Kitap

Mağrur olma padişahım senden büyük Allah (CC) var!

LinkedIn

Bayram bitti ama tatili sürüyor, Mustafa Barış Özkök yazmış:“Osmanlı Tarihinden 101 İlginç Olay” (*), kapak arkasında şöyle yazıyor:“Upuzun ve ayrıntılı bilgilerle tıka basa doldurulmuş, o kocaman, kalın tarih kitaplarını aldığınızda karşınızda yükselen tarihin karmaşık görkeminden korkuyor musunuz? O zaman sizleri Türk tarihinin binlerce yıllık uzun ve karanlık koridorlarında birkaç saatlik neşeli bir gezintiye davet ediyoruz.” Kitabın içinde çok sayıda ilginç bilgiler ve  gülümseten olaylar var.

Mesela, padişahların bayram namazlarını kılmak üzere camiye gidişleri dolayısıyla yapılacak törene “bayram alayı” denirmiş.  Bayram sabahı, “muayede” den yani bayramlaşmadan sonra padişah hareme dönüp giysisini değiştirir; ardından tekrar dışarıya çıkar ve atına binermiş. Padişah, orta kapıdan çıkıncaya kadar maiyetindekiler yaya yürürlermiş. Yalnız silahtar ve çuhadar ata binerek padişahı takip edermiş. Orta kapıda onlara kapı ağası katılırmış. Bu kapıdan çıkılırken çavuşlar alkış tutar ve sol tarafta bulunan sadrazam, hükümdarı selamlarmış. Padişahlar çoğunlukla bayram namazlarını Ayasofya ya da Sultanahmet camilerinde kılarmış. Namazdan sonra dönüşte de aynı merasim yapılırmış.

Osmanlı padişahlarının kadir gecesi namaz kılmak için camiye gidiş gelişlerinde yapılan törene “kadir alayı” denirmiş. 19. yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı padişahları, kadir geceleri iftardan sonra teravih namazı kılmak için Ayasofya Camisine gitmişler.Sultan Abdülmecid’den sonra Dolmabahçe ve Yıldız Sarayı civarındaki camilere gidilmiş. Padişahlar, gittikleri bu camilerde cemaatle beraber yatsı ve teravih namazı kılarlarmış. Kadir alayı sırasında Babüssaade’den Ayasofya Camii’ne kadar olan yolun iki tarafı çeşitli kandiller fanuslar ve meşalelerle aydınlatılırmış. Padişah geçerken saray ağaları hep bir ağızdan “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” (*) diye seslenirlermiş. Namazdan sonra padişah aynı alayla saraya dönermiş.

Şimdi hatırladım, ARE bir arkadaşım bana bu lafız hakkında ben halkın bu cesur adetini takdir ederken beni uyarmış ve demişti ki: Dur bakalım, sandığın gibi değil. Aslında ahali padişahım sen haşa Rabbülaleminden hemen sonra geliyorsun diyerek aslında ikaz değil de övüyor muydu?

Benim bayram alayım ise, küçükken babamla beraber İsmet teyzeyi ve Ahmet enişteyi ARE cümlesine, ziyarete Zeytinburnuna gittiğimizde idi. Mahsus kurulan bayram yerinde o devasa kayık salıncaklara binişimizi, çamurlar içinde kalsak bile hiç unutmam.

Mısır seferinden sonra Mekke emirinin Yavuz Sultan Selim’e gönderdiği İslam dünyasının çok değerli eserlerine “mukaddes emanetler” deniyor. Bunlar Topkapı’daki Hırka-i Saadet Dairesi’nde bulunur. Ramazanın on beşi gelince, Ayasofya’da kılınan öğle namazından sonra şeyhülislam ve sadrazam olmak üzere devlet erkanı büyük bir alay halinde “arz odası”na gelirlermiş; padişah da onlarla beraber Hırka-i Saadet Dairesi’ne girermiş. Ben de birkaç kere bu törende bulunmuştum. Gerçek ötesi idi.

İstanbul’da deniz ulaşımı kayıklarla yapıldığı yıllarda Boğaziçi ve Haliç’in çeşitli köyleri arasında yolcu taşıyan kayıklara “piyade kayığı” denirmiş.  Bunların büyüklerine ise “pazar kayığı” adı verilirmiş. Bu kayıklar İstanbul’un çeşitli yerlerinde kurulan pazarlara gidip gelenleri ve pazarcıları taşırlarmış. Ben ortamektebe gideken yazın evin alışverişini Çengelköye sandalla kürek çekerek gider ve Pazar kayığını bekler; bilahare taze manav alışverişini yapar, yine kürekle dönerdim. Eski İstanbul kayıklarının tahtaları genellikle boyanmaz, sadece cilalanırmış. Devlet ve saray adamlarına mahsus kayıklarsa çok süslü ve işlemeli olurmuş. 

Boğaziçi, yaz aylarına denk gelen ramazanlarda tamamen değişirmiş.  Çok sıcak akşamlarda, hele mehtapta, zevk sahibi İstanbullulardan kimisi iftarlarını deniz üstünde, kayıklarda yaparlarmış. Siz de artık ancak 20 sene sonra ramazanlar tekrar yaz mevsimine avdet ettiğinde bu adeti denemelisiniz.

Mevlit ve regaip gecelerinde minarelerde kandil yakılması II.Selim zamanında başlamış. Berat ve Miraç kandili de 1577’de III.Murat zamanında gelenek haline getirilmiş.  Ramazanın birinci gecesinden bayram gecesine kadar minarelerin kandil ile aydınlatılmasıysa 1610’da I.Ahmed tarafından âdet haline getirilmiş. Ramazanlarda bayram gecesine kadar kandil yakılarak, bayram gecesi kandil yakılmaması âdet haline gelmişken, bütün İslam aleminde bayram geceleri şenlikler yapıldığı halde İstanbul’da minarelerin karanlık kalması, III.Ahmed’in bir fermanıyla değiştirilmiş ve minarelere geceleri ateşten kaftan giydirilmiş. Mübarek Mevlit gecelerinde de kandil yakılması bu fermandan sonra âdet haline gelmiş. Yine bir arkadaşım ARE, kandil kutlayanlara bilgilerini test etmek için derdi ki;”Siz neyi kutluyorsunuz, hiç minarede ışık yandı diye kutlama olur mu?”

Dilimizde “bir şeyi durmadan tekrarlamak” anlamına gelen “temcit pilavı gibi” deyimi vardır. Temcit, sabah ezanından sonra minarelerden okunan duadır. Deyimdeki temcit pilavı ise “iftardan kalan ve sahurda ısıtılarak yenen pilav “demektir.  Ay takviminde Recep, Şaban ve Ramazan aylarına “mübarek üç aylar” denir. Osmanlı zamanında temcit üç aylara mahsusmuş.

Osmanlı sarayında bulunan hadım ağalarından zenci veya Habeşi olanlara “Harem Ağaları” denirdi, beyaz ırka mensup olanlarsa “Akağalar” olarak anılırdı. Akağalar her gece yatsı namazından sonra koğuşlarda yabancı kimse kalıp kalmadığını kontrol eder ve arada bir “huu!..” diye seslenirlermiş. Bundan sonra da iç ve dış kapıları kilitler, nöbetçileri kontrol ederlermiş. Ortakapı yatsı namazından sonra kapatılır ve sabah ezanına kadar hiç açılmazmış. Ancak ramazan geceleri dışardan saraya iftara gelenlerin çıkabilmeleri için “meyyit kapısı” denilen kapı açık bırakılırmış. Meyyit kapısı cenazelerin çıkarıldığı kapıymış. Burada kapı ağalarından bir ikisi sırayla sahur vaktine kadar nöbetçi kalırmış.

Kitapta komik ama bir o kadar düşündürücü  olaylar da var: III.Murat eğlenceyi ve müziği severmiş. Etrafında sürekli rakkaslar, müzisyenler, cüceler ve soytarılar bulunur ve bunlara bir avuç altın verirmiş. Ona türlü oyunlar yapıp güldüren bir maskara, bir gün tam kendine altın verileceği sırada, “yok hükümdarım, bugün altın istemem, yüz değnek isterim,” demiş. Padişah nedenini sorunca; maskara, “hele yüz değneğin yarısını vurdurun da nedenini sonra sorun!” cevabını vermiş.  Maskarayı falakaya yatırıp 50 değneyi vurmuşlar. Maskara bağırmış:”Durun bir ortağım vardır, ellisini de ona vurun!”. “Kim?” diye sorulunca maskara şunu söylemiş: “Beni hergün saraya çağıran bostancı, Siz hükümdarımdan ihsanımı alıp giderken yolumu keser, “Seni ben çağırdım, yarısı benimdir!” der ve paranın yarısını elimden zorla alır. Bugün de yediğim değneğin yarısı onun hakkıdır!”. Bu cevap padişahın hoşuna gitmiş. O gün maskaraya iki kat bağış vermiş, bostancı da değnekten 50 adet nasibini almış.

I.Ahmet’in sadrazamları Mehmet Paşa, “Öküz” lakabıyla anılıyordu. Bunun sebebi, bir söylentiye göre Mehmet Paşa’nın babasının öküz nalbandı olması. Birgün Mehmed Paşa çadırında toplantı yapıyormuş ve her nasılsa başıboş bir öküz çadıra yaklaşmış. Misafirler içeri bakan hayvanı görünce gülümsemişler. Durumu anlayan Mehmet Paşa hiç bozuntuya vermemiş ve misafirlerine şunları söylemiş: Hayvan bana ne dedi biliyor musunuz? Seni tanıdım, sen bizdensin ama bu eşeklerin arasında işin ne?”

Kitabın sonlarına doğru ise bir yazımda  fotoğrafını paylaştığım  Fukara Keşkülü şöyle anlatılıyor: Eskiden mevlevi dervişleri hindistan cevizinin içini oyarak bir çanak yaparlardı. Bunun iki ucuna birer halka geçirir, bu halkalara da zincir takarlardı. Derviş bunu boynuna ya da kemerine asardı. Keşküller “sadaka kasesi” veya “derviş çanağı” olarak bilinir. Derviş Farsça kapı kapı dolaşan, yoksul dilenci anlamındadır. Arapça’da ise fakir ile aynı anlama gelir ve sufileri ifade etmek için yine “fakir” veya “fakr” ifadesi kullanılır. 

Derviş ilahi, naat ya da mersiye okuyup keşkülü halka uzatır ve herkes keşküle bir şey koyarmış. Derviş keşkül dolunca tekkesine döner ve keşkülünü aşevinde boşaltırmış. Toplanan yiyecekler aşevinde kalır; para varsa şeyhe teslim edilirmiş. Bu münasabetle içinde birbirine uymayan şeylerin bulunduğu kaba “fukara keşkülü gibi” ,dergaha birşeyler derip devşirmeye çıkan keşküllü dervişe de eli keşküllü anlamında “keşkül bedest” denirmiş.

Süt ve badem yağıyla yapılan , üstüne badem rendesi, fıstık, üzüm, nar gibi şeyler konan tatlıya da birçok şeyden yapıldığından “keşkül-ü fukara” denirmiş. Şimdilerde bildiğiniz sütlü tatlıya sadece “keşkül” deniyor. 

Yazar kitabın önsözünde:“Amacım basittir. Bir saat boyunca okuyanı eğlendirmek” diyor. Ben de bu sayede bayramın son günü sizi biraz eğlendirebildiysem ne mutlu! Daha eğlenmek isteyen kitabı edinsin, okusun. Ben sadece birkaç olaydan bahsettim. Kaldı 7, 8 düzine, e haydi!

(*) Özkök, M. B. (2016). Osmanlı Tarihinden 101 İlginç Olay, İnkılap Yayınevi, ss.224.             

YORUM YAZIN