Tarih

İNANMAKTA ZORLANIYORUM, BAZILARININ KANITLANMASI NERDEYSE İMKANSIZ!

LinkedIn

DİNİMİZ İSLAM, MEVCUT DİNLERİN YERİNİ ALMAK İÇİN GELMİŞTİR; HRİSTİYANLIK GİBİ YAHUDİLİĞİN İNANÇ VE AHLAKİ YÖNLERİNİ TAMAMLAMAK İÇİN DEĞİL!

Watson’un Fikir Tarihi kitabına devam ediyoruz. Tüm yazıları okuduğunuzda insanın gelişim yönü konusunda iyi bir batılı kaynak hakkında fikir sahibi olacaksınız.

Artık bu evrede yazı bulunmuş, ilk bilim insanları evrenin başlangıcı, amacı üzerinde düşünen, doğayı anlamaya çalışan mantıklı, matematiksel düşünenlerdi. Belki de dinleri tahrif edenler onlardı. Kendi deneysel çıkarımlarınca elde edilememiş bilgiler var olmayandı onlar için! Tanrı’nın tüm gönderilerini yok sayıp mucizelere inanmayıp elçileri yalanlamak kolaydı. Ama ya gerçekler şu anki maddi algılarımızı ve kavrayışımızı aşıyorsa?! Sorgulamaya devam…

Yazının birinci kısmı: https://muratulker.com/y/tarihte-gercekten-mi-oyle-olmus-yoksa/

Watson anlatmaya devam ediyor; yazı bulundu, Yahudilik’i takiben gelen Hristiyanlık yaygınlaşırken pagan inançlara karışıp saptı. Artık o asrın ihtiyaçlarına uygun tüccar ve egemenlerin dini oldu.

MÖ 5000de bulundu yazı, tabii yoksa Musa’ya gelen on emir nasıl yazılacaktı. Hatta Mısır Hiyeroglif yazısı değil de, Mezopotamya’da kil tabletlere yazılan çivi yazısı vardı artık! Atina’da demokrasiyi, siyaset felsefesini, ilk sistematik yazılı tarihi, sistematik olarak düzenlenmiş ilk kitap koleksiyonunu görüyoruz. Tıbbi ve bilimsel bilgiyi sistemleştiriyor, lirik şiiri, komedi ve tragedyayı, ilk doğalcı sanatı, mimarlığın ilke ve normlarını icat ediyor. Özellikle de dünya hakkında sistematik gözlemle bilgi edinilebileceğini anlayan ilk halk.

Bu bizim nitelendirmemiz. Ama tabii ki tüm dünya ve tarihi bilmekten aciziz. Bu tıpkı birinin bu odada hiçbir toplu iğne yok demesine benzer veya “işte buldum tek toplu iğne budur” demek de öyledir.

İlk bilim insanı Thales, MÖ 6000de evrenin başlangıcı ve doğası konusunda akıl yürüten, düşüncelerini mitoloji değil, mantık dili ile dile getiren ilk alim. Sorduğu temel ilmi/felsefi soru ile anılıyor: Dünya neden oluşmuştur?  Bir başka İyonyalı Pythagoras adını ondan alan bir dik açı ile ilgili teoremi ile ünlü oluyor. Üç büyük Yunan düşünür: Sokrates, Platon ve Aristoteles yaşamı sorgulamayı, mantığı, doğanın matematikleştirilmesi konularını ele alıyorlar.

MÖ 586da Babil Kudüs’ü düşürdükten sonra Filistin sınırları dışında yaşayan Yahudiler içinde yaşayanlardan sayıca hep daha çok oluyor. Bu olaydan çıkardıkları sonuç, tanrıları Yahve ile yaptıkları anlaşmadan saparak cezalandırılmış oldukları. Bu Yahudiler’in tutumunda önemli bir değişimin gerekli olduğu anlamına geliyor ve Sürgün böyle bir soluklanma süresi veriyor.

Yahudilik büyük ölçüde sürgünde oluşuyor. Bugün bildiğimiz şekli ile Yahudiliğin sabitleşmesi MÖ 200 yılını buluyor. Yazılı gelenekler sürgünde pekişiyor. Yahudileri geri dönüşü olmayacak şekilde paganlardan ayrı tutmak için bazı beslenme kuralları ve sünnet üzerinde duruluyor ki bir Babil geleneği olan Şabat buna dahil.

İlimin bu önyargısı niçin, Musa’dan sonra “Kral” Peygamberler Davut ve Süleyman ve daha nicesi gelmişken ve Kudüs imar ve uygarlığının gücü efsaneleşmişken tüm bunlar için kaynak olarak Musevilik kadar bile yaygın ve bilinen olmayan meşkuk paganlara bağlama ihtiyacı?! İnanmakta zorlanıyorum.

Babil’in yakınına sürülen Yahudilerin çoğunun başarılı birer tüccar olduğu anlaşılıyor. Sürgün sonrası Babil 1500 yıl boyunca Yahudi kültürünün merkezi oluyor. MÖ 445de Kudüs’ün inşası tekrar başlıyor. Musa’nın yasasına ilişkin kutsal bir yazıya ilk gönderme ise Kudüs’te Yasa Bilgini Ezra tarafından yapılıyor. İbrani kutsal yazılarının (Hristiyanlara göre Eski Ahit) İsrail’de eksiksiz bir hal alması MÖ 200 dolayını buluyor. Yahudilik’te “Tanrıyla Antlaşma” düşüncesinin Mezopotamya’nın Zerdüşti inançlarından uyarlandığı düşünülüyor. Ülke üzerindeki hak iddiasını haklı çıkarmak için Tanrıyla Antlaşma icat ediliyor.

Niye böyle düşünmüş müspet ilim, zira bu ispatı imkansız bir sav! Ama Yahudilerin “tanrı” inancına baktığınızda tek tanrı inancıdır ve bunun çok tanrılı bir dinden etkilendiğini söylemek mantık hatasıdır. Ayrıca Yahudiler Zerdüşti olmamış ve Zerdüştilerle yaşamamışlardır.

Bu arada, Kutsal Kitap’ın derlenmesi yolunda ilk adımlar atılırken, neyin kitaba alınması neyin dışarıda bırakılması konusunda bir uzlaşma sağlanarak kanun oluşturuyorlar. Hristiyanların Eski Ahit dedikleri Yahudilere göre Tanah. Kutsal yazıların ayetlere bölünmesi 9.yüzyılda, bölümlere ayrılması 13.yüzyılda gerçekleşiyor. Hristiyan Eski Ahit’inin İbrani Kutsal Kitabı’ndan farklı düzenlendiğini unutmamak gerekiyor.

Zaten sorun burada tek din için birbirinden ayrı birçok kaynak ve kitaplar var! Ve epey sonra oluşturulmuş kaynak verilmeden!

Şöyle ki: İsa dönemine gelindiğinde bütün dünya, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük işgalci gücü Roma ile uzlaşmak zorunda kalıyor. “Apokaliptik eskatologya” adı verilen düşünce öbeğine göre bir felaket dönemini, gizli şeylerin bildirilmesi ve Tanrı’nın sonul zaferi takip edecektir. Roma ile uzlaşmak zorunda kalan köktenci Yahudiler siyasi işgali dini işgalden farksız görüyorlar ve ancak doğaüstü güçlere sahip bir Mesih’in kendilerini kurtarabileceğini düşünüyorlar. İsa böyle bir dünyaya doğuyor. İsa gerçekten yaşadı mı? Sorusuna cevap verirken şunu belirtmek gerekiyor: Artık çok az kutsal kitap araştırmacısı İsa’nın tarihsel bir kişi olduğundan kuşku duyuyor. İlk İnciller İsa’nın ölümünden kırk yıl kadar sonra yazılıyor. Öyle ki 170li yıllara gelindiğinde, dört İncil ortaya çıkıyor. En önemli fark Yuhanna ile diğer üçü (Matta, Markos ve Luka) arasında. Yuhanna’da İsa gerçekten “Tanrı’nın Oğlu” olduğunu belirtiyor. Başka dikkati çeken tutarsızlıklar arasında İsa’nın Matta ve Luka’daki doğum tarihleri arasında on yıl olmasını, bakire doğumunu kuşatan yetersiz ayrıntıları sayabiliyoruz. Diğer taraftan Pagan dünyasında önemli kişilerin bakirelerden dünyaya geldikleri birçok öykü bulunuyor. Matta’da melek doğumu haber vermek için Meryem’i değil, Yusuf’u ziyaret ediyor, Luka’da ona ilk tapınanlar çobanlarken, Matta’da bunlar üç yıldızbilimci. Sonuç olarak, İsa’nın Yeni Ahit’e yansıdığı biçimiyle başlıca düşüncesi görece yalın: Bu Tanrı’nın krallığının yakın olduğu. Alman Yeni Ahit araştırmacısı Johannes Weiss‘a göre İsa’daki bu baskın düşüncenin dört unsuru bulunuyor: Mesih’in dönemi yakın, Tanrı krallığını kurar kurmaz yargı ve yönetim İsa’ya geçecek; başlangıçta İsa krallığın kurulduğunu görecek kadar yaşamayı ummuş, ama sonradan ölümün gerekliliğinin farkına varmış ve o zaman bile merkezinin Filistin olacağına inanmış.

Nasıl o kadar zaman sonra kaynak gösterilmeden “mütevatir” olmadan bilgiler derlenip kutsal kitap adı veriliyor. Hatta bir çoğu hikaye olmasına rağmen? Halbuki Müslümalık’ta Kur’an indirildiğinde Hz. Muhammed (sav) ve birçok sahabe (arkadaşı) tarafından ezberleniyor ve ayrıca her yıl Ramazan’da peygamber bizzat kendisi kendi hıfzını (ezberini) gözden geçiriyor. Ayrıca 23 yılda peyderpey inen Kur’an’daki sıra/düzen iniş sırasından farklıdır. Bu düzenlemeyi bizzat peygamber yaptırmıştır. Keşke İsa peygamber yaşarken hafızlık adet olsaymış!

Batı’da birkaç yüzyıldır olayları tarihlendirmekte kullanılan zaman dizini MÖ-MS’nın yürürlüğe girmesi 6. yy’ı buluyor. Antik dünyada zaman anlayışı yerel koşullara ve özellikle yerel dinlere göre değişiyor. Babilliler başka, Mısırlılar başka takvimler icat etmiş. Bugün kullandığımız takvim aslında Julius Caesar’ın MÖ 1 Ocak 45 tarihinde Roma’da yürürlüğe koyduğu takvimin değiştirilmiş bir biçimi. Caesar hem ay yılını hem de ek ayları uygulamadan kaldırıyor ve 365 ¼ günlük güneş yılında karar kılıyor.

Kur’an’da Güneş anlamına gelen şems kelimesi, 33 defa geçmektedir. Dünyanın güneş etrafındaki dönüşüne dayalı olan güneş takvimi ile, ayın dünya etrafındaki dönüşüne dayalı ay takvimi arasındaki fark, 33 yılda kapanır.  Güneş (şems) ve ay (kamer) kelimeleri 18 ayette 19 defa bir arada geçer.

Enam  suresi 96’ıncı  ayet şöyledir:

Sabahı aydınlatan O’dur. Ve O, geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı birer hesap ölçüsü kılmıştır. İşte bu aziz ve alim olan Allah’ın takdiridir (*).

İskenderiye daha çok bilginleri ile tanınıyor. İskenderiye’de isim yapmış ünlü bilginler arasında Elementler adlı kitabını MÖ323-285’de yazmış olan Eukleides, güneş sistemi için güneş merkezli bir temel önermiş olan Aristarkhos ve konik kesitler konusundaki etkili kitabını bu kentte yazmış olan büyük geometrici Pergeli Apollonios bulunuyor. Elementler adlı yapıt, tüm zamanların ders kitabı, içeriği günümüz liselerinde hala okutuluyor. Arkhimedes ise “katı bir cisim kendinden daha hafif bir sıvıya konduğunda, sıvının dibine çöker ve bu katı cisim su içinde tartıldığında, ağırlığı yerini aldığı sıvının ağırlığı kadar gerçek ağırlığından az olacaktır” diyor ve ayrıca pi’nin en doğru sayısal karşılığını elde ediyor. Sonuncu büyük matematikçi Cladius Ptolemaios (Batlamyus) bir matematik  yapıtı olan Almagest’i (Al-Macisti) hazırlıyor. 13 bölümden oluşan Almagest’in bir önemli katkısı: Coğrafya. Kütüphanecilerden Eratosthenes, dünyadaki tüm okyanusların birbirleri ile bağlantılı olduklarına, Afrika’nın günün birinde denizden çepeçevre dolaşılabileceğine ve İspanya’dan gemiyle batıya giderek Hindistan’a ulaşılabileceğine inanıyor. Hristiyanlık ise İskenderiye’ye MS. 1. yüzyılda ulaşıyor. MS 325te toplanan konsil, Oğul’un Baba ile ayni özden olduğunu onaylıyor.

Yahudi kitap ve şeriatına güzel ahlak ve kavi bir iman eklemek için mucizevi bir doğumla gönderilen İsa peygamberin öğretisi asırlar sonra tahrif edilmiş bir kitap ve pagan Roma himayesinde yaygınlaşıyor. Ama 1=3/3=1 Tanrının oğlu, oğlanın babası ve kutsal ruh (büyük melek) hepsi bir arada yaratıcı ve hesap sorucu, aile saltanatı gibi, anlayan beri gelsin.

Son bir düşünce de deneycilik: Herophilos, motor ve duyusal sinirleri, beyin karıncıklarını, gözde kornea ve retinayı doğru bir biçimde ayırt ederek sinirlerin varlığını keşfediyor. Karaciğer, pankreas, yumurtalıklar, dölyatağı borusu ve dölyatağı onun tarafından doğrulukla inceleniyor. Ayrıca nabzın yaşamın çeşitli evrelerinde değiştiğini öne sürüyor. O yılına gelindiğinde İskenderiye, bilinebilen her şeyin toplandığı, kodlandığı, dizgeleştirildiği ve denetlendiği bir yer.

Hindistan’a gelirsek, Buda ve İsa arasında en çarpıcı benzerlik yaşam öyküleri. Her ikisi de “el değmemiş” bir kadından doğuyor, her ikisi de dünyaya geldikleri sırada, göksel varlıklar bu olayı bebeğin gelecekteki görkemini önceden haber verecek yaşlı bir azize bildiriyor. Her ikisi de eski bir kehaneti yerine getiriyor ve büyüyünce her ikisi de “gezici bir çileci ve vaiz” olarak yaşıyor. Her ikisi de hastaları iyileştirebiliyor. Her ikisinde de ölümden sonra kurtuluş amacı çok önemli. Hatta Krişnacılığın Hristiyanlığın bozulmuş bir biçimi olabileceği yönünde kuramsal bir olasılık bulunuyor. MÖ 2. yüzyılda Sanskrit dilbilgisi uzmanı Patanjali yoga üzerine standart bir metin derliyor. Yoga zihinsel durumların durdurulması olarak tanımlanıyor. Bu dönemde Çin Büyükelçisine Çin sarayına armağan olarak götürmesi için Budist metinleri veriliyor MS 1. yüzyıla gelindiğinde Budizm Çin’e ulaşıyor. Çin’de Han hanedanı sırasında “doğru davranış “ anlayışı her şeye amahep çin evrenbilimi bağlamında hakim. Bir tür gökbilimsel Konfüçyüsçülük olarak evrende düzenlenmiş bir uyum olduğunu varsayıyor ancak bu düzenin doğaüstü tanrısal bir varlığın takdiri olduğunu varsaymıyorlar.

Çin ve Avrupa’ya kadar toplumların birbirlerinden etkilenmeleri hep olmuş. Zira İpekyolu ticareti önce karadan sonra denizden hep süregelmiş. Buda’dan Kur’an’da endirekt bahsediliyor (**).

Ama Batı’ya göre, Budizm Buda’nın milâttan önce VI. yüzyılda Hindistan’da kurduğu din ve felsefe sistemi… Budizm’in kurucusunun asıl adı Siddhartha Gotama’dır. “Aydınlanan, uyanan” anlamındaki Buda (Buddha) onun lakabı olup bu lakap gerçeği bulduğu ve aydınlandığına inanıldığı için ona verilmiştir. Hintli, Budist bir arkadaşımla Şanghay yakınlarında artık açılmasına ve ibadetlerine müsaade edilen bir tapınakta onları kendi usullerince namaz kılarken görünce, aslında Buda’nın bizdeki peygamber gibi olduğundan bahsetmişti. Asya’da Budistler’in yaşadığı ülkelerde bu din Buda-Sasana yani Buda disiplini diye adlandırılır. Milâttan önce VI. yüzyılda Hindistan’ın kuzeydoğusunda doğan, Brahman şekilciliğine ve kast sistemine karşı çıkan, soyut metafizik tartışmaları bir yana bırakarak duyguları dizginleme, ahlâken temizlenme, insanları eşit görme, insanlara ve diğer canlılara sevgi ve şefkat duyma gibi ilkelere dayanan Budizm’e felsefî-teolojik bir hareket, mezhep veya tarikat olarak bakanlar varsa da onda bu belirtilen hususları destekleyen özellikler bulunmakla birlikte kurucusu, kutsal metinleri, inanç esasları, cemaati, mâbedleri ve diğer özellikleriyle bu sistem daha çok bir din olarak nitelendirilmektedir. Nitekim hızla yayılması onun bir din olmasının sonucudur. Günümüzde Hindistan, Çin, Mançurya, Moğolistan, Seylan, Tayland, Burma, Kamboçya, Laos, Doğu Bengal, Vietnam, Bhutan, Birmanya, Singapur, Malezya, Tayvan, Kore ve Japonya gibi Asya ülkelerinde Budistler’in sayısı büyük bir yekün tutar. Ayrıca özellikle Zen Budizm denilen yeni bir Budist mezhep bazı Avrupa ülkelerinde taraftarlar kazanmaktadır(***).

Roma’ya özgü en önemli iki düşünce: cumhuriyetçilik veya temsili demokrasi ve hukuk. Roma düzeni, MÖ 510/509da oluşuyor, görevden alınan kralın yerine seçilmiş devlet görevlileri geliyor. Kralların yerini alan magister (konsüllük) özellikleri; görev süresinin bir yılla sınırlanmış olması, eşit emir yetkisine sahip iki magister olması, asla tek bir kişiye büyük güç verilmemesi, hesap verebilir olma durumları. Ancak kriz durumlarında tek bir diktatör atanıyor ve diğer zamanlarda, çeşitli yerlerde eşzamanlı askeri harekatlar olduğunda bazıları askeri işleve, bazılarıysa sivil yönetsel görevlere sahip birden çok magister bulunuyor. Eski  magisterler Senato’yu oluşturuyor. Senatörler yaşam boyu için atanıyor, deneyimliler, iyi bir çevreleri bulunuyor ve artık makam hırsları olmuyor. Bu düzenleme Senato’ya büyük saygınlık kazandırıyor. Aslında Senato’nun rolü danışmanlık ve resmi bir “gözden geçirilmiş görüş” sunmak. Herhangi bir kuşku durumunda, oylama yapılıyor. Konsüller bir yıllık görev sonunda Senato’ya katıldıklarından pek azı meslektaşlarının görüşlerini karşısına almayı göze alıyor. Senato, yeni yasaları da diğer kurullardan önce görüşüyor ve bu daha çok onu gerçekte dış politikaya egemen olan ordunun gücü üzerinde denetim sahibi kılıyor.

Atina ve Roma’da demokrasi ve cumhuriyetten yani çoğulculuktan hele hürriyetten asla söz etmemeliyiz. Çünkü toplumun büyük çoğunluğunu hiçbir hakkı olmayan köleler oluşturuyordu. Ayrıca Sezar gibi gücü eline geçiren diktasını ilan ediyor ve bu senato tarafından tanrı olarak ilan edilmesine bile varıyor.

Roma düşüncesinin en etkileyici yanı Roma hukukudur. MÖ 451-450 de yürürlüğe giren On İki Levha Kanunları eğitimin önemli bir parçası. Toplumun iyiliği (pro bono) için çalışan avukatlar ve ilk hukukçular ortaya çıkıyor. Cicero ve Plinius birer avukat. Günümüze neredeyse eksiksiz bir biçimde ulaşmış bir Roma hukuku yapıtı bulunuyor: hukukçu Gaius tarafından yazılmış olan Institutes MS150 dolayında yazılıyor ve uzun süre Roma hukuku konusunda bir ders kitabı işlevi görüyor. İşlemlerin gereğince yapılmaması durumunda kararların geçersiz sayılması Roma devleti açısından hukukun önemini gösteriyor. Plinius’un belirttiği gibi, hukuk artık imparatordan üstün. Roma’da standartlaştırılmış bir öğretim programı ile birlikte daha yaygın bir okul sisteminin yanı sıra çok daha fazla halk kütüphanesi (yirmi dokuz), büyüyen bir kitap ticareti, elimizde belgeleri bulunan ilk yayıncılık işleri, edebiyat eleştirisinde birçok yeni gelişme, daha büyük tiyatrolar bulunuyor. Çocuklara yedi ile on bir yaşları arasında öğretilen ilk şey Latince. İki bin yılın büyük bölümünde Latince Batı tarihinde özel bir yer tutuyor. Roma imparatorluğunun başarısının bir dayanağı, Latincenin engin bir alana yayılan tek dil olduğudur. Daha sonra Hristiyan kilisesine uyarlanıyor ve kilise işlerinde, sonra diplomasi ve öğrenimde lingua franca (ortak dil) oluyor. Yazılı Latince’nin en erken kanıtı MÖ 600e tarihlendirilen altın çengelli iğne üzerinde bulunan bir yazıdır. Roma’da MS 1.yüzyılın sonlarında ortaçağ eğitiminin temelini oluşturan eğitim beşeri bilimleri iki gruba ayırıyor: dilbilgisi, retorik ve diyalektik ile ikinci grup olan aritmetik, müzik, geometri, gökbilim. Bu sistem modern eğitim sistemlerinin temelini oluşturuyor ve Batı’nın doğuşuna yol açan öğelerden biri oluyor.

Evet bu doğru ama dünya ne o zaman, ne şimdi, ne de sonra Batı’dan ibaret olmadı hiç, hatta bugün gerisi artık her manada Batı’dan üstün! Şaşırdığınızı biliyorum ama Avustralya, Yeni Zelanda, Tayvan, Singapur, Japonya ve Kore’ye bakın, hepsinin kişi başı milli geliri Batı’dan  yüksek. Aynı şekilde teknolojide Japonya, Güney Kore, Çin’in eline su dökemezler. Çeşitlililik ve Kapsayıcılık açısından Dubai, Singapur ve Malezya yine önde. 

Konumuza dönersek…Yukarıdaki konuların dışında mimarlıkta betonun bulunuşu büyük fark yaratıyor. Bu hamam ya da tiyatro gibi önemli kamusal yapıların kent merkezine getirilebileceği anlamına geliyor. Beton ve harç benzeri karışımların kullanıldığı ilk yapılara günümüzden 12bin yıl önce Göbeklitepe’deki tapınak inşasında rastlandı. Mısır piramitlerinde ve Çin Seddi’nin yapımında ise kireç ve alçı esaslı harçlar kullanıldı.

Tek rakibi Hippokrates olan Galenos “insan bedeni yapısının bedenin işlevlerine kusursuz bir biçimde uyarlanmış olduğu, imajda bile bunu daha iyi bir düzeye getirmenin olanaksız olduğu” düşüncesini getiriyor. Bu doğal din bilimin, doğada bulunan kanıtlara dayalı bir tanrı ya da tanrılar kuramının başlangıcı, doğaya tapınmak, “tabiat ana“ deyişinin kullanımının kökünü burada aramalıyız.

Artık yeni bir tek tanrılı dinimiz var. Ama sorun bu yeni tanrının (tabiat ana / evren / güç) “indefinite” olması ve kendisiyle iletişilemediği gibi ne yapacağının (doğa olayları), istisnalarının (mutasyonların) ne olabileceğinin ve neden hiddetlendiğinin bilinmediği (doğa üstü olaylar), niçin evrim ve istisnalarının olduğudur.

Avrupa’da antikçağ dünyasından ortaçağ dünyasına geçişte özellikle Hristiyanlığın yayılışı etkili. İlk müritler Yahudi ve İsa’nın İsrail’in mesihi olduğuna inanıyor. En önemli işlerinin Yahudi kardeşlerini İsa’nın gerçekten Mesih olduğuna ve hepsinin İkinci Geliş için hazırlanması gerektiğine ikna etmek olduğunu düşünüyorlar. Dolayısıyla yaşamlarını Yahudi olarak sürdürüyorlar. Kudüs’te bunlar olurken, Tarsuslu Paulus kendi Hristiyanlık anlayışını Yunan-Roma dünyasına yaymayı kendi görevi olarak görüyor. Kudüs’ün yıkılması ile Yahudi-Hristiyanlığının izleri siliniyor ve Paulus’un dini, Yahudi olmayan Hristiyanların arasında yayılan evrensel bir kurtuluş dini oluyor.

Caesar  ölümünden sonra tanrısallaştırılıyor ve bu payenin verildiği ilk imparator oluyor. Augustus kendisi için açıkça “tanrının oğlu” diyor. O da ölümünden sonra tanrısallaştırılıyor. İmparatorluğun batı tarafında , çoğunlukla imparatorun makamına yüklenen genel tanrısal güce tapılıyor, doğuda ise bizzat o kişinin tanrı olduğuna inanılıyor.

Nihayet Roma’da İmparator Konstantinos, Hristiyanlara yönelik hukuksal sınırlamaları kaldırıyor, imparatorluğun başkentini taşıyor, pazar ibadetini zorunlu kılıyor. Tabii bazı pagan uygulamaları bu arada özümseniyor. Örneğin Mitra’nın yortu günü, 25 Aralık’ın İsa’nın doğum günü olarak benimsenmesi, ya da ilk pazar ibadetinin İsa’ya değil, güneşe saygı günü olarak düşünülmesi gibi. Zamanla ruhban sınıfı doğuyor. Hristiyanlarla Tanrıları arasında tek aracı olan ve kutsal yazıların tek yorumlayıcısı olan Piskoposların ortaya çıkışı bu konudaki en önemli gelişme. Bir başka düşünce de manastırcılık anlayışı, yani tam bir dinselliğe en iyi biçimde bu dünyadan ve onun tüm ayartılarından vazgeçilerek erişilebilme. Avrupa’nın düşünsel yaşamı üzerinde büyük etkisi olan bir ortak yaşam biçimini geliştiren Benedictus’un kurduğu manastır büyük farkla en etkili olanı. İmparatorluğun yıkılması ve sonrasında, kentlerin gerilediği ve dünyanın daha örgütsüzleştiği, okulların ve yurttaşlıkla ilgili diğer işlevlerin zayıfladığı bir dönemde, kentlerin uzağındaki manastırlar güçlerini koruyor ve eğitsel, ekonomik, dinsel hatta siyasal meselelerde yol gösterici oluyor. Büyük bir zenginlikten yararlanıyorlar ve başrahipler büyük nüfuzu olan birer yerel güç haline geliyor.

Evet bunlara katılıyorum. İşte kemiyet artarken keyfiyet yok oluyor. Hristiyanlık büyük ölçüde kabul görürken aslından sapıyor ve genel geçer pagan inançlarını adapte ediyor kendine…

Yazar İslam’ın doğuşu ve gelişimine göçebe yaşam biçimlerine uygun olarak pek de dindar olmayan Bedeviler için ilk kutsal varlıkların pınarlar ve kayalardan oluştuğunu belirterek giriş yapıyor. Bu varlıklardan en ünlüsü Mekke’de küp biçimli bir göktaşı olan Kabe. Müslümanlar bu dönemi İslam öncesi çağı cahiliye dönemi (bilgisizlik dönemi) olarak adlandırıyor. Peygamberimizin doğduğu Mekke’nin üst üste yaşanan felaketler sonucu ekonomik gerileme yaşadığının, İslam’ın doğuş döneminde aynı zamanda Arabistan’ı çevreleyen tektanrıcılık halkasının ve de ticari konumunun düşünce dolaşımına fırsat tanıdığının altını çiziyor. Muhammed’in Hira mağarasından itibaren aldığı mesajların bazı yönlerinin yeni olmadığını, Zerdüştçülük, Yahudilik ve Hristiyanlık düşünceleri ile örtüştüğünü belirtiyor. Allah birdir ve başka Allah yoktur. Bir Yargı Günü vardır ve O’nun talimatlarını bağlılıkla yerine getiren ve O’na ibadet edenler için sonsuz cennet ve O’nun iradesine karşı gelenler için cehennemde sonsuz bir cezalandırma vardır. Medine’de Muhammed’in Yahudilik ve Hristiyanlık’tan uzaklaştığını, Şabat’ın yerine Cuma’yı koyduğunu, ezanı uygulamaya geçirdiğini, oruç ayı olarak Ramazan’ı belirlediğini ve kıbleyi Kudüs’ten Mekke’ye çevirdiğini, Kabe’ye yapılan kutsal haccı onadığını belirtiyor. Mekke’nin ele geçirilmesi ile Müslüman olmayan herkesin Kabe’ye yaklaşmaları yasaklanıyor. Muhammed’in dini bir sima olmanın yanı sıra siyasal bir önder de olması İslam açısından çok önemli. Kanunlar çıkarıyor, adalet dağıtıyor, vergi getiriyor, savaş açıyor ve ittifak kuruyor. Yazara göre, tüm bunlardaki amacı, başka her yerde bozulduğunu düşündüğü gerçek tektanrıcılığın yeniden tahsis edilmesi. Muhammed’den sonra başka peygamber ve tanrısal vahiy gelmeyecek. Daha sonra gelen halifeler dönemi ve Şii-Sünni farklılaşmasına da değiniyor.

İslam’da Hat sanatı gücünü Kur’an’ın “dolaysız, tanrısal konuşma”yı temsil etmesi ve Muhammed’in el yazısı ile ilgili olarak “insanın günlük ekmeğinin anahtarlarından biri” olduğunu düşünmesi gibi önemli bir olgudan alıyor. İsa (Kutsal Kitap değil) Hristiyanlar açısından ne ise, Kur’an da Müslümanlar açısından aynı: Tanrı’nın kendini inançlılara gösterme biçimidir.

Yine bilimsel bir tümevarım kullanmış Watson. Halbuki İslam tarihini az okusa idi, devrimci peygamberin Mekkeli müşriklerin ticaretinin önünde nasıl engel teşkil ettiğini ve verilen ödün ve rüşvetleri reddettiğini bilirdi. Ama alimimiz burada yine İslamın ne dediğini bir kenara bırakarak önyargısı ile olayları yorumluyor. Malum müspet bilim insanları herşeyin doğrusunu bilirler, tecrübidir; kanıt ve mantığa dayanır, rasyoneldir. Halbuki İslam’ın ne dediğine, ne istediğine bir kulak verebilmiş olsaydı eminim yorumlaması çok farklı olurdu.

Abbasi halifeliği ile birlikte başkent Bağdat oluyor. En önemli kişiler ikinci Abbasi halifesi Mansur, üçüncüsü Mehdi ve Harun Reşid, bu dönemlerde Bağdat, müthiş bir zenginliğe ve uluslararası öneme sahip, dünya merkezine dönüşüyor. Komşuları arasında en önemlisi İran’ın güneybatısındaki etkileyici öğrenim merkezi Çündişapur. Burası uzun yıllar her dinden ve dilden bilginlere ve özellikle hekimlere yuva oluyor. İlk hastane burada kuruluyor. Tıp, geometri ve bilimsel el yazmalarını Arapça’ya yoğun bir çeviri programı başlıyor. Bilimlerin genel bir resmini tasavvur eden ilk Müslüman düşünür Farabi: dilsel bilimleri; mantık, müzik, gökbilim ve optiği de içeren matematiği; fiziği; metafiziği; siyaseti; hukuk kuramını; din bilimini ayırıyor. Sonraları İbn Sina ussal bilimleri spekülatif (gerçeği arayan) ve pratik (gönenci amaçlayan) olarak ikiye ayırıyor. Spekülatif bilimler fizyonomiyi, rüya ve büyü yorumunu içeriyor, uygulamalı bilimler arasında ahlak ve nübüvvet bulunuyor. En önemli öğrenim merkezi Beytü’l Hikme’de gökbilimsel gözlemler, kimyasal deneyler ve eğitimin yanı sıra pek çok çeviri çalışması yapılıyor. Kadınlar ve erkekler için ayrı koğuşları, iç hastalıklarına, göz rahatsızlıklarına, ortopedik sorunlara, akıl hastalarına özel koğuşları, bulaşıcı vakalar için yalıtılmış koğuşları ile bugün anladığımız anlamda hastane ve eczacılık ortaya çıkıyor. Bağdat’ta eczacıların ilaç üretme ve reçete yazma izni için bir sınavdan geçmeleri gerekiyor. İki en önemli hekim Razi ve İbn Sina’nın yazdıkları kitaplar 17. yüzyıla dek Avrupa’daki tıp okullarında temel ders kitabı olarak işlev görüyor.

Derlenen hadis sayısında 8. ve 9. yüzyıllarda büyük artış oluyor. Bu nedenle “kusursuz” bir hadiste bulunması gereken iki öğe belirleniyor: bir nakil zinciri ve özgün bir metin. Hadisler bu temele göre sahih, hasen ya da zayıf diye ayrılıyor. Kitaplar arasında en muteberinin Muhammed bin İsmail Buhari’nin kitabı olduğu düşünülüyor, 7397 hadis ibadet, hac ve cihat olarak konular halinde düzenlenmiş.

İslam düşüncesi olarak Bağdatlı Ali el-Eş’ari tarafından öne sürülen “Allah’ın duyma, görme ve konuşma yetilerinin insana özgü nitelikler gibi olmaması ve insanın bu nitelikleri, “nasıl diye sormadan kabul etmesi” görüşünün izinden en büyük İslam bilgini sayılan Gazali devam ediyor. Gazali Peygamberden esinlediği hadis doğrultusunda dünyayı dolaşıyor, bilgelik kazanıyor ve düşünsel olarak hem kuşkuculuk hem tasavvufla haşır neşir oluyor. Tasavvuf İslam gizemciliğinin başlıca biçimi oluyor ve Gnostisizm, Yeni Platonculuk, Hristiyanlık ve Budizm’den bazı öğelerle birlikte çileci bir akım ortaya çıkıyor. Mutasavvıflar için ruhu arındırmanın bir yolu olarak vecde erişmek ayırt edici bir özellik. Hristiyan keşişlere öykünerek benimsenmiş yünlü giysi biçimleri ve tespih kullanıma geçiyorlar ve tıpkı Gnostikler gibi Tanrı bilgisi marifeyi düşünsel bilgiden ayrı tutuyorlar. Yazar Gazali’nin İhya-i Ulumi’d-Din adlı İslamın şartlarını incelediği, yaşamın gündelik yanlarını, tutku ve arzuları değerlendirdiği, Allah’a giden yolu ele aldığı kitabının bugün uygulanan biçimi ile İslam’a büyük ölçüde şekil verdiğinin altını çiziyor. Sünni İslam yani Kur’an’ın ve Peygamber’in alışılmış davranışının yeterli bir rehber olduğu inancı, Gazali’den bu yana yaygın İslami yaşam biçimi oluyor.

Bağdat’ın altın çağı 11. yüzyılda müspet bilimlerin dindar çevreler tarafından kuşku ile karşılanmaya başlaması, ahlak ve etik konularında Kur’an’a dayalı bir eğitim veren camilere bağlı ilahiyat okullarının tüm İslam dünyasına yayılması, bilim ve felsefenin karşısında dinin öne sürülmesi ile bu dönem sona eriyor. Bu büyük içe kapanma ile Arap dünyası bazı bakımlardan bir daha toparlanamıyor. Sanki bu durum halen de sürüyor.

İspanya’da 8. yüzyıl başlarından itibaren Müslüman Emevi hanedanı denetiminde Arap uygarlığı büyük bir görkeme erişiyor. Başkent Kurtuba “bilinen dünyanın” üç büyük kültür merkezinden biri olarak Bağdat ve Konstantinopolis’le eş düzeye ulaşıyor. Bağdat ve çevresinde Araplarca geliştirilen pek çok düşünce Avrupa’ya İspanya yoluyla geçiyor.. Avrupa’nın Yunanlılarla, başta Aristoteles olmak üzere Platon ve diğer yazarlarla ilk karşılaşması doğrudan bir aktarım yerine Arapların tercüme ve yorumları ile oluyor. Örneğin Aristotales’in mantık, fizik ve metafiziği ya özgün Yunanca eserlerin Arapça çevirileri ya da İbn Sina’nın yapıtları yolu ile inceleniyor.

Peki nasıl oluyor da Avrupa 1000-1500 arasında muazzam bir değişim geçiriyor ve kesin bir ilerleme kaydediyor. Fransız tarihçi Fernand Braudel’e göre ulaşıma elverişli denizler ve büyük nehirlerin, ayrıca yolların da Avrupa’nın göbeğini daha önce hiçbir kıta merkezinde görülmemiş ölçüde dışarıya açması ve göçmenlerin farklı fikirleri ile ulaşmaları bu değişimdeki en önemli sebepler. Özetle coğrafi keşifler, kentlerin (pazarların) ve ticaret yollarının ortaya çıkışına yön veriyor. Ekonomik açıdan bakıldığında Janet Abu-Lughod, batının yükselişinden önce doğunun düşüşünün yaşanmış olmasını önemli buluyor. Büyük Veba Salgını ile ciddi biçimde zayıflayan Moğolların 1386da Çin’i kaybetmesi üzerine dünya kilit bir halkadan yoksun kalıyor. Atlantik okyanusunun ulaşıma açılması ile birlikte coğrafi yeni yönelim dünyanın çekim merkezini belirleyici bir biçimde değiştiriyor. Avrupa’nın yükselişi. konusundaki bilimsel çalışmalar ise Hristiyan kilisesini ve kıtanın birleştirilmesindeki rolünü esas alıyor.  Kıta genelinde kilisenin ilk amacı bölgesel genişleme, ikinci amacı ise manastır reformu. Dağınık yerelliğin yerini merkezi, papalığa bağlı denetimli bir yapı alıyor ve İslam’ı ortak düşman olarak belirleyen Haçlı seferlerinin Hristiyanlar arasında birleştirici güç işlevi görmesinin sonucu yeni bir evre başlıyor. Kıta genelinde kilise ve hükümdar, kilise ve devlet arasındaki ilişkiler bir çok hukuki meseleyi gündeme getiriyor. Manastırlarda ve o dönemde kurulan okullarda ele alınıp tartışılan bu meseleler skolastik olarak anılmaya başlanıyor ve skolastik bilginler uluslar üstü yapı olarak Avrupa’nın birleşmesine yardımcı oluyor. Oxford, Paris, Montpellier gibi ilk üniversitelerin taşıdıkları uluslararası karakter Avrupa genelinde aynı metin ve yorumlara göre eğitim alan, aynı değerleri paylaşan hoca ve öğrencileri ortaya çıkarıyor. İlahiyatın, beşeri bilimlerin ve hukukun esas olduğu görüşünü paylaşan, bu öğrenimi istikrara kavuşturan anlayış Avrupa’ya bir süreç olarak yarar sağlıyor. Bilimsel yöntem, kesin çözüm, verimli ve düşünsel bakımdan bütünleşik seküler bir dünya Batı modernliğine ilişkin temel unsurları oluşturuyor. Bunun yanı sıra, Avrupa’da 1050-1200 arasında yaşanan psikolojik değişim ile bireyselliğin ortaya çıkması da bireysel inanç fikrini doğuruyor. Artık dışsal kefaret içsel tövbeden daha az önemli görülüyor ve zamanla bireysel günah çıkarma daha geniş kabul görüyor. Aynı zamanda bu değişim, sanatı da değiştiriyor. Portrelerde kişisel ayrıntılar artıyor, aşk edebiyatı patlama yaşıyor. Bu zihniyet değişimi benlik üzerine düşünmede daha geniş bir (sözel ve görsel) dağarcıkla birleşerek zamanla Batı’nın artan özgüvenini, keşifler çağını ve Rönesans’ı doğuruyor.

Atama Çatışması olarak anılan, papalığın kilise makamları üzerindeki denetim için seküler makamlarla giriştiği uzun süreli bir çatışma, Papalık Devrimi! Bu süreç Fransız Papa II. Calixtus döneminde imparatorun ruhani makamlara atama yapmaktan vazgeçmeyi ve din adamlarının özgürce seçilmelerine izin vermeyi kabul ettiği 1122 Worms Konkordatosu ile noktalanıyor. İlk merhale, ruhban kesimi, imparatorların, kralların ve feodal soyluların egemenliğinden kurtarmak oluyor. Ruhban kesim üzerindeki denetimi ile papalık kısa sürede ürkütücü bir merkezi bürokrasi ortaçağda müthiş bir araç olan okuryazarları elinde toplamış bir kuruma dönüşüyor. Yüzyılı aşkın bir süre sonra da III. Innocentius döneminde (1198-1216) gücünün doruğuna ulaşıyor.

Bu üstünlük dönemine getiren koşullara bakacak olursak, öncelikle papalar ile krallar arasındaki mertebe kavgasına değinmek gerekiyor. Kralın otoritesini İsa’nın yeryüzündeki temsilcisi sıfatı ile doğrudan ilahi varlıktan aldığı Doğu Kilisesi ile papaların Aziz Petrus’un havarilik mirasına dayanarak krallara otorite bahşettiği Batı Kilisesi arasında büyük bir ayrım bulunuyor. Bunun yanı sıra, Batı’da büyüyen kentlerde bağımsızlığı artan tüccar sınıfı kraliyet otoritesine boyun eğmemeye başlıyor. Son olarak da, yeni iman anlayışı olan “içsel bireysellik” örgütlü, emredici rolü olan  kilise açısından zayıflatıcı bir işlev görüyor. İki yıl içinde bir dünya rekoru ile azizlik mertebesine yükselen Francesko’nun ilahiyatın amacını sırf aklı ikna etmek değil, gönülleri seferber etmek olarak belirlemesi ile imanı iç dünyaya yöneltiyorlar. Bu gelişmeler üç papa ve bir avuç kardinali Christianitas’ı (birleşik dünya sistemini) oluşturmaya yönelik Gregoryen reformuna getiriyor. 1073te papalığa seçilen VII. Gregorius, Dictatus Pape fermanı ile papalık makamının otorite olarak evrenselliğini, papalık onayının alınmadığı hiçbir şeyin meşru olmayacağını, kişi olarak papanın bütün insanların yargı yetkisinin ötesinde olduğunu ve papanın imparatorları tahttan indirme yetkisi olduğunu ilan ediyor. Ayrıca yoksulluğu yarı-siyasal bir mesele olarak gündemine alıyor ve yoksulluğa ilişkin duygusal tutum, kilise açısından güçlendirici bir etken oluyor. Gregorius’un artan siyasal gücü 1085te Roma-cermen imparatoru IV. Heinrich tarafından sürgüne yollanması ile son buluyor. Ardıllarından II.Urban Birinci Haçlı Seferi aracılığı ile Avrupa’yı Roma’nın arkasında birleştirmeye çalışıyor. Bir Haçlı seferi papalığın üstün gücünün ifadesi olarak, kuzey ve güney Avrupa’yı birleştirebilir ve hatta Roma’nın Bizans’a egemenliğini sağlayabilir düşüncesi bulunuyor. Haçlılara günahlarına karşı “ön endüljans” lütfedileceğini belirtiyor. Endüljans kavramı sonraları o kadar suistimal ediliyor ki Papalık 14. yüzyılda zenginlere arsa satışına izin veriyor. Yani zenginler arsa alıp, günahlarından arınabilir hale geliyor.  Haçlı seferleri Hristiyanlara daha uluslararası bir bakış açısı verse de ve çeşitli Doğu adetleri ile tanıştırsa da, yaygın etkiler bırakmıyor. Bütün Haçlı yerleşmeleri iki yüzyıl içinde Müslümanlarca geri alınıyor ve bu Müslümanlar  kutsal savaş öncesine oranla daha sert bir tutum içine giriyorlar.

1200 yılına doğru, Haçlı seferleri sonrasındaki değişimlerin ve Paris-Bologna üniversitelerindeki bilimsel gelişimlerin zayıflattığı Papalık makamına papalığın kaderini değiştireceği umudu ile III.Innocentius atanıyor. Innocentius öldüğü sırada kilisenin inançlarıyla çelişen inançlarla  savaşan, seküler iktidarı sıkıştıran, ruhban kesimin niteliğini yükselten, maddi kaynaklarını sağlayan ve fiili bir engizisyonu olan tekrar yükselişe geçmiş bir kilise bırakıyor. Engizisyon tarihinin en korkunç fermanı daha sonra Mayıs 1252de IV. Innocentius tarafından çıkarılıyor. Bu ferman itirafa zorlamak için işkenceyi, kazıkta yakmayı ve engizisyon mahkemesinin hizmetinde çalışacak bir kolluk kuvvetine izin veriyor. Yeni dindarlık 1215 Laterano Konsili ile resmen tanınarak kurallara bağlanıyor. 325 İznik ve 16. yüzyıl Katolik kilisesinin protestancılığa karşı tutumunu belirleyen Trento Konsili dışındaki en önemli konsil. Bu konsil ile kilise bireysel yaşama müdahale gücünü arttırıyor, özellikle rahip nikahı ile evlilik ve boşanmayı denetim altına alıyor. Ancak sonraki yıllarda İngiltere, İspanya, ama özellikle Fransa monarşisi Vatikan bürokrasisinin başa çıkamayacağı bir boyuta ulaşıyor. Fransızların baskısı ile papalık bir süre Roma yerine Avignon’a taşınıyor. Ancak Roma’ya dönmesinden sonra dahi (1377) 1417 yılına kadar iki papalık makamının, iki kardinaller kurulunun olduğu bir karmaşa yaşanıyor. Papalık siyasal bakımdan bir daha eski gücüne kavuşamıyor. Hiçbir papa Tanrı ile insan arasındaki orta yerde durduğunu ileri süremiyor.

Geleneksel olarak kilise binaları sıcak ülkelere uygun biçimde tasarlanmış ve ilkel malzemelerle inşa ediliyorken, 11 Haziran 1144te St. Denis manastır kilisesi en son matematik bilgilerinin bir araya getirildiği yeni mimari anlayışla etkileyici dikey düzlemlere geçiyor. Kilisenin başrahibi Suger ardından başardığı işleri “Manastır Yönetiminin Üzerine ve Takdis Üzerine” adlı iki kitapta kaleme alıyor. Katedraller sadece ayin için değil, locaların toplantı yeri, okul olarak da kullanılan, şehirli hayatı için cazip yerler olarak ön plana çıkıyor. Şehirlerdeki okullar daha açık fikirli ve dünyaya dönük. Yetişen öğrenciler üstlenecekleri papazlık görevinde, bir manastırda dünyadan kopuk yaşamak yerine, şehirde insanlar arasında yaşıyorlar.1140ta gramer, mantık, felsefe, ilahiyatın dalları, hukuk ve tıp için Paris önemli bir öğrenim merkezi haline geliyor. Amaç papaz adayını Kitab-ı Mukaddes’i okumaya ve hakikate varmak için kutsal metnin eleştirel yorumlarını yapmaya hazırlamaktı. Bu eğitime klasik/pagan yazarlar da ekleniyor ve eski Roma, özellikle Aristoteles’in çevirileri tekrar ön plana çıkıyor. Özetle katedraller aslında okulların kurulmasını ve aynı zamanda evrim geçirerek bugün üniversite dediğimiz yapıya kavuşmasını teşvik eden geniş çaplı toplumsal gelişimin bir parçası olan kentsel kurumlar haline geliyorlar. Ortak kanıya göre, vahiyle inen hakikat alanı dışında, insanın öğrenme ve anlama kapasitesi neredeyse sınırsız. Tanrı üzerine “akla yakınlık” çerçevesinde konuşulabileceği, Tanrı’nın herhangi bir şey gibi ele alınabileceği ile Batı Avrupa düşüncesinde büyük çaplı bir yön değişikliği oluyor. Ama 1210da Paris’te piskoposların katıldığı bir yerel konsil, Paris’te Aristoteles’in eserlerinin şahsen ya da alenen okunmasına “aforoz” cezası getireceğini bildiriyor. Kilisenin düşünceye uyguladığı denetim tam uygulanamasa da 1231de bilimsel konuların yerel anadillerde tartışılması ceza getirebilecek bir suç sayılıyor. Filozof doğal dünyayı araştırmak için zekasını kullanıyor, ancak yaratılışın gizemi gibi konular ilgisinin dışındadır. Skolastik ilahiyatçı Aquinolu Tommaso, yeryüzünde yaşarken ahreti “önceden tatmak” üzere aklımızı kullanabileceğimizi ekliyor.

Katedrallerin inşasında bir mimari dehadan ziyade, görkem, ürkütücü etki sağlayacak sanat ögeleri fazlasıyla kullanılmış. Deneme yanılma yoluyla inşa edilen bazı muhteşem yapılar günümüze ulaşmıştır. Kiliseleri bizdeki camilerle kıyas doğru olmaz. Cami toplumun malıdır, iaşe ve idamesini toplum yapar. Gerçi bugün toplum adına devlet kurumları bunu üstlenmiştir. Cami hocanın malı değildir, belli bir mezhebe veya tarikata ait değildir. Medrese, tekke ayrı kurumlardır. Halkın cemaatle her vakit ve bilhassa Cuma namaz kılması için ve Allah’ın evi camidir. Kiliseler ise belli bir mezhebin, ekolün müntesiplerinin bir araya geldiği bir yerdir. Papa, patrik gibi bir üst makama bağlıdır, ama anlayışları, hatta itikadi görüşleri farklı olabilmektedir. Küçük komünler şeklindedirler. Günümüzde bazen ilgilenen kalmadığı için Müslümanlara cami yapmak için satılan kilise binaları vardır.

Fikirler Tarihi ilginç hal alıyor, bugünü yorumlamak için kılavuz olabiliyor, dikkatli okumak lazım, devam edeceğiz.

Notlar

(*)https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Y%C3%BBnus-suresi/1369/5-6-ayet-tefsiri

(**)(https://islamansiklopedisi.org.tr/budizm)

(***)(https://islamansiklopedisi.org.tr/budizm)

 

Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez.

 

YORUM YAZIN