Sanat

MODERNİZMDEN POSTMODERNİZME SANAT

LinkedIn

GEÇMİŞTEN GELECEĞE, ŞİMDİ NEREDEYİZ?

Sanat da insanlık tarihinde değişerek yol alıyor. İnsanlar neler tartışmışlar. Soyut sanat nasıl ortaya çıktı ve sonra komünist Rusya’da niye yasaklandı. İslam sanatına soyut sanat diyebilir miyiz. Picasso Kübist sanata zaman boyutunu nasıl ekledi. Fotoğrafçılık ve günümüzde dijital ifade tarzları ve görünümler sanat mıdır. Sanatın geleceği ne olacak… Ve benzeri sorulara değinmekle beraber cevaplarım bana kalsın. Ama üstadlar ne demiş, ne yapmış kısaca gözden geçirelim mi? Sizi etkilemek veya ikna etmek değil amacım, farkındalık oluşturmak! Eminim zaman içinde siz de kendi cevaplarınızı bulacaksınız.

Niçin sanat hakkında yazıyorum? Hepimizin öğrenme ve anlamaya ihtiyacımız olduğu için; zira süratle küçülen global dünyada bir ortak anlayış, lisandır sanat, tıpkı muhasebe gibi…

Üç hafta önce Herbert Read’in Sanatın Anlamı adlı kitabını ele almış, dünya sanatından ve  batı sanatından bahsetmiştik. Herbert Read ile sanatçıyı ve sanatını anlamaya, anlatmaya çalışmıştım. Ancak Herbert Read pop sanatına yetişememişti. Pop ise her şeye yeniden bakıyor, yorumluyordu.

Kendimce sanat kavramına bakarken kütüphanemde bir kitap daha keşfettim. Yazar Mehmet Yılmaz, Yıldız Holding Koleksiyonunda eseri bulunan bir sanatçımızdır. Hem sanat yapan hem de anlatan birisi, kitabının adı Modernizmden Postmodernizme Sanat.

Piramid Sanat’ta sergiler açan Mehmet Yılmaz halen Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve yarı zamanlı olarak ODTÜ Güzel Sanatlar ve Müzik Bölümü’nde ders veriyor. 

Resme, başka bir deyişle ikona bakan insan ister istemez kendinle bir sohbete dalıyor. Örneğin fotoğraf sanat mıdır? Öyleyse resme ne gerek var artık? Halbuki gelecekte bugünü sorgularken şimdilerde rokokoyu, baroku konuştuğumuz gibi asırlar sonra da şimdinin paradigmalarını sorgulayacağız, kim bilir?

Mehmet Yılmaz, Taş ve Şat adlı eserinde, ‘Taş’ bir foto-graf, yani ışık-yazıyla karşımızda. Fakat bu görüntü hiç mi yapı bozumuna uğramıyor? Bozuluyor ki, sanatçı bu bozumu kelimeyi tersten okutarak kelimeye de uygulamış, yani hem görüntü hem çağrışım yapı bozumuna uğruyor. Unutmayın sanatta her şey mümkün…

Mehmet Yılmaz. Taş ve Şat. Sol tuval dijital baskı; sağ tuval  yağlı boya. 68×97 cm.  2011

Modernizmden Postmodernizme Sanat, geçen yüzyılın başından bugüne sanat alanında ortaya çıkan başlıca akım ve eğilimleri, toplumsal, siyasal, düşünsel ve teknolojik gelişmeleri anlatan bir kitap.

1980lere kadar sanat dünyasında Modern Sanat ve Çağdaş Sanat kavramları eşanlamlı kullanılıyordu. Oysa yakın tarihteki gelişmelere bağlı olarak, birbirinin peşi sıra çıkan çeşitli yayınlarda Modern Sanat’ı takiben Postmodern yani Çağdaş Sanat veya Güncel Sanat’tan söz ediliyor.

Modern Sanat’ta öne çıkan kavramlar nelerdir? Figüratif denen, aslında soyut mudur? Saf sanat iddiası, bir tür sanatsal ırkçılık mıdır? Modernizm sürmekte midir? Teknolojik buluşlar sanatı ne kadar etkilemektedir? Dün ‘sanat dışı’ denen şeylerin bugün ‘sanat’ kapsamına girmesi nasıl mümkün olmuştur? Bu süreçte öncü sanatçılar kimlerdir? 

İşte bu gibi soruların cevapları üzerinde düşünerek ve Herbert Read-Sanatın Anlamı adlı kitabından hareketle akımlar ve temsilcilerine farklı bir bakış açısından yoğunlaşarak devam edelim (https://muratulker.com/y/butun-sanatcilar-takdir-ister-ya-sanat-danismanlari/).

 Yazıda Empresyonizmden, Post Empresyonizme ve Ekspresyonizme sonra Kübizme ve Dada’ya, İnşacılıktan Gelecekçiliğe bizi, varoluşu anlamaya davet eden bir dolu başlık var. 

Modern nedir? Günümüzde yaygın bir şekilde kullanılan ‘modern’ sözcüğü, Latince’de tam şimdi anlamına gelen ‘modo’ ve ondan türetilen ‘modernus’ sözcüğünden gelir (1).

Haydi gelin 19.yüzyılın ‘moderni’ empresyonistlerden başlayalım; örneğin Claude Monet; eserlerini incelerken akımın genel yapısı ve akımı var eden işaretlere aşinalık bir arada gelişir. Şunu belirtmek lazım, Monet akademik çevrelerde resim sanatına getirdiği yeniliklerden ötürü çok geç kabul görmüş bir isimdir. 

Monet’ye bakınca Mehmet Yılmaz’a göre; artık, ne Tanrı ve din, ne öykü ve ahlak, ne de kasvetli konular vardır resimde. Temel amaç görüneni, anı, ışığı aktarmaktı tuvalden gözlere…

 Auguste Rodin, Calais Burjuvalan, 1886-88, bronz

Akımın heykeldeki yansımalarının temsilcilerinden bir tanesi de Auguste Rodin’di.

Claude Monet, İzlenim: Dogan Güneş, 1873,  tuval üstüne yoglboya, 48 x 63 cm

İzlenimcilerin resimleri gibi, heykelleri de bitmemişlikle suçlanıyordu. Bunun nedeni bir çırpıda bitirilmiş gibi duran heykellerdeki yüzeylerin iyice törpülenmeden, öylece bırakılmış olmasıydı. Kütlenin yüzeyinde yer yer bıraktığı doku ve izler ışığı parçalıyor, bu da heykele izlenimci bir hava veriyordu. Oysa Rodin’in sanatı, izlenimcilikle sınırlanamayacak kadar genişti; ifade ve davranışları iyice abarttığı için anlatımcılığın  giysiye benzemeyen giysiler içinde vücudu iyice gizlediği gibi soyutun sınırlarına gelip dayanyordu (2).

Post empresyonistlerden Cézanne ise izlenimcilerin pek de üstünde durmadığı formu vurgulamayı seçti. Cézanne’ın göze güzel görünen  albenisi olan resimler yapmaya da hevesi yoktu. İleriki yıllarda yapıtlarındaki konili, küplü geometrik referansları bolca kullandığı doğa betimlemeleri, kübizmin temel taşları olacaktı. 

Van Gogh ise Cézanne’ın tersine formun tam karşısında durdu. Resmettiği her ne olduysa doğa veya objelerin biçimini bozarak, alışılmışın dışında renklerden oluşturduğu paleti ve kendine özgü dokunuşuyla yorumladı. Çoğunlukla yalnız geçen, acıklı ve kısa hayatına binlerce eser sığdırdı. 

Van Gogh ile gelgitli dostlukları olan Paul Gauguin ise borsa işleriyle uğraşırken ressam olmaya karar vermişti. Ancak parasal sıkıntıya düşünce karısından ayrılarak önce Paris’i, ardından da Fransa’yı ve Batı kültürünü terk etme kararı aldı. Yeni bir başlangıç için Tahiti’ye gitti, orada üç yıl kadar kaldı; renkli, ilkel ve süslemeci etkiler taşıyan resimler yaptı. İlkel sanatın ruhtan doğduğuna inanan sanatçıya göre doğa, ilkel sanatın hizmetçisiydi. Sanatta önemli olan dışarıdaki doğayı değil, insanın içindeki ruhu yansıtmasıydı. O halde, doğalcılığın hatalarından uzaklaşmakta yarar vardı. Gauguin’in resimlerindeki ışık kaynağının güneş değil rengin kendisi olması işte bu yüzdendi. Renkleri tuval yüzeyine düz bir sekilde sürüyor, bu da resmine süslemeci bir hava veriyordu.

Bir başka post empresyonist ise noktacılık,  yani puantilizm tekniği ile izleyiciyi tanıştıran, çizgiyi ve ışığı noktalara ayrıştırarak betimleyen George Seurat idi. Bu teknikle resmedilen hayat, cisimler ve hareket halinde olan her figür adeta dona kalıyordu. 

Georges Seurat. Çam Ağacı 1905.Tuval üzerine yağlı boya

Gümrük memurluğu da yapan post izlenimci, otodidakt, tropik diyarların da meraklısı Henri Rousseau ise hiç bir resmî sanat eğitimi almadığı halde sanat çevrelerinin ilgisini çekebildi.

Nevi şahsına münhasır üslubu ile tüm modern sanat müzelerinde yerini aldı. 

Görsel: Henri Rousseau. Uyuyan Çingene 1897. (MoMA, 5. Katta görülebilir)

Sonra Kübizm var, ancak arada renkçiler yani fovistler ne olacak? Fovizm, Henri Matisse tarafından oluşturulan, renkleri olduğu gibi, hâliyle, ara tonlar hâline getirmeden resme taşıyan akım. 

Peki Kübizme, dahası modernizme, fotoğraf makinasının icadına değinmeden geçmek mümkün olabilir mi? 

Kameranın icadı ile görüntü tarihi, kameradan önce ve kameradan sonra diye ikiye ayrılır diyebiliriz. Ama fotoğraf makinesi 19.yüzyılın ortalarından beri süregelen modern resim henüz 1910’larda modernist resim haline gelmeden çok önce, 1839’da keşfedilmiştir.

Picasso, yeni dönemine figürü parçalamakla başladı; sıklıkla Cézanne’ı ustası olarak işaret etti. Esinlenmeleri ise sanatçılar arasında adeta bir fobiye dönüşmüş olmalı ki çağdaşlarından film yönetmeni, Kübist, dadaist ve sürrealist Jean Cockteau şöyle der: 

Picasso’nun Paris’e bizleri, beni ya da öteki sanatçıları görmeye geleceğini öğrendiğimizde, kapılarımızı kilitler ya da o an yapmakta olduğumuz işleri saklardık.

Mehmet Yılmaz kitabında Kübizm’in ortaya çıkışının adlandırılışını ayrıntılı olarak açıklıyor.

Georges Braque.Estaque’ta Evler, tuval üzerine yağlıboya, 73 × 60 cm 1908

Kübizmin isim babası Matisse’tir. Matisse, 1908’de bir sergide Braque’ın Estaque’ta Evler isimli resmini görmüş ve ‘küplere benziyor’ diye alay etmişti. İlerleyen günlerde bu söz döndü dolaştı bir akımın adı oldu.

Kübist bir resimde nesne görüntüsü, tuval yüzeyinde çözülerek parçalara ayrılmış, aynı anda birden fazla bakış açısından gösterilmiştir. Bu eşzamanlılık, adından da anlaşılacağı üzere, resme dördüncü boyutun (zaman boyutunun) girmesi demektir.

Bunu açıklamaya çalışalım:

Diyelim ki karşımızda bir nesne var ve onun resmini yapmak istiyoruz. Bir nesnenin resmini yapmak demek, onu belli bir açıdan görmek ve imgesini tuvale aktarmak demektir. Bu işi, geleneksel perspektif kurallarını temel alarak, gerçekte derinliği olmayan bir düzlemde yani tuvalde yaparak becerimize göre inandırıcı bir görüntüsünü elde edebiliriz. Bildigimiz gibi, yassı tuval yüzeyinde, bir nesnenin üç boyutluymuş gibi resmedilmesi, Rönesans’tan beri süregelen bir yanılsatma yöntemidir. Bu yöntemde, tuvalin yassılığı görmezden gelinmiş ve tuval bir uzaymış gibi ele alınmıştır. Bu şekilde boyanan bir tuvaldeki masa ya da gitar görüntüsü belli bir açıdan gösterilmiş, bu yüzden diğer açılar ihmal edilmiştir. Çünkü resim yapma süresince karşımıza model olarak koyduğumuz nesneye hep aynı açıdan baktık. Oysa biliriz ki, o nesnenin göremediğimiz yanları da vardır. Nesnenin diğer yanlarını görmek için çevresini dolaşırsak, uzun ya da kısa, belli bir zaman harcamış oluruz. Ne var ki bir yöntem daha var: Görmesek de düşünebiliriz o nesnenin diğer yanlarını. İşte, resim sanatına böylesi bir düşünsel bakış getirdi Kübizm. Tuvali bir uzay olarak görmekten vazgeçen kübist ressam, bir anlamda, onun derinliği olmayan bir düzlem olduğunu kabul etti; bu arada da modeline şaşmaz bir sadakatle bakmak yerine resmini hafızasındakini kullanarak yapmaya başladı. Resim sanatında Rönesans’tan beri egemen olan tek noktalı bakış açısının terk edilmesi, dünyaya yeni bir açıdan bakılmasına, dünyanın gözden ziyade zihinle algılanmasına yol açtı. Bu, yeni bir dil, dolayısıyla da yeni bir dünya tasarımı demekti. 

Belki kübizmi bu şekilde açıklayabiliriz. Ancak, Braque’ın hele Picasso’nun belli bir kurama yaslandıkları ve sonra da bunu resimde denedikleri gibi bir yorumdan kaçınmak zorundayız. Bu konuyla ilgili olarak zaten Picasso’nun 1923’te söyledikleri şunlardı: “Matematik, trigonometri, kimya, psikanaliz, müzik ve daha ne varsa, kübizmi açıklamak için devreye sokuldu. Teorilerle insanları kör eden kötü sonuçlar doğuran, bu girişimlerin hepsi saçmalıktır demeyeceğim ama, edebiyattan başka bir şey değildir.”

Peki soyut resim nedir? İlk soyut resmi yapan ressam Vassili Kandinski miydi? Evet ama o döneme eşlik eden diğer isimlere de değinelim. 

Mehmet Yılmaz kitabında resmine “zararlı” olduğu gerekçesiyle doğal görüntüleri ilk eleyen ressam Vassili Kandinski (1866-1944) olduğu için, kendisi soyut ya da non-figüratif denen sanatın ilk uygulayıcısı olarak kabul edilmektedir, diye belirtmiştir. 

Ancak Kandinski meslektaşı süprematist ressam Malevich’in resimlerinin bir gün toplum için zararlı olacağı gerekçesiyle soyut resim yapmasının yasaklanacağını tahmin edebilir miydi, bilinmez…

Kandinski, Moskova’da önce hukuk ve politik ekonomi okumuş ancak 30 yaşında sanatçı olmaya karar vererek Münih’e gitmişti. Anton Azbé adında bir ressamdan dört yıl ders alan Kandinski, sonradan yakın arkadaşları olan Aleksei Javlenski ve Franz Marc ile de orada tanışmıştı. Kandinski renge çok düşkündü. Javlenski ve Marc’ın yanı sıra Fransa’daki fovlara ilgi göstermesi bundandı. Renklerin tıpkı müzik notaları gibi insan ruhunda belli titreşimlere neden olduğunu fark ettiği için, resimdeki nesne görüntülerini önce renge dönüştürmek, giderek tamamen atmak istiyordu. Nesne dünyasına duyduğu tepkinin bir nedeni de hayli dindar biri olarak, materyalizme karşı olmasıydı. Sovyetler Birliğini terk etmesinde bunun da çok etkisi olmuştu. Hakikat ruhsal bir şey olduğuna göre, sanat da bunu yansıtmalıydı, kendini nesne boyunduruğundan kurtarmalıydı.

Mehmet Yılmaz’a göre Kandinski’nin sanatı, bireysel ve duygusal bir yöndeyken Piet Mondrian’ınki daha akılcı ve geometrik bir yönde gelişmiştir.

Neo Plastisizm (Yeni Plastikçilik) Mondrian’ın inandığı, fizik ötesi bir dünya tasarımının sanattaki yansımasıydı. Hakikat, ona göre, gözlerimizle gördüğümüz ve nesnelerle dolu bu dünyanın ötesinde, ancak akılla kavranabilen Tanrısal bir şeydi.

Şöyle bir araştıracak olursak, bu dünya tasarımının tarihin her döneminde şu ya da bu şekilde başka coğrafyalarda da bulunduğunu görebiliriz. Örneğin, Platon’da ya da Hristiyanlık ve İslamiyet’te farklı şekillerde işlenen bir görüştür bu. Bir modern ressam olarak Mondrian, bu yola bir zorlamayla değil, kendi iradesiyle gelmiştir. Resminden nesne görüntülerini atması da yine kendi iradesi sonucuydu. Nesneyi dışlayan bir sanat yapıtına soyut deniliyorsa, o halde İslam dünyasında bu niyetle yapılan yapıtlara da soyut dememek için hiçbir neden olmasa gerek! 

Neredeyse dinsel inanç mertebesine yükselttiği bir kurama göre resim yapan diğer bir ressam da Kazimir Malevich’tir (1878-1935). Moskova’da Resim, Heykel ve Mimarlık Okulunda öğrenim gören Malevich’in 1913’e kadar kübist bir eğilimi vardı. Çizgisi, çözümsel ve bireşimsel kübizmden Léger’nin makinemsi figürlerine doğru kaymıştı. 

Kazimir Malevich. Bıçak Bileycisi 1912. Tuval üzerine yağlı boya. 80×80 cm 

Malevich, bu resminden sonra, kompozisyonlarını, hem renk hem de biçim açısından gittikçe şadeleştirmeye başladı ve bir yılın sonunda Sıfır Biçim adlı bir resim yaptı. Sonradan Beyaz Üstüne Siyah Kare diye anılacak olan bu resim 1915’te Petrograd’ da Son Gelecekçi Resim Sergisi’nde çok büyük bir tepki aldı. Tuvaldeki büyük ve siyah kare, daha önceki resimlerdeki geometrik biçimlerin tersine, herhangi bir biçimin soyutlaması falan değildi. Bir imgeden çok bir simge gibi duruyordu. ‘Sığınabileceğim son biçim’ dedigi kare, Malevich’e göre, geçmişle köprüleri atan ve yeni bir sanat için başlangıç değeri taşıyan bir simge, susan hiçliğin simgesi idi.

Kazimir Malevich, Siyah Kare 1915 Tuval üzerine yağlı boya 79.5 x 79.5 cm. Tretyakov Müzesi Moskova

Ancak talihsizlik bu ya, 1917 Rus İhtilali  sonucunda soyut sanat elitist olduğu gerekçesiyle yasaklandı. Malevich’e göre ise toplumun kolayca anlayacağı tipte eserler yapmak onları aptal yerine koymaktı. 

Bir bakıma, Kandinsky ve Mondrian’ı da sollayarak, resimde gidilecek son (en üst) noktaya kadar giden Malevich buna süprematizm adını verdi. Ressamlar, eğer sadece ressam olmak istiyorlarsa özne ve nesneden, konu ya da içerikten vazgeçmeliydi. Mutlak yaratıcılık ancak o zaman gerçekleşirdi. Kübizm böyle bir yolu açmış olabilirdi, ancak asıl hedefe süprematizm (geometrik soyutlama) ile ulaşılabilirdi.

Peki ya Dada akımına ne demeli? En önemli temsilcisi bir satranç ustası olan bu akım, savaşın her şeyi dehşet içinde değersizleştirdiği bir dönemin sonucu olarak ortaya çıktı. 

Anlamların ve mânâların kaybolduğu, sanat tarihinin tüm katmanlarının olanca saçmalıkla Marcel Duchamp’ın temsilî bavulunda birbirine girdiği, absürtün bütün zarafetiyle koskocaman hicivli bir yazıt olduğu muhteşem akım… 

Sanatın koordinatları böylelikle okyanusu geçti. Bilinç dışı, Amerikan sanatının odağı oldu. Amerikan Soyut dışavurumculuğu yeni kıtanın sanatı oldu. Hatta daha ileri giderek Land Art oldu ve döngüsel zaman içerisinde yerini fotoğraflarla müze duvarlarında korumaya devam etmekte. İnsanlar pop dinlemeye, hamburger yemeye, Andy Warhol’u anlamaya ve Claes Oldenburg eserlerini görmeye Amerika’ya gitmeye başlayınca, Pop sanatı Mona Lisa’dan daha çok anılır oldu.

Marcel Duchamp. La Boîte-en-valise. 1936 – 1941.Centre Pompidou. Peggy Guggenheim Collection, Venice (Solomon R. Guggenheim Foundation, New York)

Duchamp’ın eserinin 69 reprodüksiyonunu bir araya getiren (Louis Vuitton tarafından yapılmış) seyahat çantasının “lüks” baskısının 1. edisyonu. 

Evet, sanki yalnız resim değil artık her şey soyutlaştı… Her şey bulanıklaşmaya başladı. Günümüze yaklaştıkça istemesekte hipermetrop oluyoruz, böylelikle 20. yüzyılı da mercek altına almış olduk. 

Bu arada insanlık iki dünya savaşından geçti, ihtilaller oldu. Birinci dünya savaşı, 1917 Rus ihtilali, ikinci dünya savaşı ve bu yıllardan geçen akımlar ise Alman dışavurumculuğu, Dada, Sürrealizm, Fütürizm, de Stijl, Süprematizm, Konstrüktivizm, Post-War, Amerikan soyut dışavurumculuğu, Pop, Fluxus ve Land Art derken daha da kendimize, bugüne, günümüz sanatına yaklaştık. 

Milenyum ise çok daha parlak. Data her yerde, tüm ekranlar, sokaklar ışıl ışıl… her yer sanat ve kavram dolu. Ne diyordu iletişimci kuramcısı Marshall McLuhan…  “20. yüzyıl sanatı reklamdır.” Katılmamak elde değil! 

Tüm insanlık olarak koca evrende veri ve imgenin tam ortasında duruyoruz, sanat kuramı ile haşır neşir olmak çağımızın en önemli gereklerinden biri oldu… Bakmak, görmek, hayal etmek, sezmek, anlamak, anlayışlı olmak lazım; malum yolculuğumuz devam ediyor.

 

Kaynakça

 

  • Habermas J.(1994) Modernlik: Tamamlanmamış bir Proje, Postmodernizm, Necmi Zeka (Haz.), Kıyı Yayınları, 1994, s. 31.
  • Yılmaz, M. (2013). Modernizmden Postmodernizme Sanat, Ütopya Yayınevi, ss.532.

 

 

 

 Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez. 

YORUM YAZIN