Sanat

Karin Kneffel: Ben mutfak değilim (I am not a kitchen!)

LinkedIn

Haymatlos Almanca Heimatlos kelimesinden Türkçemize geçmiş, vatansızlık, yurtsuzluk, hiçbir devletle vatandaşlık bağı olmayan kişileri tanımlamak için kullanılan bir terim. (1)

Her kavram kendi zıttını doğurur, o yüzden vatansızların temeli de Eski Roma’da ‘yurttaş’ kavramının çıkışına dayanır. Bu tarihi kavramın yakın tarihte Almanya-Türkiye bağlamında iç içe geçmişliği vardır. Karin Kneffel de sergisinde vatansız kalma kavramı Haymatlos’u Almanya ve Türkiye arasında kurulan bir diyalog üzerinden ele almış. 1930’larda Almanya’dan, kendi vatanlarından, çeşitli nedenlerden ayrılmak zorunda kalan ve Türkiye’ye gelerek ülkemize eğitim ve sanat alanında önemli katkıları olan üç haymatlostan bahsediyor sergi.

Kelimenin öyküsüne bakacak olursak; 1950’li yıllarda Türkçemize, özgün kelimenin Almanca telaffuzundan girmiş, 60’lı yıllarda anlamından uzaklaşarak Almanya’ya çalışmaya giden Türkler ve onların bir sonraki kuşak gurbetçilerinin üzerinde farklı anlamlar kazanmış. O yüzden serginin bu iki ülke arasında bağ kurarak adını bu terimden almasını çok doğru buldum. Kneffel, bir kelimenin izini kendi sanatıyla, tarihsel ve coğrafi açılardan katmanlar halinde özenle dokumuş.

Sergideki toplam 19 eser, İstanbul’da yaşamış üç haymatlosun izlerini sürüyor; Bruno Taut (1880–1938), Rudolf Belling (1886–1972) ve Margarete Schütte-Lihotzky (1897–2000)

Karin Kneffel, İsimsiz,2020, Tuval üzerine yağlıboya ,180 x 240 cm. Bruno Taut’un evinin içi resmedilmiş.

“Pencerelerden genelde su damlaları akar. Kneffel bu cam yüzeyden içeri bakarken siyah-beyaz fotoğrafları rengârenk hayal eder. Bu dünya, öbür dünya; yaşayanlar burada, ölüler orada. Bu kompozisyonların en derininde yatan tekinsiz şey, o resme bakan bizlerin hangi tarafta olduğumuzu tam olarak bilemeyişimizdir. Orada beyhude motifler görürüz: yanıp tükenen mum, gösterişli lale natürmortları.

Bruno Taut’un evinin içini gösteren sergideki iki büyük resmi yapmak için Kneffel, evin 1938 yılında ve 2018 yılında çekilmiş fotoğraflarından çalışır. Sıcak tonların hakim olduğu bu resimde, su damlacıklarının ardından evin içi görülür. Hem cama düşmüş izlenimi yaratan su damlacıkları hem de arkasında yer alan mekân tek bir düzlemde, aynı netlikte resmedilir. Damlacıklara yaklaşıldığında onları dikkatli incelediğimizde içlerindeki belli belirsiz yansımaları fark edebiliriz. Damlacıklarla beraber resmin üst tarafında görülen ışık yansımaları gözümüze çarpar. Bu, fotoğraflarda kullanılan bir ışık efektini bize anımsatır. Pencereden görünen Boğaz’ın karşı kıyısını işgal etmekte olan binalar, koltuk döşemesindeki desenler gibi detaylar günümüze yakın bir tarihe işaret etse de kullanılan renkler ve resmedilen aksesuarlar daha geçmişte bir zamanı anımsatır.” (2)

İşi yaratıcılık olan ve zor şeyler yaşamış olan üç haymatlosun hayat öyküleri ve bu öykülerin bir başka sanatçının gözünden aktarılıyor olması görülmeye değerdi. Ne de olsa yaratıcılık dünyadaki sorunları çözme biçimini yönlendiren en önemli unsur. Doğrusu Karin Kneffel resimlerini izleyicisinden bağımsız düşünemedim. Eser; “izleyicisi ile” tamamlanıyor sanki. Hatta belki de, ancak bu şekilde bitmiş oluyor. Bu bağlamda sanatçı galeri ziyaretçisine nerede duracağını, resme nereden bakacağını söyleyerek hayal dünyasından salt iç mekan önermelerini sunmakla kalmıyor, izleyiciyi de konumlandırıyor. Dış dünya, galeri ve galerinin içindeki biz; yani sergiyi gezenler, matruşka bebekleri gibi zamanın mekansal katmanlarına karışıyoruz.

Kneffel, arşivsel fotoğraflardan yararlanmış olduğu için, eserlerinin karşısına geçip bir yağlı boya tablo izliyormuşçasına değil de, başka bir yerde, bizlerin görmediği bir noktada, bir fotoğrafçının, hem izleyiciyi hem de eseri, bir karede, izleyicinin de izlendiği bir platformda canlandırıyor. “Sergi” de sergilenen belgeler gibi belgeleniyor. Bu bağlamda sergi aslında galerinin içinde başlamıyor. Sergi bana göre izleyicinin başka bir mekanda sergiyi görmeyi planlamasıyla başlıyor. İstanbul Boğazının simgesel değerlerinden biri olan Bruno Taut evi ise bu sergiyi hiç unutturmayacak. Bu eserler sayesinde bir kez daha bir sanatçının nasıl da sınır tanımaz olduğunu deneyimledim. Sanatçı çok mühim bir meseleyi başarmış; meselesi sergisi kapansa da bitmeyecek… çünkü en azından benim zihnimde bu sergi, “hatırladıkça” ve Ortaköy sırtlarındaki Bruno Taut evini uzaktan gördükçe devam edecek.

Karin Kneffel, İsimsiz 2020 Tuval üzerine yağlıboya 60 x 50 cm. Bruno Taut’un evi.

“’Bu tuvallerde Kneffel, günümüze fotoğraflarla ulaşan sahne ve mekânları gösterir. Ancak Kneffel’in resimleri, fotoğraflardan farklı olarak buradaki hikâyelere dürüst ve doğrudan bir erişimimiz olduğu iddiasında bulunmaz. Bakışımızın karşısına, olan biteni yağmurlu bir pencerenin ardından izliyormuşuz izlenimi yaratan damla ve su izleri yerleşir’ Anılar Kneffel’in dimağından geçerek resimlere dönüşür, onun damlalarının, su izlerinin, kırmızı fırça darbelerinin arkasında karşımıza dikilir, bize şu soruyu sorarlar: Dünya yabancı bir ülke midir?” (2)

Sizlere biraz bu üç haymatlosun hayat öykülerinden de bahsetmek isterim; 1880 doğumlu Bruno Taut ile başlayalım isterseniz. Mimar Bruno Taut, Almanya’da Nasyonal Sosyalistler Ocak 1933’te iktidara geldiklerinde ülkesinden ayrılmış ve hayatını kaybettiği 1938 yılına kadar İstanbul’da yaşamış. Bruno Taut belki isim olarak çok bilinmez ama Anadolu’dan Avrupa yakasına boğazdan geçen herkes sağ tarafta gözlerine en az bir kere çarptığına emin olduğum o değişik tasarımlı pagoda tipi kırmızı evi bilir. İşte o ev Taut’un 30’lu yıllarda yaptığı ikonik evdir. Hatta sergiyi gezerken öğrendiğime göre Karin Kneffel 2013 yılında boğazda yaptığı vapur yolculuğu esnasında bu Japon mimarisi esintileri taşıyan evi görür ve tamamını göremediği, ilgisini çok çeken bu evle ilgili daha çok şey öğrenmek ister. Bu merakı onu evin şu anki sahiplerinin bir arkadaşıyla aynı masada yemek yediği güne kadar takip eder ve nihayet 2018 yılında onu tekrar İstanbul’a, evin yokuşuna getirir ve böylece evin tamamını da görebilir. Evin sırtı toprağa otururken, ön kısmı iki kolon üzerinde boğaza doğru bakar, iki katlı ve sekizgen bir yapıdadır. Türkiye’ye gelmeden önce bir süre Japonya’da kalan Taut’un orada gördüklerinden esinlenişinin ve bunu bizim mimari ifade biçimlerimizle birlikte hayal etmesinin güzel bir ürünü bu ev.

Karin Kneffel, İsimsiz 2020 Tuval üzerine yağlıboya 180 x 270 cm

Bruno Taut Evi’nin içini gösteren bu resimde lalelere rastlarız. Kırmızı laleler ters bir şekilde resmedilmiştir. Bir masanın üstünde, yağmur yağmış izlenimi veren su izlerinin arkasında bulanık bir şekilde görünür. Yine bir evi gözetliyormuş hissine kapılırız. Ancak geçmişte bir zamandır bu baktığımız. Sanatçının 1938 tarihli bir fotoğraftan çalıştığı bu resmin renkleri daha soğuk ve donuktur. Mobilyalar geçmişin modasını yansıtır. Resimde yer yer su damlacıkları, yer yer arkada görünen mobilyalar netleşir. Oraya ait durmayan bu ışık efektleri baktığımız resimdeki gerçekliği ve zamanı bize sorgulatır. Resimler, sadece eski zamanların değil, günümüzün işaretlerini de taşır ve günümüz izleyicisine şu soruları sorar: Nerede durmuş geriye bakıyoruz? Kimi hatırlıyoruz? Nasıl? Ve ne amaçla? (2)

Sanatçının merakının peşinden gitmesi bizi bugün bu sergiye kadar getirmiş işin aslı. Sonra konuyu araştırmaya başlamış ve öğrenmiş ki 1930’larda Cumhuriyet’le ülke yenilenirken Mustafa Kemal Atatürk planladığı üniversite reformu için Nazi Almanya’sından yüzlerce üst düzey bilim insanı ve akademisyeni Türkiye’ye davet etmiş. Bu davet birçok isme hayatta kalma ve Nazi rejiminden kaçma şansı verirken, genç cumhuriyetin modernizasyonunda çalışarak memleketimizde izler bırakmalarına da yol açmış. İlginç olan ise Almanların belleğinde İsviçre, Fransa ya da Amerika Birleşik Devletleri gibi yerlere sürgün olanlar geniş bir yer edinmişken, Türkiye’de konukseverlikle karşılanan iki yüz civarındaki profesör ve bilim insanı ne yazık ki pek ve sık anlatılmazlar. 

Sergide yer alan üç haymatlostan biri olan Taut da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık başkanı olarak geldiği memleketimizde yaşadığı iki yılda ülkemize güzel şeyler katmış; Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinin de mimarisi kendisine aitmiş mesela, toplamda ise yirminin üzerinde inşaat projesi yapmış. Ölmeden önce son olaraksa Atatürk’ün naaşının konulduğu katafalkı 36 saat içerisinde çizmiş ve o zamanın parasıyla verilen 1000 lirayı istememiş, devletten sadece çocuklarına bırakabileceği bir teşekkür mektubu rica etmiş. İlber Ortaylı da bir yazısında konuyla ilgili şunları aktarmış; “Katafalkın yapımıyla görevlendirilen Bruno Taut hayatının son eserini Kemal Atatürk için tamamladı. O telaşla Ankara’nın sert havasında tutulduğu zatürre bir müddet sonra onun kalp kriziyle ölümüne neden oldu. Taut, İstanbul surları karşısında ebedi uykusunda.” (3)

Karin Kneffel, İsimsiz 2020 Tuval üzerine yağlıboya 90 x 70 cm. “Dreiklang’ın ve onun yarattığı heykellerin tüm hafızasının imha edildiğini düşünüyordu” (2)

Sergide yer alan diğer haymatlos ise Rudolf Belling’di. Belling 1937 yılında İstanbul’a gelip Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü başkanı olmuş ve modern sanata geçiş için aracılık etmiş, alanında memleketimize oldukça güzel katkılar sunmuş bir sanatçı. Bu sergide yer alışı da yine bu katkısını tarihe not düşer nitelikte; 1919 yılında Almanya’da ilk soyut heykel Dreiklang (Üçlü Uyum) yapılmış, 1949 da ise Belling buna övgü olarak Skulptur 49 (In Memoriam Dreiklang) eserini yapmış. Soyut sanat o dönem henüz normalleşmemiş ve tartışmalı bir konu olduğu için Karin Kneffel bu sergiye Belling’i eserinin üzerinde büyük bir dikkat içinde çalışırken, bir tefekkür halinde resmetmiş. Hikayelerin birbirini doğurması ve bir sanatçının gözünden başka bir sanatçının eserini üretme anına tanık olmak çok değişik bir deneyim…

Karin Kneffel, İsimsiz 2020 Tuval üzerine yağlıboya 180 x 270 cm

Belling’le ilgili İnönü heykeli hikayesi de ilgimi çekti. Milli Şef’in iktidarının doruğunda iken eserin bahtsızlığını size sergi kitabından doğrudan aktarmak isterim; Mustafa Kemal Atatürk, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin modern kentler kurma ülküsü çerçevesinde Fransız mimar Henri Prost’u İstanbul’a davet eder. Yeni İstanbul Nâzım Planı kapsamında, avlusu futbol sahası olarak kullanılan, kısmen yıkılmış Taksim Topçu Kışlası 1937’de yıkılır, Elmadağ’dan Maçka Taşlık Parkı’na kesintisiz uzanan ve “İnönü Gezisi” adını alan bir park dizisine bağlanarak 1940’da açılışı yapılır. Parkın merdivenli girişindeki geniş platforma Milli Şef İsmet İnönü’nün anıtının dikilmesine karar verilir. Bu anıt Rudolf Belling’e sipariş edilir. İsmet İnönü’yü at üzerinde tasvir edecek olan anıtın kaidesi için ayrı bir müsabaka düzenlenir. Yedi buçuk metrelik kaide 1944’te tamamlanarak İnönü Gezisi’nin Taksim Meydanı’na bakan giriş merdivenlerinin üzerine inşa edilir.

Karin Kneffel, İsimsiz 2020 Tuval üzerine yağlıboya 80 x 60 cm

Belling, heykelin yapımına 1940’ta Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki heykel atölyesinde başlar; tavan yüksekliği bu büyüklükte bir heykelin yapımına izin vermediği için çatısı sökülerek yükseltilir. Yapımı üç yıl süren beş metrelik heykelin bronz dökümü 1944’te tamamlanır. Ancak Millî Türk Talebe Birliği üyesi gençler başta olmak üzere bazı kesimlerden tepki alan heykel kaideye yerleştirilmez. Sonraki dönemde heykele itirazlar ağır basar, sonuçta heykel belediyenin tramvay deposuna kaldırılır, kaide uzun yıllar heykeli olmaksızın park girişinde kalır. Depolarda birkaç parçaya ayrılmış halde bekleyen heykelin varlığı unutulup gider. Gün yüzüne çıkıp kaidesine kavuşması ise anıtın 1982’de Maçka Taşlık Parkına dikilmesiyle gerçekleşir.

1937 ve 1966 yılları arasında ülkemizde yaşayan Belling, eser katkılarının yanı sıra Kâmil Sonad, Şadi Çalık, Hüseyin Gezer, İlhan Koman, Hakkı Atamulu, Yavuz Görey, Ali Teoman Germaner, Hüseyin Anka Özkan ve Kuzgun Acar gibi heykelcilerin yetişmesini sağlamış. Belling’le ilgili bir diğer aklımda kalan şey ise aslında hep içinde memleketine dönme isteği barındırıyor oluşu oldu. Hatta 1945’te Berlin’e dönme ihtimalini düşündüğünde sanatkar meslektaşları ona çok tepki göstermişler, büyük bir hayal kırıklığı yaşamış kendisi bu sebeple. Bunun ardından 1966 yılında kadar İstanbul’da yaşamaya devam etmiş ama memleket sevgisi de başka bir şey ki 80 yaşında memleketine geri dönme kararı almış ve 1972’de vefat edene kadar Münih’te yaşamış. Memleket aşkı hepimiz için geçerli, sanatçıyı anlıyorum.

Karin Kneffel, İsimsiz, 2020, Tuval üzerine yağlıboya, 70 x 90 cm

Sergide gördüğüm çarpıcı eserlerden biri de bir mutfak resmi üzerine yazılmış “I am not a kitchen” eseriydi. Öyküsü bizi üçüncü haymatlos Margarete Schütte-Lihotzky’e götürüyor. Bu isim mimarlık tarihi açısından oldukça önemli, gündelik hayatın içindeki, mutfak tasarımlarının yaratıcısı aslında. 1926 yılında Frankfurt’taki işçi konutları için geliştirdiği mutfak tasarımı kullandığımız modern mutfağın prototipi imiş. Hatta tarihe “Frankfurt Mutfağı” olarak geçen bu tasarımın bir reprodüksiyonu Victoria & Albert Museum’da sergileniyormuş. Ekonomik, uygulanabilirliği açısından pratik ve mutfakta geçirilen zamanın kısaltılmasını amaçlayan bu tasarımla bir modernleştirme eylemi yürüten mimar dünyayı değiştirme vizyoner çabasına rağmen tarihe kendi çizdiği alana indirgenerek ‘modern ev kadının koruyucu meleği’ olarak geçmiş. Kültürel bellek de böyle şekillenip saklanmış.

İşlevsel tasarımın ilk kilometre taşı olan Margarete Schütte-Lihotzky, Bruno Taut’un bir proje için kendisini önermesiyle İstanbul’a davet edilmiş ve 1937-1940 yılları arasında eşiyle birlikte İstanbul’da yaşamışlar. (4) Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Güzel Sanatlar Akademisi’nde hocalık yapmış ve aynı zamanda Anadolu’da yapılacak köy okulları için projeler geliştirilmesi, Ankara Kız Lisesi’ne yapılacak eklerin projelendirilmesi gibi çalışmalar yürütmüş.

Karin Kneffel, isimsiz 2020 Tuval üzerine yağlıboya 90 x 70 cm

Karin Kneffel çocukluğunu, Margarete Schütte-Lihotzky mutfağını yansıtan tabloya “I am not a kitchen” yani ben bir mutfak değilim yazmasını şöyle anlatmış; “Daha çocuk yaştayken televizyonda bir Dr. Oetker reklamı vardı. Reklamda şöyle deniyordu; bir kadının hayatını belirleyen iki önemli soru vardır. Bugün ne giysem, bugün ne pişirsem? Bundan epey korktuğumu hatırlıyorum.” (2)

Kneffel bir diğer mutfak eserinde ise, resmin üstüne iki kalın kırmızı çizgi atmış. Çocukluğundaki korkularının da üstüne çizgi atmış olacak ki kendisi yetişkinliğinde ressam olmaya karar vermiş ve eserlerinde resim yapan, tasarlayan ve heykel üreten kadınlara yer vermekte.

Bu üç sürgün ‘vatansız’ hikayesinde geldikleri dünyada imara sağladıkları katkı, zorla göçe rağmen geliştirip aktardıkları marifetleri, bunların hala günümüzdeki kültürel mirasta özel bir yeri olması… Hepsi üzerine çok düşünülecek şeyler. Kneffel de eserlerinde damlaların arkasından gözetleme hissi veren perspektifleriyle, mekanların içerisinde mekansızlığı ustalıkla hissettirmesiyle ve çok katmanlı zaman inşaasıyla insanı kendine çeken bir sergi hazırlamış. Dediğim gibi benim için hikayenin asıl ilginç kısmı o zamanın Almanya’sından Nazi zulmü sebebiyle ayrılmak zorunda kalan bu üç kişinin ve diğerlerinin genç cumhuriyetimizin yüksek öğretimine katkıları ve bilahare ülkelerine dönüşüydü. Umarım bir gün tüm göçmenler öz vatanlarına serbestçe, onurla dönebilirler.

Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez.

Kaynaklar:

https://tr.wikipedia.org/wiki/Vatans%C4%B1zl%C4%B1k

https://dirimart.com/wp-content/uploads/2020/10/KarinKneffel_Haymatlos_eyayin_tr.pdf

https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/ilber-ortayli/unlu-mimarin-75-inci-olum-yildonumu-1810899

https://en.wikipedia.org/wiki/Margarete_Sch%C3%BCtte-Lihotzky#Post-war

Comments are closed.