Psikoloji

KELİMELER DÜNYAMIZI NASIL RENKLENDİRİR?

LinkedIn

ÖZÜR, ÇOK MAHMULDÜM, YANİ ÇOK YOĞUNDUM, EKSİK KALMIŞ, İÇİME SİNMEDİ. YENİDEN DÜZENLEDİM SİZİN İÇİN…

OKUYUP, BEĞENENLER KUSURA BAKMASINLAR.

BU İMLÂ ADAMI “D”Lİ EDER

Bugün yine ilginç bir konuya gidiyoruz. Konuştuğumuz dil ve kültür ilişkisi. Konuştuğumuz dil algılarımızı etkiler mi?  Kitabımız Türkçe’ye de 2019 yılında çevrilmiş..İsmi “Through the Language Glass: Why the World Looks Different in Other Languages”. Yani kısaca “Dünya Diğer Dillerde Niye Farklı Görünüyor?. Yazarı Guy Deutscher araştırmacı ve akademisyen. Yazar kitabında şu sorulara cevap arıyor: Dil ile düşünüş tarzlarımız arasında anlamlı bir bağlantı var mı? Kavramlar düşünüş şekillerimizi nasıl etkiler? Bir dildeki bütün kavramlar diğer bütün dillerde ifade edilebilir mi? Toplumların dilleriyle kültürleri arasında nasıl bir ilişki vardır? Peki, bir dilin karmaşıklığını, yabancı birinin o dili öğrenmek için çektiği zorluk olarak tanımlayabilir miyiz? Kitaptaki fikirler bana kısa süre önce okuduğum  Usta Kalemlerden Unutulmayan Yazılar kitabından bir yazıyı (1)  aklıma getirdi:

“Bir dostumuzun ifşaatına göre yeni hazırlanan İmlâ Lûgatï’ne uymamız lâzım gelirse ben artık “Halid”i “Halit” şeklinde yazacakmışım;  Mehmed ve Ahmed’ler de öyle yapacaklarmış. Fakat bu isimler birer mef’ul alınca yeniden tebdil-i suret edecekler, yine “d’li olacaklarmış. Deli olmamak işten değil! Meselâ Bay Halit, iki satır ötede “Bay Halide” veya “Halid’i” şekline girecekmiş. Bir yaşıma daha girdim! Has isimlerin değişmesi de ne demek? Velev ki, tek ve son harfi tebeddül etse, o ismin haslığı, hususîliği nerede kalır?

İmlâ Lûgati bize sadece imlâmızı değil, anlaşılan bu gibi nev icat kaidelerle bazımıza adımızı da şaşırtacak. İnşaallah, kitapta, bir kısmımızın yazdığı gibi “tahin helvası”, “tahan helvası” telaffuzunu alarak tadından kaybetmemiştir. Daha neler var ya?

Lâkin ceza kanununa bir madde ekleninceye kadar kendi adımı “d” li yazmaktan vazgeçmem. “d” liyim amma artık kanuna karşı koyacak mertebede değil! REFİK HALID KARAY (1888-1965)”

Benim hiç böyle hiç şahsi bir derdim olmadı. Ama yabancı dil imla sınavlarından daha yüksek not alırdım öz dilim sınavlarından. Babama danıştığımda mesele etme oğlum Türkçemizdeki istisnalar zaten imla kurallarını aşkındır demişti. Neyse benim derdim sözlükle, tercüme ile…

Bir örnek; alignment = hizalanmak diyor sözlük. Doğru gibi gözükse de yanlış, mantıksız hatta tehlikeli! Dil, sözcükler ve manası çok mühimdir hem o toplumun gelişiminde hem o toplumu anlamak için. İşte bunu irdeleyen bir kitap ve etrafındaki düşünceler, anlaşılıyor ki dil araştırmacıları arasında bu tartışmalar bitecek gibi de değil. Buyurun okumaya, bakalım sizi bir konuda daha meraklandırabilecek miyiz..Görüşünüzü yazın ama..

Dilbilimci Guy Deutscher Through the Language Glass (Dilin Aynasından) (2) isimli kitabında dil konusunda birçok konuya yanıtlar aramış, pek çok konuya açıklık getirmeye çalışmış. Öyle anlaşılıyor ki dilbilimciler dil ve düşünce biçim farklarını  konuları uzun zamandır irdeliyorlar.

Yazar kitaba şöyle başlıyor: “Farklı milletlerden filozoflar, halkların karakterlerinin kullandıkları dile yansıdığını yıllardır öne sürdü. Düşünürler genel ilkeyi ortaya koyduktan sonra, belli bir dilin belli özellikleri üzerine ve bu dilsel özelliklerin belli bir halkın özelliklerine ilişkin ne anlattığı üzerine akıl yürütmeye başlar başlamaz dağılıverdi.”

Yazar , kültürel farklılıkların dilde anlamlı biçimde görüldüğünü ve anadilimizin düşünme ve dünyayı algılama tarzımızı etkilediğine dair büyüyen bir bilimsel araştırma külliyatının sağladığı somut kanıtlar bulunduğunu savunuyor.

Çünkü dil, kültür ve düşünce arasındaki en çarpıcı bağlantılar en az beklendikleri yerde, sağduyunun bütün kültürlerde ve dillerde tamamen aynı kalması gerektiğini söylediği yerlerde bulunuyor.

Antropologlar ya da dilbilimciler “kültür”den söz ederken genellikle kelimeyi yukarıdaki tanımlardan daha farklı, çok daha geniş bir anlamda kullanıyor. 1871’de İngiliz antropolog Edward Tylor’ın çığır açan kitabı Primitive Culture’a (İlkel Kültür) şu tanımla başlıyormuş: “Geniş etnografik anlamıyla kültür insanın bir toplumun üyesi olarak edindiği bilgi, inanç, sanat, ahlak, gelenek ve benzeri başka yetenek ve alışkanlıkları içeren karmaşık bütündür.”

Dil Aynası

Dil kültürün bu yönlerinden biri midir? Kültür tarafından mı biçimlendirilir, doğadan mı devralınır? Dile zihnin aynası olarak bakarsak ne görürüz orada, insan doğasını mı, toplumumuzun kültürel uzlaşanlarını mı?

Diller dünyanın bir yerinde başka, bir diğerinde başkadır ve bir çocuğun öğrendiği dilin, kaza eseri hangi kültürün içine doğmuşsa o kültürün dili olduğunu herkes kabul eder.

Örneklere bakalım:

Bostonlu bir bebek, Bostonlu genleri taşıdığı için değil, Boston İngilizcesi ortamında doğduğu için Boston İngilizcesi konuşarak büyüyecektir. Yeni doğmuş bir Pekin sakini, genetik bir yatkınlık sebebiyle değil, Mandarin ortamında büyüyeceği için zamanla Mandarin Çincesi konuşmaya başlayacaktır. Eğer bebekleri değiştirilirse, zamanı gelince Pekinli oğlan mükemmel bir Boston İngilizcesi, Bostonlu kız da mükemmel bir Mandarin Çincesi konuşacaktır. Bu önermeyi destekleyecek milyonlarca yürüyen kanıt dolaşıyor her tarafta.

Dahası, diller arasındaki en bariz fark, nesnelere ve kavramlara farklı adlar, farklı etiketler takmalarıdır ve herkes bilir ki, bu etiketlerin kültürel uzlaşmalar olma dışında hiçbir iddiası yoktur.

Hiçbir çocuk “Bu bir kedi mi, köpek mi?” diye sormaz. Yaşadıkları toplumun dilinde bu kavramları çocuklara öğretmek gerekir ancak, onları nasıl birbirlerinden ayırt edeceklerini söylemek gerekmez. Genellikle resimli bir kitapta birkaç kedi resmi görmek çocuk için yeterlidir; bir daha bir kedi gördüğünde, bu defa sarman değil de tekir kedi de olsa, onun bir köpek, kuş ya da gül olmadığını, kedi olduğunu bilir. Çocukların bu içgüdüsel kavrayışı, benzer nesneleri kümelere ayırmaya yarayan güçlü bir kalıp  tanıma algoritmasının, insan beyninin doğuştan gelen yeteneklerinden biri olduğunu gösterir. “Kedi” ya da “kuş” gibi kavramlar da, dünyayı kategorilere ayırma konusundaki bu doğuştan gelen yeteneğe bir biçimde uygun çalışıyor.

Böylece yazar , “Dil kültürü mü yoksa doğayı mı yansıtır?” sorusuna basit bir cevap vermiş bulunuyor. Dili iki kısma ayırıyor: etiketler ve kavramlar alanı. Etiketler kültürel uzlaşmaları gösteriyor, ancak kavramlar insan doğasını… Her kültür kavramlara keyfi etiketler atayabilir, ama bu etiketlerin ardına gizlenmiş kavramlarsa doğanın emrettiği gibidir.

“Kedi” ve “köpek” gibi bazı kavramlar arasındaki ayrım doğa tarafından net bir şekilde çizilmiş ve bu nedenle de kültürün etkilerinden uzaklaşmış. Ne var ki kültürel uzlaşımlar bazen kavramların iç işlerine karışır.

 “Kedi ve gül gibi  fiziksel nesnelerden mesela “zafer”, “hakkaniyet” veya “haset” gibi soyut kavramlara geçtiğimizde sizce ne olur?”. Bu kavramlar doğada var mıdır?  Yoktur bu nedenle kültür işin içine girer.

Yazar, “biz” yerine bazı dillerde üç farklı zamir bulunduğu varsayımını öne sürüyor. Sen ve ben anlamına gelen bir kelime, sen, ben ve bir başkası anlamına gelen başka bir kelime ve benimle bir başkası, ama sen değil anlamına gelen diğer bir kelime… Bu üç tamamen farklı kavramın hepsi için bizim “biz” diye tek bir kelime kullandığımızı düşünelim. Anlam vermekte zorlanırdık değil mi? Elbette. Ama Filipinler’deki Tagalog dilini konuşanlar için durum tam tersi, çünkü onlar tam da böyle konuşuyorlarmış.

İlgi çekici bir örnek alanı daha: Hayatta en çok önem taşıyan basit vücut kısımları arasında eller, ayaklar, parmaklar ve boyun bulunuyor.. Ama bu farklı olduğu söylenen vücut parçalarının, doğa tarafından bilinçli şekilde birbirinden ayrıldığını söyleyemeyiz.  Mesela el ve kol, tek bir şey midir yoksa iki ayrı şey mi? Cevap yine hangi kültürde yetiştiğinize göre olarak değişir.

“İbranice konuşan biri, çocukken eline iğne yapıldığını söylerse size, doktorunun sadist olduğunu düşünmeyin sakın.” diye uyarıyor bizi yazarımız.  O, aslında el- kol ayrımı yapmayan bir dilde düşünüyor ve bizim ısrarla “kol” dediğimiz elin o bölümünden söz ederken farklı bir kelime kullanmayı atlıyor.

İşte kültür, dilleri bu gibi yönlerden etkiliyor. Dolayısıyla bu alan, doğa ve kültür taraftarları arasında yıllardır süren bir çatışma halini sürdürüyor. Renklerin dili üzerinden kopan savaş ise çok büyük. Peki, bunca şey arasında böylesine uzun tartışmalar yürütülen neden renkler olmuş?

Renkler algımızın oldukça derin bir düzeyinde yer tuttuğu için renk kavramlarına ancak doğa hükmedebilir gibi görünüyor. Ancak renkler  yelpazesinde sınırları belirleme konusunda doğa pek rol oynamamış. Renkler kesintisiz bir süreklilik ile hayatımızda yer tutuyor: Yeşil belirli bir noktada maviye dönüşmüyor; yeşilden maviye, camgöbeğinin, turkuazın milyonlarca tonu aracılığıyla yavaş yavaş geçiliyor. Ancak renklerden bahsederken bu kesintisiz şekilde değişen renk şeridi üzerine ayırıcı sınırlar çiziyoruz: “sarı”, “yeşil”, “mavi” gibi tanımlamalar yapıyoruz.

“Renkleri bölme biçimimiz bir doğa kanunu mu? Sarı” ve “yeşil” kavramları gözümüzün ve beynimizin biyolojik yapısı tarafından tayin edilen, insan soyunun evrensel kabullendiği bilgiler mi? Yoksa sınırlar farklı biçimde çizilebilir mi?

Renk kavramları üzerine tartışma, tamamen pratik gözlemlerle ortaya çıkmış. On dokuzuncu yüzyılın ortasında yapılan keşifler, insanların renkle ilişkisini araştırmak için yapılmış. Renkler için başlatılan araştırmalar evrenselleştikçe evrim, soyaçekim, ırk meselesi gibi meselelerle ile iç içe geçmiş bulunuyor.

Hem doğa hem de kültür taraftarları renk alanını ele geçirmenin genel olarak dil üzerindeki egemenlikleri açısından belirleyici olduğunu düşündüğü için, farklı akımlar arasındaki bu tartışmalarda renk tayfının önemi artış göstermiş.

Buraya kadar, dilin bir dizi kavram ve bu kavramlara ait etiketlerden yani isim vermelerden ibaret olduğu anlamı çıkabilir. Dil bilgisi kuralları olmadan, cümle içinde kelimelerin sıralamasına ilişkin kurallar olmadan, istediği kavramları istediği kadar kullansa da insan düşüncelerini uyumlu bir biçimde iletemez.

Dilbilimciler arasında, günümüzde Noam Chomsky ve ondan etkilenenlere göre  baskın görüş, genel olarak gramerin yani bütün insan dillerinin gramerinin büyük ölçüde doğuştan geldiğini söylüyor. Doğuştancı olarak bilinen bu fikir akımı, evrensel gramer kurallarının genlerimizde kodlanmış olduğunu belirtiyor. Yani doğuştancılara göre gramer evrensel insan doğasını yansıtır; farklı dillerin gramer yapıları arasındaki farklılıklar yüzeysel ve önemsizdir.

Azınlıktaki karşıt görüş sahiplerine göreyse herhangi bir özel gramer kuralının beyne kazınmış olduğunu gösteren bulgular yetersizdir ; kültürel evrimin bir ürünü olarak daha basit ve akla uygun bir açıklaması varken, genleri işe karıştırmaya hiç lüzum yok!

Yazar, hem doğuştancı, hem kültürcü, her görüşten dilbilimcinin, “Bütün diller eşit ölçüde karmaşıktır” sözünü tekrarlayarak boş bir tartışma içerisinde olduğu ifade ediyor ve diyor ki:  gramerin bazı alanlarındaki karmaşıklığının o dili konuşanların kültürünü yansıttığına dair çok sayıda kanıt var!

Peki şimdi başka bir çarpıcı soru soralım: Farklı diller o dilleri konuşanların algılarını farklılaştırır mı? Dilimiz, içinden dünyayı gördüğümüz bir mercek midir?

Yazarın belirttiğine göre Yakın zamanlarda araştırmalarda ortaya çıkan bulgular anadilin kendine özgü niteliklerinin zihni gerçekten nasıl şaşırtıcı biçimlerde etkilediğinin göstermeye başlamış.

Yazar burada Gladstone ve geiger’in araştırmalarına atıf yapıyor (3) Mesela Geiger modern Avrupa dillerinde “önceleri  “mavi” kavramının kendi başına bir kavram olarak tanınmadığını, siyah ya da yeşilin içinde düşünüldüğünü ortaya koymuş. Mavi öncesi dönemden de önce gelen, dönemde yeşilin sarıdan ayrıştırılmadığı bir dönemin bulunduğunu da öne sürmüş. Daha da önceki bir dönemdeyse “sarı” bile bugün bildiğimiz “sarı” değilmiş, çünkü daha sonra sarı anlamına gelecek kelimelerin kökeninde kırmızımsı renkler için kullanılan kelimeler bulunuyormuş.

Geiger buradan yola çıkarak  sarı öncesi dönemde, “renk duyusunun en ilkel aşaması olarak bir siyah-kırmızı ikiliği ortaya çıkmıştır” diyormuş. Araştırmacılar insanın renk algısının “renk tayfı şemasına uyarak” aşama aşama arttığını öne sürüyorlar.  Önce kırmızıyı algılama yeteneği geldi, sonra sarı, sonra yeşil, en sonunda da mavi… Ve buradaki asıl bu gelişmenin bütün dünyadaki farklı kültürlerde tamamen aynı sırayla gerçekleşmiş olması, diyorlar.

Yani, Geiger ve  Gladstone yıllar boyunca kültür-doğa tartışmasının merkezinde kalacak olan temel meseleyi, yani gözün görebildikleriyle dilin anlatabildikleri arasındaki ilişkiyi açıkça ortaya atmışlar..

Daha sonra  Hugo Magnus’un 1877’de çıkardığı renk duyusunun evrimi konulu kitabında ortaya attığı kuram da Geiger ve Gladstone’un yazdıklarını  desteklemiş. Magnus’a göre karanlık bastıkça renkleri ayırt etme yeteneğimizi kaybederiz; parlak renkli nesneler bile belirsiz gri bir renk alır. Eskiler güpegündüz aydınlıkken de dünyayı böyle algılıyormuş. Magnus, Gladstone’un yirmi yıl kadar önce bel bağladığı evrim modelini benimsemiş. Sürekli ve kesintisiz olarak ışınlara maruz kalması yüzünden retinanın performansı giderek artmış, retinanın duyarlı unsurlarının hassasiyetini artırarak sonunda renk algısının ilk işaretlerini ortaya çıkarmış. Edinilmiş gelişmeler bir sonraki kuşağa aktarılınca , sonraki kuşakta duyarlılık uygulama  sayesinde daha da artış göstermiş.

Ancak  Darwin’in kendisi de dâhil birkaç önde gelen Darwinci, Magnus’un senaryosunun başka açılardan derin hatalar içerdiğini hissetmiş. Bu hataların ilki ve en önemlisi, renkli görüşün gelişmesi için inanılmayacak kadar kısa bir süre varsayması. Renkli görüş gibi karmaşık bir mekanizmanın sadece birkaç bin yıl içinde öyle radikal değişiklikler geçirmesi bu bilim insanlarına özü itibarıyla olanaksız görünüyordu.

Renk kavramları Gladstone, Geiger ve Magnus’un inandığı gibi doğrudan doğruya doğamızla mı belirleniyordu, yoksa sadece kültürel uzlaşmalar mıydı bunlar? İşte Magnus’un görüşleri etrafında dönen tartışma, dilin kavramları üzerine doğanın ve kültürün hak iddia ettiği açık savaşın başlangıcı oldu. Görme duyusunun kendisi değişmiş olamayacağına göre, tek açıklama eskilerin renk tasvirlerindeki muğlaklığını dillerinin kusurlu oluşuna bağlamaktı. Başka bir deyişle, öne sürdükleri görüş eskilerin dillerinden hangi renkleri algılayabildiklerinin çıkarılamayacağıydı.

Morla siyah, yeşille sarı ya da yeşille mavi arasındaki farkı görebilen insanların, dillerinde bu ayrımları ifade etmeye zahmet etmeyebileceği nasıl düşünülebilirdi? Kültür yanlılarının  tartışmayı sona erdirmek gereksindikleri, yeşili, maviyi ve başka renkleri gören, yine de altına yeşil, atlara ve ineklere kırmızı, koyunlara mor diyen birilerinin bulunduğunun ortaya çıkarılmasıydı. Bu nedenle de spotları  “vahşilere” çevirdiler. Ama renkleri ayırt edemeyen tek bir kabile bile bulamadılar. Mesela son araştırmalar göre Papua Yeni Gine de konuşulan Dani, Liberya’da konuşulan Bassi dillerinde renkler sadece Açık ve Koyu ile ayırt ediliyormuş ama yine de bir ayırt etme işi varmış (4)

Kısa bir süre önce  düşünmesi bile olanaksız görülen şeyin düpedüz bir olgu olduğu ortaya çıkmış: İnsanlar renkler arasındaki farkı görmelerine rağmen onlara farklı adlar vermeyebiliyorlardı.

Renkler konusu, alışılmış olmamanın her zaman doğal olmama anlamına gelmediğini apaçık ortaya koydu. Mesela sarıyı, açık yeşili ve açık maviyi aynı rengin farklı tonları olarak alan bir dil bize anlaşılmaz ölçüde yabancı gelebilir; ama ana vurguyu renge değil parlaklığa yapan, ayrı bir yer verilen tek ana rengin kırmızı olduğu, bir kırmızılık taşımayan bütün parlak renkleri doğal olarak aynı kavram altında toplayan bir dilde bu ayrım oldukça anlamlıdır.

Bu noktadan sonra Deutscher tartışmayı gramer alanından örneklerle sürdürüyor.  “Gramer sistemlerinin belli başlı diller arasında bile farklılık gösteren çarpıcı bir yönü, kelimelerin sıralanmasına ilişkindir.” diyor ve ekliyor: Mesela Japonca ve Türkçede kelimelerin ve gramer unsurlarının dizilimi İngilizce ile taban tabana terstir.  Türkçe, “Padişah vezirini ordularının başına getirdi” cümlesini ele alalım. Her unsurun sözlük çevirisi yapıldığında ortaya çıkan “Sultan vizier his troops his of head their to brought” cümlesi, İngilizce konuşan biri için, neredeyse cümlenin Türkçesi kadar anlaşılmaz. Dili Türkçe olan ve İngilizceyle ilk kez karşılaşan biri için de İngilizcenin dizilimi (“the Sultan brought his vizier to the head of the troops” – “Padişah getirdi vezirini başının ordular”) aynı derecede acayip görünecektir.

Doğuştancılar için  genetik olarak kodlanmış gramer, birkaç parametre yani “aç- kapa” düğmesi gibi düşünülebilecek, önceden programlanmış bir dizi seçenek içerir. “Çocuklar anadillerini edinirken gramer kurallarını öğrenme gereksinimi duymaz; beyin, içinde bulunduğu dile uygun biçimde, önceden programlanmış parametreleri ayarlar sadece. Doğuştancılar bu birkaç aç-kapa düğmesinin farklı biçimlerde ayarlanmasının, dünyadaki bütün dillerin gramer yapılarındaki çeşitliliği açıklayabileceğini iddia ediyorlar.

Birkaç düğmeye belli bir biçimde bas, İngilizcenin gramerini elde et; birkaç düğmeyi diğer türlü ayarla, İtalyancanın gramerini elde et; birkaçını daha ters çevir, Japoncanın gramerini elde et…Doğuştancıların gramerin doğuştan geldiği yolundaki inatçı iddiaları, kültürcülerin aynı ölçüde kararlı itirazıyla karşılaştığını söylüyor yazar.

“Bütün diller eşit ölçüde karmaşıktır.” diyormuş modern dilbilim. Yazar yine bu cümleyi konumuza bağlıyor.. Dilin karmaşıklığı, dilbilimcilerin ileri sürdüğü gibi, insan soyunun doğasını yansıtan evrensel bir sabit midir; yoksa konuşanların kültürünü ve toplumunu yansıtacak biçimde değişken midir?

Basit kabilelerde konuşulan yüzlerce dilin derinlemesine incelenmesi sonucunda, tek bir kabilenin dilinin bile “Ben var uyumak burada” düzeyinde olmadığı görülmüş. Yazara göre: aynı şekilde, kuşaklar boyunca iletişim aracı olarak iş görmüş hiçbir dil belli bir karmaşıklıktan yoksun olamaz; ama bu, bütün dillerin eşit ölçüde karmaşık olmasını da gerektirmez.

Aslına bakarsanız eşit karmaşıklık dogması hiçbir kanıta dayanmaz. Bütün diller şöyle dursun, tek bir tanesinin bile genel karma­şıklığını ölçen bir kimse olmamıştır. Bir dilin genel karmaşıklığının nasıl ölçüleceği konusunda fikri olan bir kimse bile yoktur.

Dillerin, fikirleri ifade etme yeteneğine pek bir faydası bulunmadan karmaşıklığı artıran anlamsız düzensizliklerle dolu olduğunu, bir yabancı dil öğrenmeye çalışmış olan herkes zor bir şekilde öğrenmiştir. Mesela düzensiz geçmiş zaman haline sahip fiilleri düzenli hale gelse, İngilizce ifade gücünden hiçbir şey kaybetmez.

Peki, bir dilin karmaşıklığını, yabancı birinin o dili öğrenmek için çektiği zorluk olarak tanımlayabilir miyiz?

Sorun, bir dili öğrenmenin zorluğunun, öğrenen kişinin anadilinin ne olduğuna bağlı olmasıdır. İsveççe çocuk oyuncağıdır, eğer Norveçliyseniz. Ama anadiliniz İngilizce ise, İsveççe de İspanyolca da zordur. Yine de İngilizce konuşan biri için ikisi de Çinceden ya da Arapçadan karşılaştırılamayacak ölçüde daha kolaydır. Bu Çince ve Arapçanın nesnel olarak daha zor olduğu anlamına mı gelir? Hayır, çünkü anadiliniz İbranice ise Arapça size hiç de zor gelmez; anadiliniz Tayca ise İsveççe ya da İspanyolcaya kıyasla Çince daha az zordur. Kısacası, öğrenme güçlüğüne dayanarak bir dilin karmaşıklığına ilişkin bir ölçü geliştirmenin açık bir yolu yoktur, çünkü her şey hangi noktadan başladığınıza bağlıdır.

Uzun lafın kısası, iki dilin genel karmaşıklığım kıyaslamak için keyfi olmayan nesnel bir ölçü tasarlamanın yolu yoktur.

Yazara göre: “Dilin genel karmaşıklığının peşine düşmek umutsuz bir çaba olabilir ama karmaşıklık kavramından tamamen vazgeçmemiz gerekmez. Aslında genel karmaşıklık hayaletine sırtımızı dönüp dilin belli özel alanlarındaki karmaşıklığı hedeflersek ele avuca gelir bir şeyler yakalama şansımızı oldukça arttırırız.” Dilin belli alanları yeteri kadar özenle tanımlanırsa  bu alanların tek tek her birindeki karmaşıklığı ölçmek pekâlâ mümkün olur.

Mesela sadece dilin sahip olduğu fonemleri (farklı sesleri) sayarak ses sitemnin büyüklüğünü ölçebiliriz. Ya da fiil sistemine bakarak fiillerde kaç farklı kipin bulunduğunu ölçebiliriz. Diller bu yolla karşılaştırıldığında, gramerlerinin belli özel alanlarındaki karmaşıklık açısından ne kadar değişkenlik gösterdikleri ortaya çıkar. Dilin, karmaşıklığı kültüre bağlı olarak değiştiği genel olarak teslim edilen bir alanı varsa o da kelime dağarcığıdır. Buradaki bariz ayırt edici çizgi, okuma yazması olmayan toplumlarla yazılı geleneği olan toplumlar arasındadır.

Yazısı olmayan küçük toplumların dillerini tanımlayan  dilbilimciler, kelime hazinelerinin ortalama büyüklüğünün üç ile beş bin kelime arasında olduğunu tahmin ediyor. Buna karşılık büyük Avrupa dillerine ait iki dilli bir küçük sözlük tipik olarak en azından elli bin madde içerir. Daha büyüklerinde bu sayı yetmiş-seksen bine çıkar. Orta büyüklükte tek dilli İngilizce sözlüklerde yüz bin civarında madde bulunur.

Şimdi tüm bunları okuduktan sonra benim için, Jöntürklerin o zamanlarda Fransızca gibi gramer ve telaffuzu daha zor olan, hatta daha önce duymadığınız bir kelimeyi doğru okumayı bile beceremiyeceğiniz bir dili kolayca öğrenmişlerken, şimdi bizim en az yarım asırdır yaygın ve zorunlu olarak öğrettiğimiz İngilizce öğreniminde niye başarıya ulaşamadığımız muammadır.

Ben bir şans eseri İEL, İstanbul Erkek Lisesi’ni tercih edince hayli zor bir grameri ve fakat telaffuz kolaylığı olan Almanca’yı iyice öğrenmiştim. Fen, Matematik ve tabii lisan derslerimize Alman hocalar gelir ve asla başka dil konuşmazlardı. İlk işimiz 2500 kelime ezberlemek olmuştu. Ama daha sonra Almanca ve hatta İngilizce edebiyatını okumak bana hep zor gelmişti. Herhalde yaşam felsefeleri ve geçmiş dönemlerini benimseyememiştim. Türk edebiyatını ise bu talihsizlikle hiçte istediğim gibi okuyamadım.

Boğaziçi Üniversitesinde aynı şekilde İngilizce eğitim görünce mezuniyetim sonrası kendimi ders ve tanımlar açısından Türkçeleştirmek zorunda kaldım. Bunu Almanca’dan Türkçeye de İEL’den mezun olurken üniversite imtihanına hazırlanırken yapmıştım. Halbuki tüm Alman üniversitelerine kabulüm vardı. Ama arkamı dönüp ülkeme gidememiştim.

Yedi yıl İEL, beş yıl BÜ tahsilimde Batı kültürü ve hayatı ile aşina olmuştrum. İlk işim de Suudi Arabistan’da olunca arap dili ve kültürüne de aşina oldum. Daha sonra da işim gereği Fars, Turan, Japon, Çin, Rus ve neredeyse diğer bütün ülke ve halklarla tanıştım ve çalıştım. Tahsil yıllarımda edindiğim yabancı dil ve hocalarımın sair dünyaya intibakımda çok faydası olmuştur. Mesela Amerikalılar’la selamlaşmadan, Almanlar’la tanışmadan, Araplar’la tıpkı Anadolu’daki gibi küçük geleneksel bir tanışma (merhabalaşmak) olmadan… başlayamazsınız.

Dil Merceği

Baştaki soruya tekrar dönelim. Anadilimiz düşünme ve dünyayı algılama tarzımızı belirliyor mu?

Yazarın ortaya koyduğu üzere: 1924’te Edward Sapir’in Avrupa dışı dillerin incelenmesine dair yaygın önyargı, bir yüzyıl önce hiç şakası olan bir şey değildi. O sıralar sadece “ortalama entelektüeller” değil bizzat dilbilimciler arasında da genel kanı, ciddi incelemelere layık dillerin Latince ve Yunancadan ibaret olduğuydu.

Sonra dilbilimci, filozof, diplomat, eğitim reformcusu, Berlin Üniversitesi’nin kurucusu ve on dokuzuncu yüzyılın yıldız isimlerinden biri olan Wilhelm von Humboldt (1767-1835) sahneye çıktı. Humboldt dilbilgisi kuralları arasındaki derin farklılıkların neden aslında çok daha önemli şeylere açılan bir pencere olduğunu açıklamak için çok uğraşmıştı. Anadil yalnızca zaten bilinen bir hakikati ifade etmenin aracı değildir, daha çok önceden bilinmeyen hakikati keşfetmenin aracıdır, diye düşünüyordu. Öte yandan, mademki “dil düşünceyi şekillendiren organdır”, o halde gramerin yasalarıyla düşünmenin yasaları arasında sıkı bir ilişki olmalıdır. Nitekim Humboldt’un vardığı sonuç şuydu:”Düşünme yalnızca genel olarak dile bağlı olmakla kalmaz, aynı zamanda bir ölçüde tek tek dillere de bağlıdır.

Ona göre diller arasındaki gerçek fark, bir dilin neleri ifade edebileceği noktasında değil, “bir dilin kendi içsel gücüyle, o dili konuşanları ne yapmaya teşvik ve tahrik ettiği” konusuydu.

Edward Sapir, dilin felsefi fikirler üzerindeki etkisine ilişkin iddiaları alıp anadilin gündelik düşünce ve algılar üzerindeki etkisine uyarladı. Dilsel biçimlerin dünyaya uyum sağlama çabamız üzerindeki zorbaca egemenliği üzerine konuşmaya başladı ve kendinden öncekilerin yapmadığı bir şeyi yaparak böyle sloganlara gerçek bir içerik kazandırmaya girişti. “Sapir-Whorf hipotezi (dil farklı kültürlerin dünyayı farklı algılamasına yani göreli bir dünya algısı yaratmasına yol açar)   böylece ortaya çıktı.

Bu kısımda yazar dilbilimciler ve fikirleri arasında tarafını seçmiş görünüyor ve bütün bu hipotezleri paylaşarak, eleştirilerini okuyucuya açıkça aktarıyor.

Aslında tam olarak söylediği neydi, Deutscher’ın açıklamasına odaklanarak:”Dilsel kısıtlar altında düşünmek istemiyorsak, düşünmeyi bırakmamız gerekir”

“Dilsel görecelikte yanlış olan ne varsa hepsini güzelce özetleyen bir cümledir bu.” diye belirtiyor yazar.  

Elbette George Orwell’in 1984 romanından verdiği örnek çok şey anlatır: “Söz edilmezse, böyle bir falsolar listesi eksik kalır. Bu romanda siyasi iktidardakiler dilin gücüne öyle inanırlar ki, aykırı kelimeleri kelime dağarcığından silerek bütün siyasi muhalefeti ortadan kaldırabileceklerini varsayarlar. Sonunda düşünce suçunu kelimenin tam anlamıyla imkânsız hale getireceğiz, çünkü böyle bir şeyi ifade edecek kelimeler olmayacak.” Peki ama burada durmak neden? “Açgözlülük” kelimesini yok etsek de dünya ekonomisinin sorunlarını hallediversek, “ağrı” kelimesini atsak da parasetamole harcanan onca paradan tasarruf etsek, “ölüm” kelimesini çöpe atsak da evrensel ölümsüzlük için pratik bir çözüm bulsak iyi olmaz mı?”

Humboldt’un iki yüz yıl önce bizzat fark ettiği gibi, herhangi bir dilin o dili konuşanlara herhangi bir şeyi düşünmeyi yasakladığına dair hiçbir bulgu olmadığına göre, anadilin etkisi, farklı dillerin o dilleri konuşanların ne düşünmelerine izin verdiği sorusunda aranamazdı.

Daha sonra yazar bakışımızı Sapir- Whorf hipotezi yerine, Boas-Jakobson ilkesi  (bir dilde kavramlar o dil elverdiği ölçüde  tartışılabilir) (5) diye adlandırılabilecek temel bir kavrayışa çevirmemiz gerektiği fikrini savunuyor. Boas 1938’de gramerin dildeki rolüne ilişkin keskin bir gözlem yapmış. Ona göre gramer, kelimelerin cümle içindeki ilişkisini belirlemeye ek olarak önemli bir işlevi daha yerine getiriyor, her deneyimin dile getirilmesi gereken yönlerini belirliyordu.

Boas’ın gözlemi Genel Antropoloji adlı bir kitabın “Dil” başlıklı bölümünün içinde, gramer üzerine küçük bir altbölümde dikkat çekmeyecek bir yere konmuş ve önemi tam olarak anlaşılmamıştı, ta ki yirmi yıl sonra, Rus asıllı Amerikalı dilbilimci Roman Jakobson, Boas’ın fikrini bir özlü sözle ifade edene kadar: “Diller esas olarak neyi aktarabildikleri açısından değil, neyi aktarmak zorunda oldukları açısından ayrışırlar.”

Başka bir deyişle kuramsal olarak her dil her şeyi ifade edebileceği için- diller arasındaki can alıcı fark, her dilin konuşanlara ifade etme imkânı tanıdığı şeylerde değil, konuşanları ifade etmek zorunda bıraktığı şeylerdedir.

Dilin İkili Bir Yaşamı Vardır.

Kamusal rolü açısından dilin, o dili konuşanların oluşturduğu topluluğun, etkin bir iletişim sağlamak amacıyla üzerinde anlaştığı bir uzlaşımlar sistemi olduğunu düşünüyor yazar.

Dilin etkin bir iletişim aracı olarak işe yaraması için o dili konuşanların zihinlerindeki özel bilgi sisteminin, kamusal dil uzlaşımları sistemiyle sıkı bir uyum içinde olması gerekir. İşte bu uyum sayesinde, bütün evrendeki en harika ve en ele avuca gelmez şey olan zihnimizde olan bitenin yansımalarını dilin kamusal uzlaşımlarında bulmak mümkün oluyor.

Dilimizin dünyayı kavramlara bölme tarzının doğa tarafından belirlenip bize sunulan bir şey olmadığı ve neyi “doğal” bulduğumuzun büyük ölçüde hangi uzlaşılarla  yetiştirildiğimize bağlı olduğu açıklığa kavuşturuyor kitap. Neyin öğrenilebilir ve iletişim için mümkün olduğunu belirleyen kısıtlarla, en basit kavramların nasıl tanımlandığı gösteriyor.

Dilin düşünce üzerindeki kanıtlanabilir etkisi, daha önce herkesin kulaktan duyma bilgilerle bildiklerinden çok daha farklı görünüyor. Özel olarak, anadilimizin entelektüel sınırlarımızı sınırladığı ya da başka bir dilde kullanılan kavram ve ayrımları anlama yeteneğimizi kısıtladığı yönünde hiçbir bulgu bulunamamış. Anadilin asıl etkisi belli tür deyişlerin sık kullanımı ile oluşan düşünce alışkanlıklarında gizli.

“Farklı görmek üzere eğitildiğimiz kavramlar, anadilimizin bizi sürekli vermek zorunda bıraktığı bilgiler, dikkatli olmamızı istediği ayrıntılar ve bizi maruz bıraktığı tekrarlanan çağrışımla bütün bu konuşma alışkanlıkları, dilin kendisine dair bilgimizden daha fazlasını etkileyen düşünce alışkanlıkları yaratabilir.” diyor yazar.

Toplumun yapısıyla gramerin yapısı arasındaki bağlantılara ilişkin araştırmalar ise henüz netleşmiş görünmüyor.

Şöyle bitiriyor yazar kitabını: “Daha çok şey bilseydik, sadece beyinde olup biteni doğrudan gözlemler ve doğa ile kültürün dilin kavramlarını nasıl şekillendirdiğini kesin olarak belirleyebilir, gramerin herhangi bir parçasının doğuştan gelip gelmediğini saptaya bilir, düşüncenin belli bir yönünün dil tarafından tam olarak nasıl etkilendiğini kavrayabilirdik.”

Öyle görünüyor ki dil bilim alanındaki bilgi birikimi böyle sürüp gidecek. Bana göre de hiçbir dil diğerindne daha zengin, daha fakir, ya da daha güzel diye küçümsenmemeli ya da üstün görülmemeli. Öyle görünüyor ki diller gereksinim duydukları sözcükleri üretiyor ya da ödünç alıyorlar. Türkiye’de elektiriğin köylere, kasabalara ulaşmadığı dönemde aydınlatmayı sağlayan gaz lambası, şinanay, ispirto ocağı, lüks günümüzde yok olmuştur. Tayyare’nin yerini de uçak almış, Teyyare diyene de bir süre “demode” gözüyle bakılmıştır (6). Diller bana göre de kültürleri özetler. “Demode” sözcüğüne takıldınız değil mi? O sözcük Türkçe’ye nerden ve hangi gereksimle geçmiş onu da siz bulun..Umarım merakınızı dil alanına çekebilmişimdir. Eğer öyleyse fikir ve kitap önerilerinizi yorum alanına beklerim..

————————————

Kaynakça

  • ……………(2020), Usta Kalemlerden Unutulmaz Yazılar, Derin Tarih Dergisi Yayınları.

Deutscher Guy(2016) Through the Language Glass : Why the World Looks Different in Other Languages, ss.320.

Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YORUM YAZIN