Biyografi

Solakoğlu’nun  Koç’ta 38 Yıl’ı ve Bana Hatırlattıkları…

LinkedIn

“KONFLİKT OLUR” DEDİLER BİZİ TERCİH ETTİ, YERİ AYRIDIR

Bugün Size duayen bir profesyonel yöneticimizin, Cengiz Solakoğlu ağabeyimin kısa bir süre önce yayımlanan “Koç’ta 38 yıl: Anadolu’dan Anılarla” kitabından söz edeceğim. Şu anda  Yönetim Kurulu Başkanlığını üstlendiği şirketlerimizde ben yönetim toplantılarına bile katılmıyorum. Zira içim rahat, biliyorum ki en iyisi, en güzel şekilde yapılıyor. Tek üzüntüm görüşemiyor olmak. Kitabında gençliğini, iş hayatına girişini, aile şirketini bırakıp Koç Holding’e geçişini, Koç Holding’de benim GOYA dediğim piyasaya yakın olma aracını nasıl güzelce kullandığını, başarılarını, başarısızlıklarını, patronlarıyla, diğer yöneticileriyle ilişkilerini nasıl kurduğunu detaylıca anlatıyor. Çok öğretici, ilham verici bir kitap.

Kitaptan okurken not aldığım özlü sözlerini sizlerle paylaşmak istiyorum: 

  • Şirketlerde en büyük eksikliğin güven olduğunu anladım.
  • İşine ve eşine koşarak gidenlerin hayatta daha başarılı ve yaşam kalitelerinin daha iyi olduğunu gözlemledim.
  • Güven, nitelikli insanlara verilen bir haslettir. Güven duyan rahat eder, güven duyulan ömrü boyunca bu değerlerle yaşar.
  • Büyük işleri yönetmek, liyakatli kişileri iş başına getirerek onları iyi yönlendirmekle olur.
  • Gerçek profesyonel yeri geldiği zaman şirketin çıkarlarının icap ettirdiği eylemi patrona karşı dahi olsa ifa eden kişidir.
  • Profesyonel yönetimin en zayıf halkalarından biri , bir profesyonelin başlattığı iş, onun emekli olması veya görev yerinin değiştirilmesi halinde aynı şevk ve heyecanla sahiplenilmemesidir.
  • Hayatta başarının kriteri hayal kurduğun hedeflere tam olarak ulaşmak değildir. Önemli olan, bu hedeflere ulaşabilmek için çok çalışmak, yaklaştığın yerle yetinmek ve mutlu olmaktır.

Bugün Size duayen bir profesyonel yöneticimizin, Cengiz Solakoğlu ağabeyimin kısa bir süre önce yayımlanan Koç’ta 38 yıl: Anadolu’dan Anılarla kitabından söz edeceğim. Şu anda  Yönetim Kurulu Başkanlığını üstlendiği şirketlerimizde ben yönetim toplantılarına bile katılmıyorum. Zira içim rahat, biliyorum ki en iyisi, en güzel şekilde yapılıyor. Tek üzüntüm görüşemiyor olmak.

Cengiz Bey’in kitabı sanırım onu en fazla etkileyen yerden başlıyor, emekli oluşundan. Şöyle diyor: 

“Ülkemizin tartışmasız en büyük özel sektör kuruluşu Koç Topluluğunda 37 yıl 8 ay çalıştım ve 60 yaş uygulaması nedeniyle 2004 yılında emekli oldum. O tarihten sonra ülkemizin önde gelen aile şirketlerinde danışmanlık, YK Başkanlığı ve YKÜ görevlerinde bulundum, halen de devam ediyorum. Özellikle kurucular şirketleri evlatları gibi görüyor, onları bir profesyonel yöneticiye emanet etmekte zorlanıyorlardı. Bu gibi şirketlerde en büyük eksikliğin güven olduğunu anladım ve az çok ilerleme sağladığım şirketlerde çalışmaya devam ettim.”

Daha sonra ilk işine  babasının yanında başladığını söyle anlatıyor:

“İlkokul yıllarım 1943’te dünyaya geldiğim Erzurum’da geçti. Okul çıkışında daima babamın sahibi, radyodan kırtasiyeye, spor malzemesinden elektrik malzemelerine kadar herşeyin satıldığı Solakoğlu Kollektif  Şirketine giderdim. Babam Türkiye’de ilk kez yerel basında tam sayfa ilan veren özel sektör kuruluşu olmuştu. Yine ilk taksitli satışlar mağazamızda uygulanmaya başlamıştı. Babamın renkli bir kişiliğe sahip olması benim de ticaretle, sanatla, sporla iç içe bir çocukluk geçirmemi sağladı.“

Cengiz Bey’in ticarette başarının rekabete dayandığını öğrendiği örnek gerçekten ilginç ve öğretici: 

“O yıllarda 3’üncü ordunun karargahı Erzurum’daydı ve bilhassa bayram arefelerinde hatırı sayılır bir kalabalık çarşı iznine  çıkardı.  Babam bana ve aynı yaştaki kuzenime mağazanın önünde birer tezgah kurdurur, tebrik kartı sattırırdı. Kuzenim Baki’yle daha çok kart satmak için adeta yarışırdık. ‘Abi benden al’ diye bağırarak seslenirdik askerlere..Bir gün bu bağrışma rayından çıkmış olacak ki babam bizi azarlayarak önümüzdeki tezgahları birleştirdi. Kuzenimle hasılatımız 20 TL’den 14 TL’ye indi.  Bu deneyim  rekabetin  başarının kapısını araladığını kavramama vesile olmuştur. “

Cengiz Bey’in lise yılları İstanbul’da geçmiş, daha sonra da Üniversiteye devam etmiş. Bu yıllara ve diğer yıllara ait anılarını anlatırken; satır aralarında saklı birçok da öğüt buluyorsunuz, özellikle gençlere:    

“Babam 1955 senesinde ticari faaliyetine İstanbul’da devam etme kararı aldı. Erzurum’dan İstanbul Sultanahmet Ticaret Lisesine geldiğimde ilk sene kötü notlar almama rağmen sonrasında 45 kişilik sınıftan mezun olan 4 kişiden biri oldum. Başarıya giden yolun çok çalışmaktan geçtiğini öğrenmiş oldum. Babam bana ‘sürekli kendi ayakların üzerinde durmalısın’ mesajı verirken, bugün çocuklarımızda her karşılaşılan zorluğu anne ve babanın çözeceği şeklinde yanlış bir algıya sebebiyet verdiğimizi, onları yarınlara yeterince hazırlamadığımızı düşünüyorum. O dönem lisede verilen eğitimle babamın defter-i kebir ve yevmiye defterlerini tutmaya başlamıştım. ‘Vergi kutsaldır, vergi kaçırmak utanç vericidir, bu yolla elde edilen kazanç haksızdır’ kanaatim de burada oluştu. 1960 senesinde İstanbul Üniversitesi İktisadi ve Ticari İlimler Akademisine girdim. Burada ezbere dayalı olmayan bir eğitim sisteminin ve doğrusunu öğretmeye kararlı öğretmenlerle çevrili olmam çok değerliydi.“

Cengiz Bey’in kitabında verdiği bir  örnek ve vardığı sonuç aslında hayata nasıl baktığını da özetliyor. Akademi yazılı  girişi sınavında kompizosyon ödevi vermişler, konu da “Yılanlar tepeye sürünerek, kuşlar uçarak çıkar” mış. Cengiz Bey şöyle yazmış komposizyonu:

“Bir yılanın tepeye varması, binbir müşkülatla dolu, emek gerektiren, emek isteyen zorlu bir süreçtir. Üstelik tepeye varmakla da iş bitmez, tepedeki sert rüzgarlarla , çetin hava şartlarıyla da mücadele etmek gerekir. Ne zaman ki, bu mücadeleden galip ayrılırsın, gerçek zafer o andır. Bir kuş içinse tepeye tırmanmak olağan ve haliyle sıradan bir eylemdir. Bir kıymeti var mıdır bir kuş için bir tepenin zirvesinde olmanın, bir yılanın binbir emekle tırmandığı tepeye tutunması kadar; siz söyleyin. Hayat da böyledir işte. Dar gelirli bir aile çocuğu ile zengin bir aile çocuğunun başarı merdivenlerini tırmanma serüveni de buna benzer. Takdir edersiniz ki emekle katedilen yolculuk zirvede tutunma imkan ve kabiliyetini; kolay ulaşılan başarılar ise sürdürürülebilirliği sekteye uğratan sabırsızlığı berberinde getirir”.

Burada Cengiz Bey’le hemfikir mi olayım karar veremedim. Ben yetişirken babam zengin oldu, çocuklarım  ise zenginliğe doğdular. Bu hiçbirimizin suçu değil. Hiçbirimiz dönüp “hadi hayata dar gelirli başlayalım” diyemeyiz. Ama hepimiz biliyoruz ki başarılı olmak zorundayız; mesela dar gelirli birine göre kaybedeceğimiz daha fazla şey var. Sanırım ister hayata zengin başlansın  ister dar gelirli, mesele kişilik ve ona bağlı karakterinizde.. Karakterinizde başarıya tutku varsa, çalışkansanız, rekabetçiyseniz  ve yetenekleriniz de onunla paralelse eninde sonunda başarı geliyor. Bana bu konu Rus Edebiyatında Gonçarov’un Oblomov isimli eserini hatırlattı. Konusu tembellik olan bu dev eserde Oblomov tüm işleri başkaları tarafından yapılan, buna alışmış, hayatının hiçbir  döneminde zorluk yaşamamış ve tembelliği kendisine alışkanlık etmiş bir karakter. Böyleyseniz zaten romanda da olduğu gibi iflah olmazsınız.

Cengiz Solakoğlu’nun hikayesi devam ediyor:

“1964-65 senelerinde babam uluslararası nakliye şirketi kurdu, ben de askere gittim. Askerliğim bitmeden sınıf arkadaşım Yetil ile evlendim. Oğlumu ve kızımı mükemmel yetiştirdi. Yoğun tempomu sabırla karşıladı, beni daima destekledi. İşine ve eşine koşarak gidenlerin hayatta daha başarılı ve yaşam kalitelerinin daha iyi olduğunu gözlemledim.

Babam vizyoner ve müteşebbis bir şahsiyetti  ama otoriter bir kişiliğe sahipti. İş konusundaki önerilerimi dinlemiyordu. Babamla çalışırsam kendimi yetiştiremeyecektim. BEKO’nun iş ilanına başvurdum ve Uğur Ekşioğlu ile görüştüm. Kendisi bana senden muhasebeci olmaz ama iyi satıcı olur dedi ve 13 Mayıs 1967’de BEKO’nun satış elemanı olarak işe başladım. O gün elime tutuşturulan “Garcia’ya Mektup” isimli yazı, çalışma hayatımın rehberini oluşturacak ve birlikte çalıştığım her arkadaştan bu beceriyi beklediğimi ifade edecektim. “

“Garcia’ya Mektup” ilk okuduğumda bana da ilham olmuştu. Elbert Hubbard isimli köşe yazarı “Philistine” dergisinin 1899 Şubat ayı sayısı için yazdığı  öykü. Özü gönülsüz çalışmayla ilgili ve etkili bir metin olduğu için bugün bile kitapçılarda, internet sitelerinden bulmak mümkün. Öykü şöyle: 1898 yılındaki Amerika İspanya Savaşı’nın bir aşamasında ABD Başkanı çok acele olarak Küba’daki isyancıların önderi Garcia’ya bir haber göndermek ister. Garcia Küba Dağları’nda, yerleri bilinmeyen onlarca sığınaktan birinde saklanıyordu. Kendisine posta ve telgrafla ulaşmak mümkün değildi. Tek yol; başkan bir mektup yazacak ve bu bir asker aracılığıyla elden ulaştırılacaktı. Başkan kendini çok çaresiz hisseder. Nerede saklandığı bilinmeyen Garcia’yı nasıl bulacaklardı? Subaylardan biri, “Benim birliğimde Rowan diye bir çavuş var. O bu işi halleder efendim” der.

Rowan gelir. Kendisine mektup uzatılır ve sadece “Bunu Garcia’ya teslim edeceksin” denilir. Rowan mektubu alır, üniformasının yanındaki deri kesenin içine koyar, kesenin ağzını sıkıca büzer ve göğsünün üzerine kayışla bağlar. Başkana, komutanlara selamını verir ve dışarı çıkar.

Rowan yola çıktıktan dört gün sonra Küba’ya varır. Üç hafta boyunca balta girmemiş ormanlarda iz sürer ve Garcia’ya mektubu teslim eder. Size bu yazıda anlatmak istediğim Rowan’ın mektubu götürürken ne büyük tehlikeler atlattığı, onun ne denli kahraman bir asker olduğu değil. Size göstermek istediğim şu: ABD Başkanı’nın makam odasında Rowan’a mektup uzatılıyor ve “bunu Garcia’ya teslim et” deniliyor. Rowan tutup da, Garcia kim, nerede gibi sorular sormuyor. Yaptığı tek şey görevi almak oluyor.

Rowan’ın örnek alınması gereken özelliği, verilen görevi sadakatle kabullenmek, o görevi yerine getirebilmek için hemen harekete geçmek ve görevi eksiksiz tamamlayabilmek için tüm enerjiyi bir noktada toplamak disiplini olduğu görülüyor. Öyle anlaşılıyor ki o dönemde bu etkileyici öykü tüm Koç’ta işe girenlere veriliyormuş. Etkili olduğu da ortada…

“Satıcılık yıllarımda ampul satmak için Kozan’a gitmiştim. Ben ‘Tekfen ampulleri satıyorum, istemem diyen, sipariş vermek istemeyen’ Ankara Bakkaliyesi’ne “Koç ileride size bayilikler verebilir ve de bir ay içinde bu ampulleri satmazsanız dükkanın bir aylık kirasını vereceğim” deyince siparişi almıştım. Kendisi daha sonra Arçelik yetkili satıcısı oldu ve de Tofaş bayiliği de aldı.

Seyahatlerimiz çok uzun sürüyordu, bu aile hayatı için tercih edilen bir durum değildi. Oğlum seyahat dönüşlerinde beni tanımıyordu. İstifa etmeye karar verip babamı aradım ama o yanında çalışmadığım için kırgındı, “bana güvenme, ne halt edersen et” deyince istifa mektubumu yırttım. Annem de bir gün hak etmediğin mirasın sahibi olacaksın deyince, babamın mirasından pay almayacağımı belirten bir vasiyet hazırladım. Babam vefat etmeden önce beni çağırarak hisse senetlerini verdi ama babamın vefatından sonra bunları kardeşime devrettim.

Cengiz Bey’in dürüstlüğünü ve ilkelerini yakından bilen biri olarak babasına, babasının işine karşı yaptıklarını, hisseleri kardeşine devretmesini çok iyi anlıyorum. Yukarıda dedim ya, bir kişiliğimiz var ve kararlarımızla beslenen karakterimiz. O karakter bize bu tür sağduyulu işler yaptırıyor.  Cengiz Bey devam ediyor: 

“İki sene sonra Güneydoğu Anadolu bölge şefliğine terfi ettim. Beni işe alan Uğur Ekşioğlu işe başlamamın üzerinden 9 yıl sonra kendi yerine beni aday gösterdi ve 34 yaşında BEKO genel müdürlüğüne vekaleten bir sene sonra da asaleten atandım.

Sağ sol çatışmalarının yoğun olduğu 1977 senesinde sivil polis refakatinde çalıştım. O senelerde yanıma staja gönderilen Mustafa Koç için Vehbi bey ‘O da senin gibi bu memleketin evladı. Burada yaşamayı öğrenecek’ demişti. 1980 darbesine kadar olan dönem Türkiye’nin en çalkantılı ve karanlık dönemi idi. 1980 darbesiyle işimizi yapar hale geldik.  O dönemde afiş asan bir çalışanımızın çocuğuna kefil olarak ceza almamasını sağladım ve tutuklandıktan sonra beraat eden bir arkadaşımızı tekrar işe aldım, sonra da bayilik verdim. “

1980’li yıllar hepimiz için çalkantılı yıllardı. Ben o zaman 21 yaşındaydım  babamın hayat öyküsünün anlatıldığı kitapta Ülker fabrikalarında yaşananlar ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Ben o dönemde aktif olarak iş hayatında çalışmasam da  yaşananların tanığıydım.Bu nedenle de Cengiz Bey’in o dönemde neler yaşadığını ve hissettiğini çok iyi anlayabiliyorum.  

Cengiz Bey’i  daha sonra  Rahmi Koç lisan eksiği sebebi ile 8 ay için İngiltere’ye göndermiş. Bu dönemde Rahmi Bey’le mektuplaşmışlar. Rahmi Bey’in 1982 yılında bir yöneticisinin İngilizce eğitimini Türkiye’den mektuplarla takibi takdire şayan. Cengiz Bey’i İngilizce  yazmaya motive ederek geliştirmeye çalışması da aynı şekilde sıradışı bir liderlik örneği. Bu mektupların orjinallerini görmek için bile bu kitabı alıp okumanızı tavsiye ederim. 

Daha sonra Arçelik’in stoklarını eritmek üzere bugün bizim GOYA dediğimiz yönetim aracını o yıllarda mükemmel şekilde kullanan Cengiz Bey’i Arçelik ürünlerini pazarlayan satış şirketi Atılım’ın başına getirmiş. Rahmi bey ona bir toplantıda  “BEKO’da nasıl satış öngörüsü yapıyorsun?” demiş ve o da şöyle cevap vermiş: “Ben koklama metodunu kullanıyorum. Sık sık Anadolu’ya seyahat edip şehir şehir, kasaba kasaba dolaşarak hangi köye elektrik gelmiş, buğday rekoltesi ne gibi bilgileri toplayıp bir değerlendirmeye varıyorum”. Kitaptan anladığım o zaman stoğun önemli nedenlerinden biri de fabrika ile satış arasında güvenden kaynaklanan  bir sorun olması. Cengiz Bey önce Arçelik fabrikasının genel Müdürü Hasan Subaşı ile bu sorunu çözmüş ve  uyum içinde çalışmaya başlamış, diyor ki: “Güven, nitelikli insanlara verilen bir haslettir. Güven duyan rahat eder, güven duyulan ömrü boyunca bu değerlerle yaşar.

Cengiz Bey Atılım’da göreve başlar başlamaz %21 seviyesindeki kar marjını %10’a çekmiş  ve yetkili satıcılık sistemini güçlendirmiş. 6 ay sonra yüksek satış miktarlarına ulaşmaya ve hedeflerin çok üstünde kar etmeye başlamışlar. Bulaşık makinesi yatırım kararı için de Vehbi beyi “Bu yıl 40bin sattık seneye 150.000 satarız” diyerek ikna etmişler  ve sonuçta 148.152 adet satmışlar. Anladığım kadarıyla Türkiye için yeni olan  taksitli satış kolaylığı, ön ödemeli kampanyalar, ürün satışında münhasırlık verilmesi ve pazarın nabzını yakından tutmak başarıyı getirmiş. İlk 6 ay sonuçlarında bütçelerinin  çok üzerinde bir karlılıkla çıkmışlar. Fabrikalardaki aksama nedeni ile yetkili satıcılar kotalarını dolduramayınca , primlerini de alamamışlar. Ama Cengiz Bey, Vehbi Bey’in onayıyla bu yüklü miktardaki primi yetkili satıcılara dağıtmış. Bu çok önemli bir konudur. Satıcıyı üzmek gelecekteki satışları riske atmaktır. Sözünde durmak, satıcıya kazandırmak her zaman satışları tetikler. Cengiz Bey’in bu konulardaki hassasiyetini de bilmeyen yoktur.  

Kitapta Arçelik’in ARGE’ye yaptığı yatırımın öyküsü de var. Pazarlama ve satışa  odaklı Arçelik’i ARGE’ye yöneltmek oldukça zor olmuş. Bu proje gizlilik içinde yürütülmüş ama patronlar ve yöneticiler  işe sahip çıkınca da  başarı kendiliğinden gelmiş. Arçelik’in satın alınan “know-how”larla ürün montajlarının yapıldığı bir üretim tesisinden kendi teknolojisini üreten bir fabrikaya dönüşmesinin başlangıç tarihi 1988 senesiymiş. Sonrasını Cengiz Bey’den okuyalım:

“Arçelik bugün dünyanın 3. büyük beyaz eşya üreticisi. Büyüklükleri yönetmenin, liyakatli kişilerin iş başına getirilerek onların iyi yönlendirilmesinden başka yolu yoktur. Genel müdür veya CEO tüketiciyle iletişim kurduğu, müşterilerini yakından gözlemlediği sürece ufku genişler, yaratıcı fikirler üretmeye başlar. Bu arada her ne satıyorsanız önce kendiniz tatbik edin, sattığınız ürünün ne olduğunu, hangi amaca hizmet ettiğini tanıyın ki tüketiciye doğru ifadeyle ulaşıp ulaşmadığını anlayasınız. Her zaman ayda birkaç gün Anadolu’yu dolaşmaya, müşterileri yerinde görmeye, istek ve ihtiyaçlarına uygun ürün ve kampanyalar yapmaya özen gösteriyordum. Seyahatlerimde her bir yörenin kendine ait sözlerini dinlemekten, onları hafızama kaydetmekten büyük zevk aldım. Mesela ‘Kayserili yetişemediği köyün berisinde yatar’, ‘incir ağacından oklava, darı unundan baklava olmaz’ bunlardan ikisi idi.”

Kitabı okuyunca bir kere daha anlıyorsunuz ki her şirket, her marka için GOYA çok önemli bir ihtiyaç. Arçelik’in “akıllı fırın”ı, bölgesel fiyatlama, buzdolabı açma kolunun aşağıya kadar uzandığı ürünlerin bebeklerin dolabı açması nedeniyle üretimden kaldırılması hep GOYA’lardan elde edilen bilgilerle gerçekleşmiş.

Cengiz Bey’in  bu satırlarını okuyunca  Ülker’in kurulduğu yıllardaki başarısını hatırladım. İstanbul içinde de Anadolu’da da müşterinin ayağına giderek, bakkal bakkal dağıtım yapmak için Volkswagen minibüsler alınıp plasiyer işini ilk başlatan biz olduk. O zamanki Nabisco’dan örnek alınan bir modeldir bu. Fakat modeli başarıya ulaştıran o modeli basiretle uygulayanlar olmuştur.

Babamdan hep duyduğum bir nasihat vardı:“Satışın idarecisi değil, satıcısı olun, alakanız olsun. Satışa bulaşın” derdi.  Bana göre satışın %60’ı hevestir. Satış hevesi dendiğinde Asım amcamdan bir hikaye aktarmak isterim.  Asım Bey daha fazla mal satmak için yerinde oturmayarak, bütün Anadolu’yu geziyor. Numuneleri gösterip sipariş topluyor. Bugünkü tabirle lansmanı müşteri ayağında yapıyor. O zamanlar, siparişler Anadolu esnafına Sirkeci’deki ambardan gönderiliyordu.  Ambardan parsiyel olarak dağıtım yapılıyordu. Bu çok sağlıksız bir modeldi. Bisküviler kırılıyor, adreslere geç ulaşıyordu. Ülker, bir kamyon satın aldı.  Nakliye farkı almadan siparişleri kapıya teslim etti. Bu çok büyük ve Ülker’i rekabette öne geçiren bir yenilikti. 

Müşteri şikayetlerini değerlendirip çözüme kavuşturmak da başarımızda önemli rol oynamıştır.

Cengiz  Bey Bosch-Siemens ortaklığına şirkete zarar verir diye  itiraz etmiş ve  sonrasında Koç Holding Dayanıklı Tüketim Grup Başkan Vekilliğine terfi etmiş. Bu konuda Cengiz Bey’in yorumu şöyle:“Gerçek profesyonel yeri geldiği zaman şirketin çıkarlarının icap ettirdiği eylemi patrona karşı dahi olsa ifa eden kişidir. Vehbi bey de bu kişileri son derece önemser, varlıklarına özen gösterirdi”.

Kitabın bir bölümüne “Vehbi Koç’tan Öğrenmek” başlığını atmış. Okuması ilginç bir bölüm. Cengiz Beyin Vehbi Bey’den çok etkilendiği kitabında belli, daha sonra anlattıklarının kendi ağzından kısaca özeti şöyle:“Her hareketiyle örnek oluşturmaya büyük özen gösterirdi. Şirketlerinden en küçük ürünü bile bedelini ödemeden aldığına şahit olmadım. Ev hayatında da tutumluydu. Yazlık evine buzdolabı göndermeme karşı çıkınca, ‘Allah korusun Türk halkı duysa ki, Vehbi Koç kışlıktan yazlığa, yazlıktan kışlığa dolabını taşıyor, Arçelik yazlık evlere buzdolabı satamaz’ diye kabul ettirdim. Vehbi Koç zaman zaman Başkanlarına bir yazı gönderir ve konuşacağı konuları sıralardı, ‘şöyle yapın, böyle yapın’ diye karışmaz ama incelikli sorularla düşündürür ve yanlış yapma ihtimalini ortadan kaldırırdı. Kendisini ilgilendiren her konuyu uzmanına inceletir ve kişisel kararını bu bilgiler ışığında verirdi.

Cengiz Bey’e siyasi teklifler de gelmiş hepsini reddetmiş. İTO’nda (12 yıl), İSO’nda dört dönem meclis üyeliği yapmış. Bu konuda ona bir minnet borcum var. Sanayi Odasında Mahmut Kuşçulu Bey’le birlikte  meslek komitesinde bizi de temsil ediyorladı. Biz kurumsallaşınca, temsilci  olarak bizden  profesyonellerin  olması istenince,  büyük bir anlayış gösterdiler ve yerlerini onlara bıraktılar. Bir kez daha teşekkür ederim. 

Cengiz Bey’in kitapta yer alan şu cümleleri ayrıca takdire şayan:“Geriye dönüp baktığımda Bülend Özaydınlı, Levent Çalıkoğlu gibi çok değerli çalışma arkadaşlarımın olduğunu ve onların bu toplulukta hak ettikleri yere gelmelerinde katkımın olduğunu görüyor, bundan ayrı bir mutluluk duyuyorum. Onlarla çalışırken bir gün olsun ‘Benim yerimi alacaklar’ diye düşünmedim, mümkün olduğu kadar objektif ve adil davranmaya çalıştım“. Kendini değil şirketini düşünen insan yetiştirir, geliştirir, şirketi geleceğe hazırlar, bundan korkan zaten şirketinin önündeki en büyük engeldir.“

Kitabın son cümleleri oldukça duygusal. 2003 yılında Koç Grubu’ndan emekli olan ve hala iş hayatına devam eden Cengiz Solakoğlu şu cümleler ile bitiriyor kitabını: “Hayatta başarının kriteri hayal kurduğun hedeflere tam olarak ulaşmak değildir. Önemli olan, bu hedeflere ulaşabilmek için çok çalışmak, yaklaştığın yerle yetinmek ve mutlu olmaktır. Ben de yetişemediğim köyün berisinde kalarak, ancak köyün yolundan da ayrılmayarak 55 yıllık iş hayatımı mutlu ve onurlu bir şekilde sürdürüyorum.“

*Kapak görseli Yıldız Holding’de düzenlenen Cengiz Solakoğlu ile Yıldızlı Sohbetler bölümünden bir hatıra.

Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez. 

YORUM YAZIN