmasını haklı gösterebilecek tek neden başkalarına gelebilecek bir zararı engellemek olabiliyor. Özgür insanın inandırılma, ikna edilme özgürlüğünün ima edildiği bu yaklaşım liberalizmle sekülerleşmeyi birbirine bağlıyor.

Chadwick, İngiliz toplumunun seküler hale gelmesinde düşünceler arasındaki çekişmeyi kutuplaştırarak vatandaşların çoğunu siyasi varlıklara dönüştüren basını öne sürüyor. Okuryazarlık arttıkça ve gazetecilik geliştikçe özgürlükle ilgili düşünceler farklı bir evreye giriyor. Ekonomik, vicdani ya da düşünsel özgürlüğün gerçek siyasi ya da psikolojik özgürlükle aynı olmadığı keşfediliyor. Bu gelişmelerle kollektivist düşünce diyebileceğimiz, genel refahın iyileştirilmesinin ancak devlet müdahelesi ile mümkün olabileceği savı ortaya çıkıyor. Bu yeni düşünce biçiminin Marksizmi ve dinin gerçek olmadığı görüşünü daha çekici hale getirmesi de sekülerleşme üzerinde etkili oluyor. Marksizmde adalet ve mutluluğun hakim olacağı öteki hayat devrimden sonra başlıyor. Yani dünyada cennet! Chadwick’e göre seküler bir öteki hayat tarzı vaat eden Marksizm beklenmeyen bir sonuç doğruyor, sosyalizm ve ateizm bağlantılı hale geliyor ve din siyasileşiyor. Britanya’da 1883-1885 arasında ateistlere parlamentoda seçilme hakkı veriliyor. Aynı zamanda şehirleşme içinde kiliseler organizasyonel anlamda başarısız oluyor ve ayak uyduramıyor. Aydınlanmayı ve getirdiği seküler değerleri içinde bulunduğu olumsuz çerçeveden kurtaran kişi John Morley romantiklerin maneviyata ilişkin tutkularının 18. yüzyılın gerçek edinimlerini gölgeleyen bir cahilliğe dönüştüğünü düşünüyor ve kilisenin pozitif bilimlerin gelişmesini engellemeye çalıştığını söylüyor. Fransa’da Michelet Katolikliğin hoş görülemez derecede kısıtlayıcı olduğunu, günah çıkarmanın mahremiyeti zedelediğini dile getiriyor. Fikirlerin yayılmasını sağlayan en önemli yazarlardan biri olan Ernest Renan, İsa’nın manevi bir lider, büyük insan olduğunun ve kutsallıkla hiçbir ilgisinin bulunmadığının altını çiziyor. Aydınlanma çağında dogmatik olmak aydınlanmamış ve gerçeğin alternatif yorumlarına kapalı olmak anlamı taşıyor. Katolik kurumları bu gelişmelere kin dolu tepkiler veriyor. Buna karşın sekülerleşmenin diğer bir yüzü kilisenin bu tepkilerinin beslendiği ulema karşıtlığı olarak kendini gösteriyor. Fransa’daki ulema karşıtlığı, okulların sekülerleşmesi ile yüzyılın son on yılında zirveye ulaşıyor. Papalığın konumunun İtalyanların bağımsızlık ve birleşme tutkuları karşısında zayıflaması ile İtalya’daki ulema karşıtlığı da derinleşiyor. Buna karşın yayınladığı bildirilerle Papalığın yanılmazlığını Katolik inancın temellerinden biri haline getiren Katolik düşünce dünyası bir kere daha kapalı ve kendi kendine göndermeler yapan bir sistem haline geliyor. Yaratılmakta olan boşluğu milliyetçilik, Marksist sosyalizmi ve bilimsel olduğu iddia edilen psikoloji ekolü olan Freudçuluk dolduruyor.

Üzülerek görüyorum ki mukayese yaptıkça benim dini inançlarım ile şimdiye kadar Avrupa’da karşı olunan din hakkında neredeyse hiçbir benzerlik yok, kişisel hürriyet ve sosyal hayat açısından…

Halk arasında anlatılan bir kıssa vardır, tabii aslı bilinmez ama şeran doğrudur. Bir savaşta rakibine galip gelen Ali, onun göbeği üstüne oturur ve elinde kılıcı: İman et bre kafir der. Cevap: İman etmeyeceğim, olur. Niçin diye sorduğunda Hz. Ali, cevabı karşı tarafın: Sana ne, olur. Bir an tereddüt eden Hz. Ali: Öyle ya bana ne, der ve kalkar gider. İmanda zorlama yokken bir inanmayan için savaş halinde bile inananlara nedendir karışmak…?!

Bu dönemde Tazminat hareketi ile Türkiye’de yasalar Fransız yasaları doğrultusunda değiştiriliyor, teknolojik ilerlemeler yakalanıyor ve Hürriyet Gazetesi editörü Namık Kemal’in her şeyin Allah tarafından belirlenmediğine dair mesajı ile Kuran’ın parlamenter demokrasi ile uyumlu olacak biçimde yeniden yorumlanması ön plana çıkıyor. Türkiye’de üniversiteler kurulur, fabrikalar inşa edilir, askeri öğrenciler eğitim için yurtdışına gönderilirken, İran’da da Malkum Han biri halk, diğeri ulemadan oluşacak iki meclis tesis edilmesini savunuyor. Bu dönemde İslam aleminde etkili üç modernistten El-Afgani dini okulların bilimi boğduğunu, dogmatik olmayan ve bilimsel sorgulamayı mümkün kılan bir felsefeyi savunuyor. Diğer bir modernist olan Muhammed Abduh özellikle hukuk ve siyasetle ilgileniyor ve şeriatın ötesinde kız çocukların eğitim hakkı ve seküler kanunlar için çalışmalar yapıyor. Hemen her alanda, herkesin mantık açısından mutabık kalacağı bir medeni kanunun geçerli olmasını istiyor ve kafasındaki hukuk sisteminde Peygamber, İslam, cami ya da dinden bahsedilmemesini öngörüyor. Modernistlerin sonuncusu olan Muhammed Reşid Rıza’ya göre toplumların bilim ve bilginin yolunda ilerleyebilmesi için toplumsal, siyasi, kentsel ve dini yenilenme gerekiyor. Düşüncesine göre, devlet bilim, sanat, sanayi, finans, yönetim sistemleri ile ordudan müteşekkil olup, bu görevlerin göz ardı edilmeleri günah sayılıyor. Bu modernizm hareketleri İslam’da kültürel canlanma, anayasacılık ve bilim ve eğitimi getiriyor. Bu modernist akım Birinci Dünya Savaşı’na kadar gelişiyor, sonrasında ise parçalanıyor.

Aslında burada da sanki bir sınıfsal çıkar çatışmasına (zümre menfaatine) kurban gitmiş modernist düşünceler, hiçbir tartışmaya dahi gerek duyulmadan, çünkü insanlar (zümreler) birbirini duyamamış ki dinlemek şöyle dursun!

Psikolojide bilinçdışı düşüncesi Freud’dan çok önce de mevcut olan düşünceler ve Freud’la ilişkilendirilen çocuk cinselliği, oidipus kompleksi, aktarım, libido, id ve süper ego kavramları da Freud’a ait değiller. Gevşemiş ve yıkılmak üzere olan  Freud düşüncesi, 20. yüzyıl başlarında bu kitabın ele aldığı son düşünce olan modernizm düşüncesine temel teşkil ediyor. Modernizm şehirlerde doğuyor. Aralarında Londra, Paris, Berlin ve New York’un bulunduğu on bir metropolde üniversitelerin yaygınlaşması, uzmanlıkların ilerlemesi meslek sahibi toplumların doğmasına yol açıyor. Bilimin anlamsızlaştırdığı dünyayı (dini ve manevi olarak) tasvir etmeyi ve değerlendirmeyi üstlenen sanat ortamında avantgarde ortaya çıkıyor. Modernizmin resim, edebiyat, müzik, sanat için zirve teşkil etmesinde şehirler ve iletişim imkanları önemli rol oynuyor. Modern tiyatroda İbsen dramatik bir yapı kurarken, Strindberg romancı, ressam, oyun yazarı kimliği ile öne çıkıyor. Son olarak Nietzsche’ye göre kendini gerçekleştirmeye giden yol, kendini aşmak diyebileceğimiz iradeden geçiyor. Modernizmi Freud’un bilinçdışının estetik muadili olarak görebiliyoruz.

Cambridge Üniversite’sinde yer alan Cavendish laboratuvarı direktörü J.J. Thompson bugünkü dünyamızı şekillendiren ikinci bilimsel devrimin fitilini ateşliyor. Birinci bilimsel devrim Kopernik’in astronomi alanındaki buluşlarının yayınlandığı 1543le Newton’un yerçekimi hakkındaki kitabının basıldığı 1687 arasında yaşanırken, ikinci bilimsel devrim fizik, biyoloji ve psikolojideki ilerlemeler etrafında dönüyor. Özellikle fizik, atomla ilgili yaklaşımlardaki farklılıklar nedeni ile değişim halinde iken parçacık teorisi ile ilgili ilk deneysel çalışmalar hız kazanıyor. Deneysel ve bilimsel metoda dayanan otorite tüm ilerlemelerin altında yatan en önemli düşünce olarak adlandırılıyor. Bilimsel metodu demokrasinin en saf hali olarak görebiliyoruz. Bütün bu fikirler göz önüne alındığında ruh fikri ölümden sonraki hayatı gerekli kılarak, dinlerin insanların zihinlerini açması açısından büyük önem taşıyor.

Düşünceler açısından ele alırsak tarih iki ana akımdan oluşuyor: Bir yanda insanın dışındaki dünyanın, Arsitotelesçi gözlem dünyasının, keşiflerin, seyahatin, icatların, ölçümün, deneyin ve çevreye müdahale edilmesinin, kısacası bizim bilim dediğimiz materyalistik dünyanın tarihi bulunuyor. Diğer ana akım ise insanın iç dünyasını, ruhunu ve/veya ikinci benliğini, Platonik diyebileceğimiz yönlerinin keşfi olarak değerlendiriliyor. Bu akımda ilk başta insanın maneviyatı, sosyal ve siyasi hayatı, birlikte yaşamak için yollar geliştirmesinin hikayesi yer alıyor.

Bu süreçte dünyevi ya da dine dayalı otoktarik monarşilerden, feodalizm aracılığı ile demokrasiye, teokratik bir ortamdan seküler bir ortama geçişin daha çok sayıda insana daha fazla özgürlük ve mutluluk sağladığının kesin olduğu söylenebiliyor. İnsanın kendini, iç dünyasını anlaması en fazla hayal kırıklığı yaratan alan oluyor. Bireyselleşmedeki müthiş büyümeye, bütün sanat eserlerinin, romanın yükselişine, insanın kendini ifade etmek için geliştirdiği sayısız yola rağmen insanın kendiyle ilgili çalışmaları, tarihteki en büyük entelektüel başarısızlığıdır, diyebiliyoruz. Ruha ilişkin düşünceler yerini benlik ve zihinle ilgili konuşmalara bırakıyor. Kitle toplumunun ve yeni devasa metropollerin gelişmesi de benliğin kaybolmasını teşvik ederek sürece katkıda bulunuyor. Bu arka plan içinde ortaya çıkan Freud ve psikinaliz ve bilinç kavramının başarılı olduğu söylenemiyor. Mevcut ortamda destek gören fikirlerden biri insan bilincinin ve kimliğinin beynin belli durumları ile ilişkili olması durumudur. Örneğin diğer insanlara karşı maksatlı anlam yüklemenin tüm insanlık için geçerli olduğu yönünde kanıtlar artıyor. İkinci bir fikir de beyne ve bilince Darwinci bir bakışla beynin üç katmandan oluştuğu ve bunların temel güdülerimizin yer aldığı reptilian çekirdek, çocuk sahibi olma gibi şeyleri ortaya çıkaran palaeomemeli katman ve mantık, konuşma ve diğer gelişmiş işlevleri yerine getiren neomemeli beyin olarak ayrıldığı yönünde ele alınıyor. Sonuç olarak bilinç üzerine yapılan ilerlemelere rağmen benlik anlaşılmazlığını koruyor. Hatta bugün kişinin beyninin hayat süresince öğrenmesi ve tecrübelerini kısa yollar halinde geliştirerek tecrübelerini anlamlı kılacak şekilde hayatı boyunca kullanması diye yorumlayan teoriler geliştirilebiliyor.

Yazar kitabı sonlandırırken Platon’un temel iç benlik kavramını sorguluyor. İnsanlar doğanın bir parçası ve bu nedenle içsel doğamızı bulmak, kendimizi anlamak için kendi dışımıza, yerimize ve rolümüze bakmalıyız, diyor.

Ama insanlığın yakın tarihine bakacak olursak, mesela iki büyük Dünya Savaşı ve meydana getirdiği tahribat, sonrasında günümüz dahil durum fecidir. İnsan kendini anlayamamıştır ve yüce düşünceler konuşurken sefil davranışlarla sefih bir hayat yaşamayı tercih edebilmektedir.

İnsan bencil, menfaatçi ve savaşçıdır. Tüm bunlar doğru bir akide ve amaçla yönlendirilmezse sonuç bugünkü halimizdir. Ehem ve mühim birbirine karışmıştır. Küçük bahanelerle bitmeyen bölgesel anlaşmazlıklarla yerel savaşlar dünyamızı. yaşamımızı tahrip etmektedir.

Her iki Dünya Savaşı ile kıyaslarsak, elde edilen menfaat yani toprak, servet, güç ikisinde de minimaldir. Fakat katlanılan kayıplar muazzamdır. Hayatlar kaybedilmiş (… insan ölmüş) ülkeler yok olmuştur. Halbuki tarihten bir örnek: Hz. Muhammed’in inanmayanlarının dahi materyalist diyalektiği ile baktıklarında bir mucize olduğunu itiraf mecburiyetinde kaldıkları İslam’ın yayılışıdır. Sadece 10 yılda bugünkü Kara Avrupasına eşdeğer ülkeleri içine alan bir devlet meydana getiren Peygamber, burada yaşayan insanlara refah, huzur, emniyet sağlarken meydana gelen savaşlarda sadece 1500 kişi civarında insan ölmüştür. Müslümanlar bin kişi kaybederken karşı tarafın kaybı beş yüz kişi civarında olmuştur.

Yorum Sizin…

————————-

 

  • Koehler, B.(2022). İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu; Liberte yayınları.
  • Kuluç, A. (2021). Takıyyüddin İbn Teymiyye ve İktisadi Görüşleri . Maruf İktisat İslâm İktisadı Araştırmaları Dergisi , 1 (1) , 37-50 .

Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez.

YORUM YAZIN