Değerler

FAİZ KATİBİ OLMADI O!

LinkedIn

KURBAN BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN

Hediyeleşmek gerek, ben de size değişik bir bayram hediyesi takdim ediyorum.

“Namaz surelerinin Türkçe manalarını”

Kuran’ın son 10 suresini herkes ezberler ve namaz kılarken Fatiha suresine ekleyerek okur. Ben de dedim ki, basitçe manalarını bilmek güzel olur.

105.  Fil Sûresi

Bismillâhirrahmânirrahîm

  1. Görmedin mi Rabbinin filin sahiplerine ne ettiğini?
  2. Boşa çıkarmadı mı onların düzenlerini?
  3. Üzerlerine gönderdi uçucu sürülerini;
  4. kendilerine taş atarlar, kiremitimsi,
  5. ardından onları kıldı yenilmiş ekin gibi.

106. Kureyş Sûresi

Bismillâhirrahmânirrahîm

  1. Antlaşmaları hürmetine Kureyş’in;
  2. antlaşmaları, kış ve yaz seferleri için,
  3. Rabbine kulluk etsinler bu Ev’in;
  4. O’dur kendilerini [bu sayede] açken besleyen ve kılan korkudan emin.

107. Mâ‘ûn Sûresi

Bismillâhirrahmânirrahîm

  1. Bak hele Din’i yalanlayana!
  2. İşte o ki yetimi horlamakta
  3. ve özendirmemekte düşkün için aşa.
  4. Artık yazıklar olsun o tapınanlara
  5. ki onlar aymazdırlar tapınmaları hakkında 
  6. ki onlar yaparlar riya
  7. ve sakınırlar yardımlaşmaya.

108. Kevser Sûresi

Bismillâhirrahmânirrahîm

  1. Elbette Biz sana “Kevser”i vermişizdir.
  2. Artık Rabbin için namaz kıl ve kurban kesiver.
  3. Muhakkak soysuz, sana kin güdenin ta kendisidir.

109. Kâfirûn Sûresi

Bismillâhirrahmânirrahîm

  1. “Ey kâfirler!” diye haykırsana:
  2. “Ben tapmam taptıklarınıza.
  3. Siz de tapıcılar değilsiniz taptığıma.
  4. Ben tapan olma[dı]m taptıklarınıza

Siz de tapıcılar değilsiniz taptığıma.

  1. Sizin dininiz size, benim dinim bana.”

110.Nasr Sûresi

Bismillâhirrahmânirrahîm

  1. Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde
  2. ve insanları Allah’ın dinine akın akın girerlerken gördüğünde,
  3. artık Rabbini tesbih et övgüyle ve O’ndan bağışlama dile. O, tövbeleri çokça kabul edicidir elbette.

111. Leheb Sûresi

Bismillâhirrahmânirrahîm

  1. Ateşin Şahı Ebû Leheb’in elleri kurusun; nitekim kurudu kuruyacak!
  2. Ne malı ne de kazandığı ona yaramadı yaramayacak.
  3. Alevli bir yalazaya salınacak.
  4. [Dünya’dayken laf taşıdığı gibi] odun taşıyacak karısı da,
  5. gerdanında bükülmüş bir halatla.

112.İhlâs Sûresi

Bismillâhirrahmânirrahîm

  1. De ki: “O Allah bir tek.
  2. Allah her şeyden berî ve her şey O’na muhtaç.
  3. 3. Hiç doğurtmadı ve doğurulmadı hiç.
  4. O’na olmadı hiçbir denk.”

113. Felak Sûresi

Bismillâhirrahmânirrahîm

  1. De ki: “Sığınırım Rabbine infilâkın,
  2. şerrinden O’nun yarattıklarının
  3. ve çöktüğü zaman karanlık şerrinden
  4. ve düğümlere [üfleyen] üfürükçülerin şerrinden,
  5. ve haset ettiği zaman hasetçi şerrinden.”

 

  1. Nâs Sûresi

Bismillâhirrahmânirrahîm

  1. De ki: “Sığınırım Rabbine insanların,
  2. melikine insanların,
  3. tanrısına insanların
  4. şerrinden o sinsi kuruntulandırıcının
  5. ki o kuruntu verir gönüllerine insanların [ki o] hem cinlerdendir hem de insanlardan.”

İşte Türkçe, uyaklı, bir arkadaşımdan edindim.

Altta, mutlaka okumalısınız.

İkimizde Boğaziçi Üniversitesi, İdari İlimler Fakültesinden mezun olduk. Ben babama yardım namına Bisküvici. Çikolatacı oldum. O tahsiline bir çok ülkede devam etti. Hocaların bildiklerini öğrendi. Üniversitede hoca oldu. Ben görünce bu özgün meal çalışmasını sizinle paylaşmak istedim. Yukarıda kısaca verdiğim mealleri burada tüm açıklama ve dipnotları ile sunuyorum.

 

105. Fil Sûresi1

Bismillâhirrahmânirrahîm

105/1. Görmedin mi Rabbinin filin sahiplerine2 ne ettiğini? 105/2. Boşa çıkarmadı mı onların düzenlerini?3

105/3. Üzerlerine gönderdi uçucu sürülerini;4

105/4. kendilerine taş atarlar, kiremitimsi,5 [krş. 11/82; 15/74; 26/173; 51/33]

105/5. ardından onları kıldı yenilmiş ekin gibi.

 

MEÂLİ

  1. Fil Sûresi1
  2. Mekke devrinde inmiştir. Adını ilk âyette geçen “el-fîl” kelimesinden alır. Sûre özellikle Türk sözlü kültüründe “Elem tere” diye de anılır. Allah’ın “filin arkadaşları”na ne yaptığı, onları nasıl helâk ettiği vurgulandıktan ve böylece bu olaydan ibret almak gerektiğine dikkat çekildikten sonra onların tuzaklarının nasıl boşa çıkarıldığı ve –Allah’ın ansızın gönderdiği uçucu sürülerin attığı taşlarla– çoğunun nasıl ezilmiş saman çöpleri veya böceklerin yediği yapraklar gibi perişan edildiği bildirilmektedir. Sûrenin üslûbundan Araplar’ın bu olay hakkında bilgileri olduğu anlaşılmaktadır; muhtemelen hadiseyi görenlerin bir kısmı da vahiy sırasında hâlâ hayattaydı. Nitekim Hz. Peygamber’i eleştirmekte yarışan müşrikler atıfta bulunulan olayı yalanlamamışlardı. Bu hususlar, Kur’an’ın asıl maksadının Fil Vak‘ası hakkında bilgi vermek değil, Mekke müşriklerine bildikleri bir hadisenin acı sonucunu hatırlatarak İslâm’ın sesini boğmaya çalışmayı, Kur’an’a ve Resûl-i Ekrem’e karşı düşmanca tavırlar sergilemeyi sürdürmeleri halinde kendilerinin de böyle cezalandırılabileceklerini ihtar etmek olduğunu ortaya koymaktadır.

Ebrehe ordusuna “filliler” veya “filciler” denilmeyip “ashâbü’1-fîl” (filin arkadaşları) denilmesi, Kâbe’yi tahribe kalkışanların fil kadar, hatta ondan daha aşağı ve ahmak olduklarına imler; çünkü onlar bu kutsal mekânı yıkmak isterken fil o yöne gitmemekte direnmiştir. Sûrede, ebâbîlin yağdırdığı cisimlerin tesiriyle saldırganların helâk edildiği bildirilmekle beraber bu taşların ve onları atanların özellikleri açıklanmamıştır. Klasik tefsirlerde olay bütünüyle bir mucize olarak değerlendirilir. Bazı tefsircilerin Abdullah ibn Abbas, Saîd ibn Cübeyr ve İkrime’ye atfettikleri bir rivayette taşın vurduğu yerden çiçek bozuğu (el-cüderî) çıktığı ve bu hastalığın orada ilk defa görüldüğü belirtilir.

 

105/1. Görmedin mi Rabbinin filin sahiplerine2 ne ettiğini?

 

  1. Bu âyette Kâbe’yi putların değil de Rabb’in kurtardığı vurgulanarak halk O’nu birlemeye çağrılmaktadır. Pek de uzak olmayan bir geçmişte gerçekleştiği için anısı hafızalarda henüz tazeliğini koruyan olay şöyle gelişmiştir: Güney Arabistan’daki ikinci Himyerî Devleti’nin hüküm- darı olup babası gibi Yahudiliği benimseyen Zûnüvâs (ö. 525), Necran’ı istilâ ederek Hıristiyan halkı Yahudileştirdi ve direnenleri soykırıma uğrattı (523). Bölgedeki ticarî savaşların bir göstergesidir ki Zûnüvâs, Hıristiyanlar’ın Yemen’de ticaret yapmalarını engellediği gibi Hint Okyanusu-Kızıldeniz-Mısır güzergâhından Bizans’a mal taşıyan gemileri de yağmalattı (Zûnüvâs’a dair daha geniş bilgi için Burûc sûresindeki ilgili açıklamaya bakınız). Dolayısıyla Habeş istilâsının ana gerekçesi, bu ticaret yolunun güvenliğini sağlamaktı. Zûnüvâs öldürülünce Himyerî Devleti yıkıldı ve Yemen, Bizans İmparatoru Flavius Iustinus Augu tus (518-527) tarafından yönlendirilen Habeşistan Necâşîsi Monofizit Hıristiyan Ella-Asbeha’nın (514-542) gönderdiği ordu tarafından işgal edildi (524-525). Daha sonra Yemen genel valiliğini ele geçirip bölgeyi Necâşî’nin himayesinde yöneten ve Hâşim ibn Abdümenâf’a ticaret imtiyazı veren (?!) Ebrehe (535-575) de, dinini yaymak için San‘a’da bir katedral (Arapça: kalîs, kulleys < Grekçe: ἐκκλησία) yaptırdı. Böylece Arap hacıları Kâbe yerine bu kiliseye çekerek San‘a’yı yarımadanın yegâne dinî ve dolayısıyla ticarî merkezi kılmayı Aslında çıktığı kuzey seferlerine ve karşısına dikilen Arap kabileleriyle yaptığı savaşlara bakılırsa, kuvvetle muhtemeldir ki Ebrehe, Baharat Yolu’nun kontrolünü sağlayabilmek için, Beytullah’ı yıkarak –o güzergâh üzerindeki stratejik bir merkez olan– Mekke’yi bertaraf etmeyi planlıyordu. Ayrıca muhtemelen böylelikle, daha önce kontrolünü sağladığı Bâbü’l-Mendeb Boğazı’ndan Kızıldeniz’e giren gemilerin yüklerini indireceği Batı Arabistan limanlarını da güvence altına almayı hedefliyordu. Ama Habeşistan’dan bağımsız davranışları iktidarını zayıflatmaktan ve Arabistan-aşırı güney-kuzey ticaretini yarımadanın batısına kaydırmaktan başka işe yaramadı. Devrin iki süper gücü Bizans ve Sâsânî imparatorluklarının birbirlerini tüketen doğrudan savaşlarının yanı sıra Arabistan’ın güney ve kuzey bölgeleri üzerindeki hegemonya mücadelelerinin doğurduğu siyasî-iktisadî kaos, Mekke’deki istikrardan yararlanan Kureyş’e ticarî nüfuz alanı açtı.

Bu gelişmeler, Yemenliler’in Arabistan-aşırı ticaretinde nüfuz kaybı yaşadıklarını ve onu geri kazanmaya çalıştıklarını göstermektedir. Nitekim Ebrehe Akdeniz Havzası ile doğrudan bağlantı kurabilmeyi de amaçlayarak o dönem için Arabistan putperestliğinin son bağımsız kalesi konumunda olan Kâbe üzerine sefer düzenledi. Ancak Ebrehe, bu girişimini hoş karşılamayan Yemen eşrafından Zûnefer adlı bir emîrin topladığı Hemdânî güçleriyle, sonrasında da Has‘am ve onlara katılan diğer bazı kabilelerin kuvvetleriyle savaşmak zorunda kaldı.

Mekke’nin Arabistan’da en çekici dinî merkez oluşundan ve bunun iktisadî avantaja dönüştürülmesinden rahatsızlık duyan Tâifliler, Kâbe’ye rakip bir tapınak yaptılar, içine beyaz kuvars taşından mâmul Lât putunu yerleştirdiler. Bir kisve de giydirdikleri bu mâbed Beytü’r-Rabbe, Beytü’l-Lât, Ka‘betü Lât veya Ka‘betü’t-Tâif diye anıldı. Böylece Tâif de bir tür hac mekânı oldu. Mekke-Tâif veya Kureyş-Sakîf dinî-siyasî çekişmesi bazı tepkimeler de üretti. Meselâ Kâbe’yi imha için Mekke se- ferine çıktığında yolu üzerindeki Tâif ’e uğrayarak rehberlik hizmeti talebinde bulunan Ebrehe’ye –Lât’a ve mâbedine ilişmemesi şartıyla ve muhtemelen güçlü rakip Kureyş’i bertaraf etmek ümidiyle– destek veren tek putperest Arap kabilesi Sakîf oldu. Ancak Ebrehe, Kâbe’nin dinî ve Mekke’nin iktisadî nüfuzuna yönelik olup –ordusundaki fillere nisbetle Fil Yılı diye anılan– milâdî 569 senesinde gerçekleşen bu saldırıda sağ kalan askerleriyle geri dönebildi. Ebrehe’nin takdîr-i ilâhî başarısızlığı, Araplar’ı Kâbe’ye, hacca ve “ehlullâh, cîrânullâh” olarak niteledikleri Ku- reyş’e daha çok itibar etmeye yöneltti. Ebrehe’nin ordusunun uğradığı bozgundan sonra bazı askerler geride kalarak Mekkeliler için çobanlık gibi işlerde çalıştılar.

Ebrehe’nin ölümünün ardından, bölgenin Arap-Pers melezi ahalisi ayaklanıp Kisrâ I. Hüsrev’den yardım isteyince Yemen artık Sâsânîler’in himayesine geçti (575). Sâsânî Devleti nüfuz alanını Bâbü’l-Mendeb’e kadar genişletince de Arabistan’ın Hıristiyanlaştırılması emeli sonuçsuz kaldı. Zaten Hîre’deki Lahmîler’i mandası altında tutan Sâsânîler, Yemen’i de ele geçirince kuzey-güney arasını bağlayan doğu ve orta Arabistan ticaret yollarına hükmetmeye başladılar.

 

105/2. Boşa çıkarmadı mı onların düzenlerini?3

  1. Buradaki “keyd” kelimesi sözlükte “tuzak ve pusu kurma, hile yapma, entrika çevirme; ceza verme, tedbir alma” anlamında masdardır; “tuzak, hile, tertip, oyun, komplo, ceza” gibi mânalarda isim olarak da kullanılır. Keyd, Kur’an’da hem şeytana ve yandaşı olan kâfirlere hem de Allah’a nisbet edilerek türevleriyle beraber otuz iki yerde tekrarlanmıştır. Şey- tana ve inkârcılara nisbet edildiğinde ilâhî çağrıyı engellemeye, kutsal değerleri yıkmaya yönelik her türlü kötü, tahripkâr eylem ve faaliyetin ön hazırlığını; Allah’a nisbetle kullanıldığında ise ilâhî cezalandırmanın bir çeşidi olarak kötü etkinlik ve hazırlıkların hedefine ulaşmaması için her türlü önlemin alınmasını ve bunları kurgulayanların komplolarını aleyhlerine çevirmek suretiyle cezalandırılmasını belirtir.

Sûrede Ebrehe ve askerlerinin besledikleri kötü emellerin “keyd” kelimesiyle ifade edilmesine dayanılarak onların sadece Kâbe’yi yıkmayı amaçlamadıkları, çünkü harekâtı önceden açıkladıkları için bunun tuzak olmaktan çıktığı, kelimenin genel anlamda Araplar’a karşı besledikleri kıskançlığı dile getirdiği belirtilir. Burada İslâm’dan önce, Mekke’ye saldırarak Kâbe’yi yıkma girişiminde bulunan düşman ordusunun planlarının nasıl aleyhlerine çevrildiği ve onların ne şekilde cezalandırıldığı veciz bir üslûpla anlatılmaktadır.

105/3. Üzerlerine gönderdi uçucu sürülerini;4

  1. Bu bağlamdaki “tayr” kelimesi ekine hücum eden çekirgeyi de çağrıştırmaktadır. O nedenle “kuş” yerine, daha kapsamlı olup mikroorganizmaları dahi içerebilen “uçucu” kelimesi yeğlenmiştir.

Farsça’da suçiçeği hastalığına “âbile murgân” denir. “Murg” kuş, tavuk gibi kanatlılar anlamındadır. “Tayran ebâbîl”deki “tayr” (uçanlar) kelimesi “murgân”ı karşılarken, “ebâbîl” de gül, çiçek anlamındaki “âbile” sözcüğünün Arapçalaşmış halinin çoğulu olabilir. Nitekim tarihî bilgiler o dönemde Arabistan Yarımadası’nda çiçek hastalığına rastlandığını doğrulamaktadır. Bazı çağdaş âlimler –bu rivayetlere dayanarak– olayı bir endemi şeklinde yorumlamışlardır. Muhammed Abduh’a göre, uçanlarla muhtemelen sinek, sivrisinek gibi zararlı mikroorganizma taşıyıcı canlılar, attıkları taşlarla da ayaklarına takılan virüslü kurumuş çamurlar kastedilmiştir; böylece Ebrehe’nin askerleri çiçek salgınına mâruz kaldıkları için bedenleri çopur olmuştur.

Bununla beraber, kelimenin Arapça kökenine dair açıklamalar da vardır. Genellikle “bölük bölük, küme küme; bol bol; farklı yönlerden gelip toplanan kuşlar” şeklinde anlam verilen “ebâbîl” sözcüğünü bazı tefsirciler tekili bulunmayan çoğul kelime olarak düşünürken diğer bazıları bunun değişik tekillerinden söz etmişlerdir. Çeşitli rivayetlerde, dağ kırlangıcına benzetilen bu acayip kuşların sürüler halinde deniz tarafından gelip toplandıkları ve yalnız Fil Vak‘ası’nda görüldükleri belirtilir. Onların hortumlu ve pençeli, siyah, beyaz veya yeşil olduklarına dair muhtelif bilgiler vardır. Rivayet farklılığı, kuşların değişik renklerine ve olayı görenlerin kendi gördükleri renkleri aktarmaları ihtimaline bağlanır.

 

105/4. kendilerine taş atarlar, kiremitimsi,5 [krş. 11/82; 15/74; 26/173; 51/33]

  1. “Siccîl” kelimesinin etimolojisi ve anlamı tartışmalıdır. Latince cicer (nohut), cicera (mürdümük) kelimeleri bozularak Arapça “sicl” veya “siccîl” kelimesinin içeriğine katılarak anlamını genişletmiş olabilir. Nohut ve özellikle mürdümük, küçük taşlara benzer. Ayrıca Arapça “hâcir” kelimesi çukur anlamına gelir ki çiçek bozuğu deride çukurlara sebebiyet vermektedir; işte sonraki âyetteki “yenilmiş ekin” ifadesi bundan kinaye olabilir. Buna göre âyetin anlamı “Onları mürdümük büyüklüğünde çukurlarla vururlar” olur. Nitekim rivayetlere göre her kuş birini ağzıyla, ikisini de pençeleriyle taşıdığı, mercimekle nohut arası büyüklükteki taşlarla (hicâretin min siccîl) yüklüydü.

Abdullah ibn Abbas’a dayandırılan bir açıklamaya göre siccil kelimesinin aslı Farsça “seng ü kil”dir (taş ve kil) ve sûrede tuğla gibi taşlaşmış çamuru ifade eder. “Tescîl” de bir nesneyi yukarıdan aşağıya fırlatmak anlamına gelir ki bu durumda âyetin anlamı şöyle olur: “Üzerlerine gönderdi, kendilerine yukarıdan taşlar atan uçucu sürülerini.” Kelime Kur’an’da buradan başka iki yerde (Hûd, 11/82-83; el-Hicr, 15/74) Lût kavminin uğradığı azapla ilgili olarak geçer. Bazı âlimler ilk âyetin ifadesine bakarak Lût kavminin bulunduğu yerde büyük bir sarsıntının gerçekleştiği, bu sırada volkanik püskürtüyü akla getiren lav parçalarının yağdırıldığı ihtimaline işaret etmiştir. Bu yorum kelimenin “ateşte pişirilmiş tuğla” anlamına dayanmaktadır. Lût kavmini helâk eden taşla- rın püskürtülen lavlar, Ebrehe’nin Fil ordusunu mahveden “siccîl”in ise gök taşları olabileceği de söylenebilir. Bazı tefsirciler siccîlin söz konusu azap esnasında atılan taşların alındığı yerin adı olduğunu, kimileri de “siccîn” gibi kâfirlere ait azabın yazıldığı belge anlamına gelebileceğini belirtmişlerdir.

Bu makul açıklamalar tam da ihtiyaç anında sünnetullaha uygun yardımın saldırganları aciz ve perişan edecek şekilde gönderilmiş olduğu gerçeğinin mûcizevîliğini ortadan kaldırmaz.

 

106. Kureyş Sûresi1

Bismillâhirrahmânirrahîm

106/1. Antlaşmaları2 hürmetine Kureyş’in3; 106/2. antlaşmaları, kış ve yaz seferleri4 için,

106/3. Rabbine kulluk etsinler bu Ev’in5; [krş. 5/97; 27/91] 106/4. O’dur kendilerini [bu sayede] açken besleyen [krş. 14/37;

29/67] ve kılan korkudan emin.6 [krş. 8/26; 28/57; 95/3]

 

MEÂLİ

  1. Kureyş Sûresi1
  2. Üçüncü âyetindeki “bu” işaret zamirinden de anlaşıldığı üzere Mekke döneminde nâzil olan sûre, içeriğinde Kureyş kabilesinden bahsedildiği için bu ismi almıştır. “Li-îlâfi Kureyş” olarak da adlandırılır. Kur’an’da sa- dece bu sûreye gerekçe ve sebep gösterme (ta‘lîl) edatı olan “lâm” harfiyle başlanmaktadır. Hem bu nedenle hem de konu ve anlam bakımından aralarındaki yakın ilgi sebebiyle bazı tefsircilerce Fil sûresinin devamı sayılmış, bunun ilk âyeti diğerinin son âyetine bağlanarak anlamlandı- rılmıştır. Nitekim orada Kureyş’in Ebrehe ordusunun saldırısından nasıl korunduğu anlatılırken burada onlara verilen nimetler, güvence ve refah dile Oysa bu iki sûre ardarda inmemiş olup nüzûl sırası- na göre aralarında on kadar sûre vardır. Dolayısıyla, sûrenin başında “li” edatının varlığı, ilk âyetle ikincinin –öncekine vurgu yapılması için– yer değiştirmiş olmasıyla açıklanması daha makul görünmektedir.

Buradaki ilk âyette Allah’ın Kureyş’e lutuflarda bulunduğu hatırlatılarak kabile imana davet edilmektedir. Sûrede Kureyş adının anılması, Hz. Peygamber’in ve ilk Müslümanlar’ın o kabileye mensubiyetlerinin yanı sıra Beytullah’ın bakımı, Kâbe ve hac işlerinin yönetimi, hacılara su ve yemek servisi gibi hizmetlerin yine onlar tarafından yerine getirilmiş olmasıyla bağlantılıdır.

Sûrenin başında Kureyş’in kendi içindeki güven ve kaynaşmaya hem de komşu topluluklarla aralarındaki ittifaklara ve bunların yanı sıra kış ve yaz yolculuklarına dikkat çekilir (âyet 1-2). Daha sonra, Allah’ın Kureyşliler’i açlıktan kurtardığı ve korkudan emin kıldığı vurgulanarak bu nimetlerden dolayı sadece O’na kulluk etmeleri emredilir (âyet 3-4). Allah’ın Kureyş’i korkudan emin kılmasının, hem ikamet ettikleri Mekke ve civarında hem de bu bölge dışına yaptıkları yolculuklarda güvencede olmaları veya Fil Vak‘ası’nda Ebrehe ordusunun mağlûp edilerek güvenliklerinin sağlanması ile gerçekleştiği bildirilmektedir. Diğer taraftan, aynı âyette değinilen açlıktan kurtarmanın ise tarıma elverişsiz Mekke ve çevresinin Hz. İbrâhim’in duası (İbrâhîm, 14/37) ve Kâbe’nin kutsal- lığı sayesinde Kureyş’in bolluk içerisinde yaşamasını veya yine bu niyaza binaen –o bölgede meydana gelmesi muhtemel– açlıktan kış ve yaz ticarî seferleri vesilesiyle korunmalarını ifade ettiği belirtilir. Sûrede “bu ev” (Kâbe) tabirinden sonra Allah’ın verdiği nimetlerin hatırlatılması, Kureyş’in saygınlığa ve nimetlere Kâbe sayesinde ulaştığını ima eder. Sûrenin mesajı genel olarak ihsan edilen nimetlere lâyık olmaya ve yalnızca Allah’a kullukta bulunmaya yöneliktir.

Sûrenin faziletine dair, Allah’ın Kureyş hakkında sûre indirmesinin başka hiçbir topluluğa reva görülmeyen ilâhî bir lutuf olduğu ve Kureyş sûresini okuyan kimseye on sevap verileceği şeklindeki rivayetler zayıf sayılmıştır.

 

106/1. Antlaşmaları2 hürmetine Kureyş’in3;

  1. Burada Kureyş ismine izâfetle iki defa geçen “îlâf ” kelimesi sözlükte “alıştırma, ısındırma; ahid, antlaşma ve ülfet” gibi mânalar taşır. Terim anlamı ise, “ahidler”, “imtiyazlar” ve talebe binaen verilen “beratlar” de- Nitekim “îlâf ” kelimesi yerine (veya beraberinde) kaynaklar yer yer “emân”, “‘ahd”, “‘ismet”, “habl”, “zimmet” gibi sözcükleri de kullanmaktadır.

Abdümenâf’ın dört oğlunun duruma el koymasından önceki bir süre boyunca Kureyşliler ticarî faaliyetlerini Mekke sınırları dışına taşırmıyorlardı. Kabilenin söz konusu durumu, Hz. Peygamber’in atası Hâşim’in ve üç biraderinin ticaret güvenceleri alıp kervanların emniyetini sağlamak için Bizans, Sâsânî, Habeşistan ve Yemen saraylarını ziyaret etmelerine kadar (467) sürdü. Harem’in sakini ve hizmetkârı sıfatıyla itibar kazanan Kureyş’in bu reisleri, ticarî istikametlerindeki gerek ara gerekse son durak olan beldelerin / ülkelerin yetkililerinden imtiyazlar (îlâf) aldılar. İran, Yemen, Habeşistan gibi terminal ülkelerle ve ticaret güzergâhları üzerindeki istasyonları kontrol eden kabilelerle diplomatik ve ekonomik ilişkiler kuran Hâşim, Bizans İmparatoru I. Leon’dan (457- 474) ve Gassânî melikinden de topraklarında ticaret serbestisi imtiyazı kopardı. Ülkesiyle ticaret yapma ayrıcalığı talep eden bir dilekçeyi de Necâşî’ye gönderdi ve iktisadî ilişkileri bakımından en tercihe şayan ül- kelerden olan Habeşistan kervan hattındaki kabilelerle ticarî angajmanlara girdi. Kureyşliler –topraklarından geçiş güvenliğini sağlamalarına karşılık– bu kabilelerin mallarını komisyon almaksızın onlar adına Bi- zans ülkesine taşıyıp satacaklardı. Böylece Hâşim, Gazze (Palaestina Pri- ma’da), Busrâ –ki bu şehir Mekke’nin başlıca buğday (Havran buğdayı) ithalatını gerçekleştirdiği yerdir– gibi Suriye ve oradan da Mısır piyasa- larına açılmaya başlayan Mekke tüccarı için Suriye güzergâhını emniyete aldı. Hâşim’in kardeşlerinden Muttalib Yemen’e, Abdüşems Habeşistan’a, Nevfel ise Irak’a giderek devlet başkanlarından benzer imtiyazlar kopar- dılar. Bahsi geçen Sâsânî İmparatoru, Fîrûz (I. Pervîz; 459-484) olsa ge- rektir. Söz konusu Abdümenâfoğulları’nın her birisi dönüşlerinde ticaret güzergâhları üzerindeki kabilelerden de ticarî kervanlarına saldırmazlık güvenceleri (el-îlâf) aldılar.

Îlâf, Mekke ticaretini, sadece sermaye mobilitesi sağlamak ve kervan seferlerini emniyete alıp geliştirmekle kalmadı, ayrıca ürünlerine yeni piyasalar sağlamak suretiyle ekonomik tekâmülü de temin etti. Bu uygulamanın bir başka önemli sonucu ise kabile ekonomisinin Mekke iktisadî sistemine entegrasyonuydu ki söz konusu gelişme, civar kabileler indinde Kureyş’in nüfuz ve prestijini kuvvetlendirdi. Bu ise diğer tâcirlerin ve göçmenlerin, gelişen ekonomik sistemine iştirak etmek üzere Mekke’ye çekilmesinde, modern bir tabirle yabancı sermayenin ve belki de kalifiye iş gücünün Mekke ekonomisine akmasında aktif rol oynadı. Anlatılan değişme ve gelişmelerden yararlanan Mekkeli tâcirler Kızıldeniz ve ötesine mal sevkiyatı için gemiler kiraladılar.

Îlâf vesilesiyle ananevî iki yolculuğu (rihleteyn) yeniden diriltmek suretiyle tekrar dışa açmayı başardıkları kapalı ekonomilerinde tarihe geçecek bir devrimin temellerini atan Abdümenâfoğulları, ticaretlerinin sınırlarını yeniden Arap Yarımadası’nda stratejik rol oynayacak boyutlara ulaştırdılar. Kureyş’in Mekke havalisiyle sınırlı kapalı devre ticareti bu geniş ufuklu politika sayesinde canlanarak uluslararası bir boyut kazandı. Biraz abartılırsa, söz konusu gelişme bir çeşit enformel “Arap ortak pazarı” kuruluşu olarak tasavvur edilebilir.

  1. Bu kabile ismen ilk ve son defa burada anılmaktadır. Bir rivayete göre Kureyş ismi, “toplamak, biriktirmek, birleşmek; rızık kazanmak, ticaret yapmak; dar geçinmek” anlamındaki “karş” kökünden türetilerek verilmiştir. Öyle ki –Hz. Peygamber’in atalarından– “Kureyş” lakaplı Fihr ibn Mâlik ibn Nadr ibn Kinâne’nin soyundan gelenler, Mekke ve çevresine topluca yerleşerek ticaretle uğraşmışlardır.

Câhiliye döneminde Yarımada Arapları, müteferrik kabileler ve –her birisinin hayvancılık, ziraat, ticaret gibi farklı mesleklerle uğraşması sebebiyle– birbirlerine bağımlı topluluklar halinde yaşadıklarından, her bölge tabiatına uygun olan kabiliyetlerle meşhurdu. Kureyş kabilesi ticarî aktivite açısından diğerlerinden çok daha belirgin şekilde ayrıştı. Dolayısıyla “Kureyş” isminin etimolojisi yapılırken, kabilenin şehrin ihtiyacı olan ticaret metaını çevreden toplama özelliği dikkate alınarak “toplayıcı” diye vasıflandırıldıkları da düşünülmelidir. Adlandırmaya ilişkin diğer bir görüş ise “Kureyş” kelimesinin, “kıvrak” (yani “küçük köpekbalığı”) anlamına geldiği şeklindedir ki kabile ticarî ataklığına nisbetle böyle isimlendirilmiştir.

 

106/2. antlaşmaları, kış ve yaz seferleri4 için,

  1. Genel kabule göre, Kureyş tüccarı kışın nisbeten serinleyen Yemen ve Habeşistan’a, yazın ise görece ısınan Filistin, Suriye, Mısır, Irak ve Ana- dolu’ya (Ankara) seferi yeğlerdi. Bir başka rivayete göre ise, Kureyş kışın deniz yoluyla Eyle’ye Tabii ticarî kervanları, söz konusu ticaret odaklı ekonomik sistemde seyyar birer şirket özelliği taşımakta olup geniş istihdam alanı yaratırdı. Kureyş’in iktisadî atılımına bağlı olarak, liman işçileri, güvenlik görevlileri, rehberler, hamallar, deveciler, çobanlar, veterinerler, hizmetçiler, kantarcılar, muhasebeciler, yazmanlar, aşçılar, sakalar gibi emekçilerden oluşan geniş bir hizmet sektörü doğdu.

Söz konusu iki yolculuğun, hacılarca kışın (Receb ayında) umre, yazın da hac için Mekke’ye yapılan seferler olduğu da ileri sürülmektedir.

106/3. Rabbine kulluk etsinler bu Ev’in5; [krş. 5/97; 27/91]

  1. Yani “onların Rabbi”ne ve/veya putlara değil de “Kâbe’nin Rabbi”ne ibadete çağrılmaktadırlar. Her şeyin Rabbi olan Allah bu vurguyla Kâbe’nin ve dolayısıyla onunla bağlantılı hizmetlerin stratejik önemine de dikkat çekmektedir. Bir yönüyle bu âyetler, değişik ülkelerden ve halklardan olan “tüccarın kıblegâhı” konumundaki Kâbe’nin kutsallığının devlet zoruyla değil Allah’ın lütfuyla gerçekleştiğini vurgulamaktadır. Böylece hacılar, Kur’an’da “hür ev” (el-beytü’l-‘atîk) olarak nitelenen Kâbe’ye, devlet dini gereğince değil hür iradeleriyle rağbet ederlerdi. Arabistan ticaret yolları üzerindeki Tâif, Hayber, Dûmetülcendel gibi diğer bazı stratejik şehirler kaleler veya surlarla korunduğu halde Mekke’nin güvenliği, sadece “Allah’ın Evi’nin Haremi” anlayışıyla sağlanıyordu. Başka bir ifadeyle, “kabile yurdu” anlayışının yerine konan genel geçer “dokunulmaz bölge” inancı Mekke’yi yeterince güvenli kılıyordu.

106/4. O’dur kendilerini [bu sayede] açken besleyen [krş. 14/37; 29/67] ve kılan korkudan emin.6 [krş. 8/26; 28/57; 95/3]

  1. Her şeye rağmen, Câhiliye Mekkesi dinî, ticarî ve stratejik coğrafî konumundan dolayı Roma, Bizans, İran, Habeşistan ve Yemen hükümdarları ile onların Arap vasallarının iştahını kabarttı veya hışmını çekti. Arap Yarımadası üzerinde dinî, siyasî ve iktisadî egemenlik kurabilmenin ancak Mekke hâkimiyetiyle mümkün olacağını bilen bu hükümdarlar zaman zaman Kâbe’nin dinî itibarına, şehrin iktisadî konum ve imkânlarına tasallut girişimlerinde bulundularsa da başaramadılar.

 

107. Mâ‘ûn Sûresi1

Bismillâhirrahmânirrahîm

107/1. Bak hele Din’i2 yalanlayana! [krş. 95/7]

107/2. İşte o ki yetimi horlamakta [krş. 4/6; 4/10; 17/34; 89/17; 93/6; 93/9]

107/3. ve özendirmemekte düşkün için aşa3. [krş. 51/19; 69/34; 89/18]

107/4. Artık yazıklar olsun o tapınanlara4

107/5. ki onlar aymazdırlar5 tapınmaları hakkında [krş. 8/35; 23/2]

107/6. ki onlar yaparlar riya6

107/7. ve sakınırlar yardımlaşmaya7.

 

MEÂLİ

  1. Mâ‘ûn Sûresi1
  2. Sûrenin tamamının veya son dört âyetinin Medine döneminde nazil olduğu şeklinde rivayetler varsa da tefsircilerin çoğunluğu Mekke devrinin ilk yıllarında indiğini kabul etmektedir. Adını son âyetindeki “el- mâ‘ûn” kelimesinden alır. “E raeyte”, “E raeyte’llezî” “ed-Dîn”, “et-Tekzîb” ve “el-Yetîm” sûresi olarak da adlandırılır.

Kısalığına rağmen, Mâ‘ûn sûresinde inkârcıların, din konusunda samimiyetsiz ve riyakâr insanların ahlâkî ve içtimaî kötülüklerini tanıtmak suretiyle önemli mesajlar verilmiştir. “Bak hele Din’i yalanlayana!” şeklinde başlaması, içeriğinin önemine muhatapların dikkatini çekmek içindir. Rivayete göre bu âyet, Mekke müşriklerinden olan ve Kıyamet’i inkâr eden Âs ibn Vâil hakkında inmiştir. Daha sonra, dini yalanlamanın insanın ahlâkında meydana getirdiği olumsuzluklara –yetimlerin horlanması örneğiyle– vurgu yapılır. Ardından gelen âyette, düşkünlerin aşlarını kendileri sağla[ya]madıkları gibi başkalarını da buna özendir- meyenler kınanır.

Sûrenin son dört âyetinde ibadetlerine riya karıştıranlar, iyiliği engelleyenler veya düşkünlerden aslî ihtiyaçlarını esirgeyenler kınanmıştır. Son âyette, âhireti inkâr edenlerin küçük diğerkâmlıklarda dahi bulun- mayacak kadar bencil oldukları vurgulanmaktadır. Sûrenin en önemli mesajı, Allah’a gönülden ibadet etmekle toplumsal hayatta yardımlaşma, şefhat ve merhametin dindarlık bakımından birbirinden ayrılamayacağı hususudur.

 

107/1. Bak hele Din’i2 yalanlayana! [krş. 95/7]

  1. Arapça “deyn” (borç) kökünden masdar veya isim olan “dîn” sözcüğüne “âdet, durum; hesap; ceza, mükâfat; itaat” gibi anlamlar verilmektedir. Tefsirciler buradaki “ed-dîn” kelimesinin “Kur’an, uhrevî yargı, Allah’ın hükmü, İslâm” gibi anlamlara geldiği görüşündedir. “Deyn” kökünde “borcu alıp vermek”, yani “ödeşmek” çağrışımı da olduğu için, bu âyette herkesin her türlü borç konusunda ödeşeceği Kıyamet günü kastediliyor Nitekim Kureyş müşrikleri hem İslâm’ı hem de yeniden dirili- şi, dolayısıyla da hesaplaşmayı inkâr ediyorlardı. Âl-i İmrân sûresinde (3/19) İslâm için –harf-i ta‘rifli olarak– “ed-dîn” tanımlaması yapılarak onun herhangi bir din olmadığı vurgulanmıştır. Bu bağlamda şu da ha- tırlanmalıdır ki “kıyâmet” kelimesinde “kalkma, ayakta durma, dikilme” anlamı olduğu için Kıyamet gününe Türkçe’de “Duruşma günü” denebilir; çünkü o zaman kurulacak mahkeme-i kübrâdaki duruşma ödeşmeyle sonuçlanacaktır. Zaten birçok âyette Kıyamet için Din günü nitelemesi de yapılmaktadır.

107/3. ve özendirmemekte düşkün için aşa3. [krş. 51/19; 69/34; 89/18]

  1. “Düşkünün doyurulması” yerine “düşkünün aşı” (ta‘âmi’l-miskîn) denilmek suretiyle varlıklıların malında yoksunların mâlî haklarının bulunduğu imlenir. Demek ki hak edişin önemi vurgulanmış ve başa kakmak men edilmiştir.

 

107/4. Artık yazıklar olsun o tapınanlara4

  1. Sûrenin indiği Mekke’de münafık bulunmadığı kabul edildiği için, burada ve sonraki âyette geçen “el-musallîn” ve “salât” kelimelerinin “namaz kılanlar” ve “namaz” değil de “tapınanlar” ve “tapınma” şeklinde anlaşılması daha doğru görünmektedir. Çünkü Enfâl sûresinde Mekke müşrikleri için “Nitekim Beyt[ullah]’ın huzurundaki tapınmaları ıslıklama ve alkışlamadan başka bir şey değildir…” meâlindeki âyette (8/35) geçen “salâtuhum” ifadesi bu tapınmanın namazla ilgisinin olmadığını açıkça göstermektedir. Ayrıca burada tapınmalarından aymaz olanların vasıfları arasında sayılan yetimin aşına duyarsızlık Hâkka (69/34) ve Fecr (89/18) sûrelerinde açıkça inkârcılara nisbet Oysa Mu’minûn sûresinde ise (23/2) müminlerin vasıflarının başına “namazlarında huşûlu” olmaları konmaktadır.

 

107/5. ki onlar aymazdırlar5 tapınmaları hakkında [krş. 8/35; 23/2]

  1. “Sehv” kökü sözlükte “unutma, yanılma; dalgınlık, gaflet; aymazlık; gevşeklik, lâkaytlık” gibi anlamlara gelir (başka bir kullanımı için bk. ez-Zâ- riyât, 51/11).

 

107/6. ki onlar yaparlar riya6

  1. Kur’an’da riya kavramı üç âyette isim (el-Bakara, 2/264; en-Nisâ, 4/38; el-Enfâl, 8/47), iki âyette fiil (en-Nisâ, 4/142; el-Mâ‘ûn, 107/6) olarak yer almaktadır. İlk iki âyette ibadet niyeti taşımadan, Allah rızâsını gözetmeden, sadece gösteriş olsun diye sadaka verenler, üçüncü âyette gösteriş ve şöhret için savaşa katılanlar, diğer ikisinde ise tapınmaları sırasında gösteriş yapanlar kınanmıştır.

 

107/7. ve sakınırlar yardımlaşmaya7.

  1. Tefsircilerin çoğunluğu buradaki “el-mâ‘ûn”u yardımlaşmanın örnekleri olan “zekât, sadaka, yiyecek içecek ikramı; insanların aralarında ödünç (‘âriyet) alıp verdikleri kap kacak gibi çeşitli ev eşyası” diye açıklamıştır. Nüzûl tarihi bakımından, burada –hicrî ikinci yıldan sonra farz kılınan– zekât kastedilmiş Bununla beraber, sûrenin doğrudan muhatapları –indiği devrin– Mekke müşrikleri ise de onlara benzememek için söz konusu olumsuz davranışlardan uzak durmalarına dair müminlere de dolaylı bir evrensel mesaj verildiği söylenebilir.

 

108. Kevser Sûresi1

Bismillâhirrahmânirrahîm

108/1. Elbette Biz sana “Kevser”i2 vermişizdir.

108/2. Artık Rabbin için namaz kıl3 ve kurban4 kesiver. 108/3. Muhakkak soysuz5, sana kin güdenin ta kendisidir.

 

MEÂLİ

  1. Kevser Sûresi1
  2. Mekke döneminde ‘Âdiyât sûresinden sonra inmiştir. Medine’de vahye- dildiğini söyleyenler varsa da sûrenin içeriği ve üslûbu bu ihtimalin za- yıflığını gösterir. Adını ilk âyette geçen “el-kevser” kelimesinden almıştır. İlk âyetin tamamıyla da isimlendirilir. İkinci âyette kurban kesmekten söz edildiği için bazan “en-Nahr” sûresi adıyla da anılmıştır. Sûre özellikle Türk sözlü kültüründe “İnna‘taynâ” diye de anılır. Kur’an’ın en kısa sûresidir.

Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamber’i “oğulsuz, nesli kesik” (el-ebter) diye nitelemeleri veya oğulları Kâsım ve Abdullah’ın vefatı üzerine artık soyunun devam etmeyeceğini dillerine dolamaları üzerine inmiştir. İkinci âyetinin Hudeybiye’de nazil olduğu yolundaki rivayet –tefsircilerin çoğunluğunca zayıf sayıldığı için– dikkate alınmazsa, bu sûrenin Resûl-i Ekrem’e soyunun devam etmeyeceği yolunda dil uzatılması üzerine kendisini teselli için indirildiği söylenebilir. Mina’nın orta kesiminde Ara- fat’a yönelen kimsenin sağında kalan yere –Kevser sûresinin orada nâzil olduğu inancıyla– Mescid-i Kevser adlı bir namazgâh yapılmıştır.

İlk âyette Hz. Peygamber’e “el-kevser” (aş. bk.) verildiği bildirilir. İkinci âyette –bağlamı dikkate alındığında– Peygamber’den, kendisi- ne bahşedilen hayırlar karşılığında bütün şükür biçimlerini kapsayan namaz ve kurban ibadetlerini yerine getirerek Allah’a yakınlaşmasının istendiği söylenebilir. Kur’an’da bu âyetteki dolaylı işaret hariç –hac dışındaki– kurban ibadetine temas yoktur. Üçüncü âyet, asıl soysuzun Peygamber’e kin besleyip ona dil uzatan kimse olduğunu belirtir. Kureyş müşrikleri, Hz. Muhammed’le erkek çocukları yaşamadığı için alay et- mişlerdir. Oğullarının vefat etmesi onun son peygamber olması, hilâfetin de ümmetin tercihine bırakılması gibi birtakım hayırlı sonuçlar doğur- muştur. Ayrıca düşmanları yok olup giderken onun soyu kızı Fâtıma’dan devam ettiği gibi kendisine inanan ümmeti de büyük sayılara ulaşmıştır. Bu âyet, Resûlullah’ın zamanla unutulacağı savının aksine, söz konusu iddiayı ileri sürenlerin unutulup yok olacağına dair gayb haberi vermesi bakımından Hz. Muhammed’in peygamberliğine delil sayılmaktadır.

Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’ye göre, Kur’an’ın bu en kısa sûresinin bile benzerinin yapılamayışı (bk. el-İsrâ, 17/88) sûrenin nazım niteliği ve belâgat üstünlüğünden dolayıdır.

 

108/1. Elbette Biz sana “Kevser”i2 vermişizdir.

  1. “el-Kevser”in sözlük anlamı “çokluk, bolluk, iyilik ve hayır”dır. Buna göre âyetin meâli şöyle olur: “Muhakkak Biz sana yığınla çokluğu vermişiz- ” “el-Kevser” ayrıca bütün Cennet ırmaklarının kendisinden doğduğu büyük bir su kaynağını veya nehri ifade eder. Bu sûrenin nüzûl sebebine ilişkin bir hadiste Resûl-i Ekrem, Kevser’i Rabbinin kendisine vaad ettiği Cennet ırmağı şeklinde açıklamış, onun üzerinde çok hayırlı bir havu- zun bulunduğunu ve Kıyamet gününde ümmetinin oraya geleceğini bil- dirmiştir (Müslim, “Salât”, 53). Söz konusu nehir, etrafı incilerle örülmüş kubbelerle çevrili, suyu gümüşten beyaz, miskten daha hoş kokulu, bal- dan tatlı gibi özelliklerle tanıtılır (meselâ bk. Buhârî, “Rikâk”, 53). Bazı rivayetlerde ise Havz’a da, Kevser’in bir uzantısı olması sebebiyle kevser isminin verildiği, her ikisinin benzer sıfatlarla anıldığı belirtilir. Hz. Pey- gamber’e mi‘rac sırasında, rüyasında veya minberde konuşurken Havz ve Kevser’in gösterildiğine dair de rivayetler vardır (Buhârî, “Rikâk”, 53, “Megâzî”, 17, 27, “Cenâiz”, 73; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 23; Tirmizî, “Tefsî- rü’l-Kur’ân”, 89).

Diğer taraftan âlimler, kevseri –Abdullah ibn Abbâs’ın Allah’ın peygamberine verdiği hayırlardan sadece biri olarak anmasından hareketle (Buhârî, “Rikâk”, 53)– nübüvvet, Kur’an, İslâm dini, âlimler, büyük ümmet, güzel ahlâk, ilim, şefaat hakkı, dualarının kabul edilmesi gibi mânevî lutuflar olarak da yorumlamışlardır.

Kevserin “çok yönlü ve büyük iyilik” anlamına geldiği, bununsa Hz. Muhammed’e verilen peygamberlik, melekler arasında bilinirlik, bütün Müslümanlar’ın tekrarladığı kelime-i şehâdet, ezan, kâmet gibi metinlerde isminin Allah adıyla beraber zikredilmesi vb. zengin bir içeriğe sahip bulunduğu belirtilir. Bu yaklaşıma göre, o nehrin verilmesi Hz. Peygamber’in şerefini arttırmayacaktır; esasen Allah, Muhammed ümmetine bundan daha fazlasını vaad etmiştir.

 

108/2. Artık Rabbin için namaz kıl3 ve kurban4 kesiver.

  1. Bu emirle genelde namazın, vakit farz namazlarının ve/veya bayram namazlarının kastedildiğine dair değerlendirmeler vardır. Âyetin ve konuyla ilgili hadislerin farklı yorumlanmasından hareketle Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre bayram namazının cemaatle kılınması şart, Şâfiî- ler’e göre ise sünnettir. Namazla ilgili bazı âyetler için 4/101; 4/102; 11/114; 17/78; 17/110; 20/132; 23/2; 29/45; 62/9; 73/20.

 

  1. Sözlükte “(elleri) göğüs hizasına getirmek; boğazlamak; göğsün boyun tarafına gelen boğaz çukuru” anlamlarına gelen “nahr”ın kurban kesmeye göre daha zayıf bir ihtimalle “namazda elleri göğüs hizasında bağlamak” veya “namaza başlarken elleri boyun hizasına kadar kaldırıp tekbir getirmek” olabileceği de belirtilmiştir. Buradaki “nahr” emrinin namazla bağlantısı da kurularak “Kurban Bayramı namazı kıl ve kurban kes” anlamına geldiği de söylenmiştir. Âyetin bu mânalara işarette bu- lunduğu düşünülebilirse de bağlamı bakımından buradan, Hz. Peygamber’in, kendisine verilen nimetlere şükür için namaz ve kurban ibadetlerini yerine getirmesinin istendiği çıkarımında bulunmak daha uygun görünmektedir. Nitekim kurban kesilmesi ve Kurban Bayramı namazı kılınması hicretin ikinci yılında farz olmuştur; bayram namazları da cemaatle eda edildiğine göre âyetteki emir Hz. Peygamber’in şahsını muhatap alsa gerektir. Ayrıca âyetin başındaki “namaz kıl” genel emri bayram namazlarını da kapsadığı için sanki tekrara gerek Hanefîler, bu buyruğun ümmeti de kapsadığı ve gerekli şartları taşıyanların Kurban Bayramı’nda kurban kesmesinin vâcipliğini bildirdiği görüşündedirler. Bu âyette, namaz özelinde kulluğun ve kurbanın sadece Allah’a sunulması gerektiği vurgulanmaktadır. Nitekim aynı hususun En‘âm sûresinde de (6/162-163) altı çizilmektedir.

 

108/3. Muhakkak soysuz5, sana kin güdenin ta kendisidir.

  1. “Ebter” kelimesi Sanskritçe’de “oğulsuz” anlamına gelen “aputra (a = olumsuzluk ön takısı + putra = oğul” kelimesinin Arapça’ya geçmiş hali gibi durmaktadır. Çünkü sözcüğün Arapça etimolojileri inandırıcı gel- Bu bağlamda kelime adı sanı ortadan kalkacak, nesli kesilecek olan anlamında geçmektedir.

 

109. Kâfirûn Sûresi1

Bismillâhirrahmânirrahîm

109/1. “Ey kâfirler!” diye haykırsana2 : [krş. 3/159; 16/125; 21/107; 39/64]

109/2. “Ben tapmam taptıklarınıza.3 [krş. 10/104] 109/3. Siz de tapıcılar değilsiniz taptığıma.

109/4. Ben tapan olma[dı]m taptıklarınıza.4 109/5. Siz de tapıcılar değilsiniz taptığıma.

109/6. Sizin dininiz size, benim dinim5 bana.”,6 [krş. 2/256; 10/41; 17/5; 28/55; 39/14; 41/40; 42/15; 53/39]

 

MEÂLİ

  1. Kâfirûn Sûresi1
  2. Mekke döneminde Mâ‘ûn sûresinden sonra inmiştir. İlk âyeti kâfirlere hitapla başladığı için bu adı almıştır. Kâfirûn sûresine ayrıca “Kul yâ ey- yüha’l-kâfirûn”, “el-Münâbeze”, “el-İbâde”, “ed-Dîn” ve “el-İhlâs” adlarıyla da atıfta Öte yandan İhlâs ve Kâfirûn sûreleri “el-İhlâseyn” (iki İhlâs) ve “el-Mukaşkışeteyn” şeklinde de anılmaktadır. el-Mukaşkışe kelimesi, “bazı bulaşıcı hastalıkları tedavi etme” anlamındaki “kaşkaşe” kökünden türemiş olup “şirk ve nifakı kışkışlayan” anlamındadır. “Kul” (söyle) emriyle başladığı için, aynı başlangıca sahip Cin, İhlâs, Felak ve Nâs sûreleriyle beraber “el-Kalâkıl” namlı grupta yer alır.

Kureyş’in önde gelenlerinden bir grup Hz. Peygamber’e şöyle söylemişlerdir: “Ey Muhammed! Bir yıl biz senin ilâhına tapalım, bir yıl da sen bizim ilâhımıza tap; böylece anlaşmış oluruz. Eğer senin bildirdiklerin bizim inandığımızdan daha doğru ise ondan biz de istifade etmiş oluruz; bizim taptığımız senin taptığından hayırlı ise bu takdirde sen ondan faydalanmış olursun.” Fakat Resûlullah, “Kendisine şirk koşmaktan Allah’a sığınırım” diyerek teklifi reddedince bu sûre inmiştir.

Sûrenin muhtevasında, özellikle İslâm inanç sisteminin temelini oluşturan tevhid ilkesi üzerinde durularak, yalnızca Allah’a ibadet edilmesinin ve O’na –özellikle ilâhlıkta– ortak koşulmamasının vurgulandığı görülür. Ayrıca Hz. Peygamber’in dilinden onun ibadetinde şirk unsurunun bulunmadığına dikkat çekilmektedir. Aynı zamanda din ve ibadet özgürlüğü çerçevesinde hiç kimsenin bir başkasının ibadetini engelleme hakkının bulunmadığına işaret edilmektedir. Sûrenin sonunda yer alan, “Sizin dininiz size, benim dinim bana” ifadesi müşriklerin tavırlarından kesinlikle uzak durulmasını vurgular. Nitekim bu husus daha sonra inen bazı Mekkî sûrelerde de tekrarlanır.

 

Kâfirûn sûresi Hz. Peygamber’in namazlarda sıkça okuduğu sûreler arasındadır. Onun sabah ve akşam namazlarının sünnetlerinde, tavaf namazında ve vitir namazından sonra oturarak kıldığı iki rek‘atlık namazda İhlâs ve Kâfirûn sûrelerini okuduğu rivayet edilmiştir (Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 98; İbn Mâce, “İkâmetü’s-salât”, 102, 112; Tirmizî, “Hac”, 43). Resûlullah’ın bir sahâbîye yatağına girerken Kâfirûn sûresini okumasını öğütlediği de nakledilir (Dârimî, “Fazâilü’l-Kur’ân”, 23; Tirmizî, “Da‘avât”, 22). Kâfirûn sûresinin Kur’an’ın çeyreğine denk geldiği” rivayet edilmiştir (Tirmizî, “Fazâilü’l-Kur’ân”, 10). Bunun yorumu şöyledir: Kur’an’da emredilenler ve yasaklananlar vardır. Bunların her biri de kalpler ve uzuvlarla işlenenler diye ikiye ayrılır. Bu sûre kalpleri ilgilendiren yasakları içermektedir. Bazı kaynaklarda yer alan, “Kim Kâfirûn sûresini okursa Kur’an’ın dörtte birini okumuş sayılır; okuduğu bu sûre onu şeytanın aldatmasından korur…” anlamındaki rivayetin sahih olma- dığı belirtilmektedir.

 

109/1. “Ey kâfirler!” diye haykırsana2 : [krş. 3/159; 16/125; 21/107; 39/64]

  1. Sûreye böyle bir emirle başlanmasında, buyurulan hususun zihinlere kazınması ve sözün devamına ilgi çekilmesi gibi hikmetler vardır.

Buradaki “el-kâfirûn” (kâfirler) kelimesinin tekili olan “kâfir”, söz- lükte “örtmek, gizlemek; nankörlük etmek” gibi mânalar taşıyan “küfr” (kefr, küfûr, küfrân) kökünden gelmektedir. Hakikati örten demektir. Tohumu toprağa koyup üzerini örttüğü için çiftçi de kafîr (örten) diye isimlendirilmektedir. Terim olarak genellikle “Peygamberi –Allah’tan alıp din adına tebliğ ettiği hususlarda– onaylamayan, ona inanmayan” diye tanımlanır. Küfrü benimseyene “fıtrî yeteneğini köreltip örten” anlamında kâfir denilir. Arapça kâfir veya Farsça “gebr” (ateşe tapan) sözcüğünden alınıp Türkçe’de kullanılan gâvur kelimesi de inkârcıyı ifa- de etmektedir. “Kefere” ve “gafara” kelimelerinin Latince “coperire” (> İngilizce cover; Fransızca covrir = örtmek, kapamak, perdelemek) ile semantik yakınlığı dikkat çekmektedir.

 

109/2. “Ben tapmam taptıklarınıza.3 [krş. 10/104]

  1. Burada akıllı varlıklar için kullanılan “men” edatı değil de “mâ” edatının seçilmiş olması müşriklerin putlar, gezegenler gibi akılsız varlıklara tapmalarının yanı sıra atalar kültüne sahip olmalarıdır (o nedenle meâl çoğul kalıbıyla verilmiştir). Müşriklerin de varlığını kabul ettikleri Allah’a ise her iki din tarafından yüklenen anlam ve nisbet edilen sıfatlar aynı değildir; aslında isim aynı olmakla beraber nitelik bakımından ciddî farklar vardır. Nitekim müşrikler Peygamber’e “Rabbinin nesebi nedir?”, “Rabbini bize nitele, o nedir?” meâlinde sorular sorarlardı (el-Müs- ned, V, 133; Tirmizî, “Tefsîrü’l-Kur’ân”, 92). Dolayısıyla, bu bağlama “mâ” edatı daha uygundur. Allah’ın kimliği değil de sıfatları kastedildi- ğine göre sonraki âyetlerde de aynı edatın kullanılmış olması tutarlılık bakımından anlamlıdır.

109/4. Ben tapan olma[dı]m taptıklarınıza.4

  1. Bu âyet –“‘abedtum” (taptınız) fiilinin geçmiş zaman kipinde gelmiş olmasından çıkarsanabileceği üzere– Hz. Muhammed’in peygamberlikten önce de putlara tapmadığının delili sayılabilir. Nitekim Necm sûresinde de (53/2) bu durum teyit

109/6. Sizin dininiz size, benim dinim5 bana.”,6 [krş. 2/256; 10/41; 17/5; 28/55; 39/14; 41/40; 42/15; 53/39]

  1. Bunun sonunda kesra ile yetinilmiş (dîni), birinci tekil şahıs iyelik zamirini gösteren “yâ” harfi –seci sebebiyle– düşmüştür. Ancak “dînî” (benim dinim) kelimesinin “dînun” şeklinde bir kıraati de vardır ki buna göre âyetin meâli şöyle olur: “Sizin dininiz size, benim bir dinim var.”
  2. Bu âyetteki “dîn” kelimesi şu anlamlara gelebilir: Din, hesap, ceza, dua, âdet. Burada nekre halindeki din kavramı şirk de dahil olmak üzere bütün inançları kapsamına almaktadır (Din kelimesinin İslâm dışındaki inançlara atfen kullanıldığı diğer âyetler için meselâ 3/24, 73; 4/171; 5/77; 6/70, 137, 159; 7/51; 12/76; 30/32; 40/26; 48/28; 49/16).

Bunda ne küfre onay ne de cihaddan men vardır. Kâfirler bir antlaşma yapmaya yanaşmadıklarına göre, bunun savaş âyetiyle neshedilmiş olmasını gerektirici bir durum da yoktur. Üstelik ardından gelen Nasr sûresi cihad boyutunu teyit etmektedir. Müslümanlar fethettikleri yerlerde çeşitli sınıf, cins, renk ve ırktan gayri müslime zimmî statüsü vererek, bu âyet uyarınca inanç, can, mal, ırz ve namusları ile ibadet ve mâbedlerinin dokunulmazlığını tanımışlardır. Muhabbet, adâlet, merhamet, insaf gibi değerleri sahiplenip sulh ve selâmeti Dünya’da hâkim, İslâm’ı da evrensel kılmışlardır.

Kur’an, insanları zorlamak yerine –irade hürriyeti uyarınca– dinle- rinde kalmak veya İslâm’ı benimsemek arasında serbest bırakmaktadır (Yûnus, 10/99; el-Kehf, 18/29; el-Kâfirûn, 109/6). Dinin inanç ve uygulama ilkelerinin benimsenip yaşatılması esasen gönüllülük esasına, hür iradeye ve bilinçli tercihe dayandırılır. Bu yaklaşım, İslâm’ın hem özgüveninden hem de din ve vicdan hürriyetine verdiği önemden kaynaklanmaktadır. Aynı anlayış sebebiyledir ki Bakara sûresinin 256. âyeti de genelde dine girişte bir zorlama olmaması gerektiği şeklinde yorumlanmıştır. Çünkü esasen akıl ve fıtrat kişiyi kendiliğinden İslâm’ı benimseyip uygulamaya yönlendirecektir (er-Rûm, 30/30).

 

110. Nasr Sûresi1

Bismillâhirrahmânirrahîm

110/1. Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde2 [krş. 9/32-33; 57/10; 61/8-9]

110/2. ve insanları Allah’ın dinine [krş. 3/19; 3/85] akın akın gi- rerlerken gördüğünde,3 [krş. 58/21; 40/51; 47/7; 48/28]

110/3. artık Rabbini tesbih et övgüyle [krş. 2/30; 10/10; 13/13; 17/44] ve O’ndan bağışlama dile.4 [krş. 40/55; 47/19; 48/2] O, tövbeleri çokça kabul edicidir elbette.5 [krş. 5/3]

 

MEÂLİ

  1. Nasr Sûresi1
  2. Medine döneminde nâzil olmuştur. Bütün olarak indirilen son sûre sayılmaktadır. Vedâ haccı sırasında (Zilhicce 10 / Mart 632) Mina’da nâzil olduğuna dair rivayet ağırlık kazanmakla birlikte İslâmiyet’in hızla yayılmaya başladığı 7 veya 8 (628 veya 629) yılında indiğini kabul edenler de vardır. Adını ilk âyetinde geçen “nasr” (yardım) kelimesinden alır. “İzâ câe”, “İzâ câe nasrullâh”, “el-Feth” ve –Hz. Peygamber’in vefatına işaret ettiği için– “et-Tevdî‘” (Vedâ‘) olarak da Allah, daha önce peygamberine zafer vereceğini vaad etmiştir (9/32- 33; 61/8-9). Bu sûrede, ilâhî yardımın gelip fethin gerçekleştiği ve insanların gruplar halinde Allah’ın dinine girdiği belirtilmiş, Resûlullah’tan Cenâb-ı Hakk’ı övgüyle yüceltmesi ve bağışlanma talebinde bulunması istenmiştir. Sûrede geçen “yardım / zafer ve fetih” (nasr, feth) hakkın- da değişik görüşler ileri sürülmüştür. Hz. Peygamber ve ashabı, vahyin başlangıcından itibaren Hudeybiye Antlaşması’na kadar (6/628) büyük sıkıntılar çekmişti. Yirmi yıla yaklaşan bu süre içinde Müslümanlar maddî ve mânevî bakımdan donandıktan sonra ilâhî yardım ve zafer dönemi gelmiş ve Resûl-i Ekrem’in vefatından iki üç ay öncesinde başarı zirveye ulaşmıştır. Sûrede bu hususa değinilerek son peygamberin ebedî âleme geçiş hazırlıklarına başlaması imlenmiştir. Nitekim Resûlullah’ın sûreden böyle bir işaret aldığını belirttiği kaydedilmektedir (meselâ bk. el-Müsned, I, 217, 338).

Hz. Âişe’den gelen rivayetlerde Resûlullah’ın Nasr sûresinin inmesinden sonra namaz sırasında ve diğer zamanlarında Allah’ı tesbih edip O’na hamd ettiği ve istiğfarda bulunduğu belirtilmektedir (Buhârî, “Tefsîr”, 110/1-2; Müslim, “Salât”, 218-220). Hz. Peygamber’in bu dua ve niyazını bir şükür ifadesi, ebediyet âlemi için hazırlık ve ümmeti için örneklik olarak değerlendirmek mümkündür. Sûrede ayrıca müminlere benimsedikleri dinin yerleşip yayılması, zafer ve güç kazanılması gibi– nimetlere karşılık Allah’a hamd ederek şükürde bulunmaları, mânevî ge- lişmeleri için de mağfiret dilemeleri yönünde mesaj verilmektedir.

Bir hadiste, “İzâ câe nasrullâh” sûresinin Kur’an’ın dörtte birine denk olduğu ifade edilmiştir (el-Müsned, III, 146-147, 221; Tirmizî, “Fazâi- lü’l-Kur’ân”, 7). Kur’an’ın içeriğinin tevhid, peygamberlik, Dünya ve âhiret ahkâmı şeklinde dört bölümde özetlenmesi, Nasr sûresinin de peygamber gönderme amacını “insanların dine girmesi” olarak bildirmesi hadiste geçen oranı açıklamaktadır. Bazı kaynaklarda alıntılanan, “İzâ câe nasrullâh sûresini okuyan kimseye Mekke’nin fethedildiği gün Mu- hammed ile beraber bulunan gazilerin sevabı verilir” meâlindeki rivayet uydurma olarak nitelendirilmiştir.

 

110/1. Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde2 [krş. 9/32-33; 57/10; 61/8-9]

  1. Burada geçen “nasr” kelimesi “yardım” ve “zafer” anlamlarına gelmektedir. Sonraki “fetih” kavramı “zafer”i de kapsadığı için “nasr” sözcüğünün karşılığı olarak “yardım” yeterli görülmüştür.

Bu âyette, hicrî sekizinci yılda gerçekleşen Mekke’nin fethine işaret olduğu söylemi sûrenin hicrî onuncu yılda indiği görüşüne aykırıdır. Dolayısıyla, burada değinilen fetih, bir kısmı savaşsız gerçekleşen sonraki coğrafî ve mânevî fetihlerdir denebilir.

110/2. ve insanları Allah’ın dinine [krş. 3/19; 3/85] akın akın gi- rerlerken gördüğünde,3 [krş. 58/21; 40/51; 47/7; 48/28]

  1. Bu iki müjde de daha hicrî yılda Mekke’nin fethi ve ertesi yıl çevre kabile ve milletlerden heyetlerin Medine’ye akışı ile gerçekleşmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’le görüşmek için Medine’ye gelen heyetlerin çokluğundan dolayı hicretin 9. (630) yılına “Heyetler senesi” (senetü’l-vüfûd) adı verilmiştir.

110/3. artık Rabbini tesbih et övgüyle [krş. 2/30; 10/10; 13/13; 17/44] ve O’ndan bağışlama dile.4 [krş. 40/55; 47/19; 48/2] O, tövbeleri çokça kabul edicidir elbette.5 [krş. 5/3]

  1. Yani Allah’ın dinine akın akın girenler için.
  2. Bazıları en son inen âyetlerin bu üçü olduğu görüşündedir.

 

111. Leheb Sûresi1

Bismillâhirrahmânirrahîm

111/1. Ateşin Şahı Ebû Leheb’in elleri kurusun;2 nitekim kurudu kuruyacak!3

111/2. Ne malı ne de kazandığı4 ona yaramadı yaramayacak.5 [krş. 25/23]

111/3. Alevli bir yalazaya salınacak.

111/4. [Dünya’dayken laf taşıdığı6 gibi] odun taşıyacak7 karısı da,8[krş. 72/15]

111/5. gerdanında bükülmüş bir halatla.9 [krş. 76/4]

 

MEÂLİ

  1. Leheb Sûresi1
  2. Mekke döneminde Fâtiha’dan sonra inmiştir. İsimlerini sûrenin başındaki “tebbet” ve ilk âyetinde geçen “leheb” kelimelerinden alır. Hadis kaynakları ile ilk dönem tefsirlerinde sûre “el-Mesed” ve “Ebû Leheb” adlarıyla da anılır. Nüzûlüyle ilgili çok sayıdaki rivayet arasında en meşhuru şöyledir: Kur’an’da, “En yakın hısımlarını uyar da önce” meâlindeki âyetin (26/214) inmesi üzerine Resûlullah bir sabah vakti Safâ tepesine çıkıp Kureyş mensuplarına Onlar etrafında toplaşınca “Size şu dağın arkasından bir düşman süvari birliğinin gelmekte olduğunu söylesem bana inanır mısınız?” diye sordu. Onlar da “Daha önce senin herhangi bir yalanını duymadık” dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem kendisinin –şiddetli bir azap öncesinde gönderilmiş– uyarıcı bir elçi ol- duğunu bildirdi. Dinleyiciler arasında bulunan amcası Ebû Leheb onu azarladı ve “Kahrolasıca! Bizi bunun için mi buraya çağırdın?!” diyerek uzaklaştı. Bu olayın ardından, Ebû Leheb’in kullandığı “tebben lek” kav- ramına atıfla başlayan bu sûre nâzil oldu (el-Müsned, I, 281, 307; Buhârî, “Tefsîr”, 111; Tirmizî, “Tefsîrü’l-Kur’ân”, 111). Sûrenin ilk üç âyetinde,–al yanaklı olması sebebiyle babası tarafından– “Ebû Leheb” (yalım, ateş, alev) künyesiyle anılan Ebû Utbe Abdüluzzâ’ya beddua edilmekte, servetinin ve çocuklarının kendisini Cehennem ateşinden kurtaramayacağı bildirilmektedir. Son iki âyette Ebû Leheb’in karısı (ve Ebû Süfyân’ın kız kardeşi) olan Ümmü Cemîl Avrâ’nın da alev tutuşan Cehennem’e gireceği bildirilmektedir; çünkü o, Hz. Peygamber’e eziyet etmek için dikenli dallar taşıyıp geçeceği yola sererdi.

Kur’an’da belli bir kişinin şahsını konu alan sûre sadece budur. İçeriğinde Resûl-i Ekrem’in hak peygamber oluşunun üç yönlü bir ispatı vardır. Birincisi, burada Cehennem’e gireceği bildirilen Ebû Leheb’in yaklaşık on yıl sonra kâfir olarak ölmesidir. İkincisi, İslâmiyet’in henüz çok az taraftarı varken Hâşimîler’in reisi Ebû Leheb gibi bir kişi hakkında ağır ifade kullanılabilmesidir. Bu da ancak Allah’ın, peygamberini koruması sayesinde mümkündür. Üçüncüsü, Resûlullah’ın son derece kibar bir şahsiyet olmasına rağmen böyle ağır bir üslûba yer verilmesidir. Bu ise Allah düşmanlarına din konusunda boyun eğilmemesi esasının gereğidir. “Allah Teâlâ’nın Tebbet sûresini okuyan kimse ile Ebû Leheb’i aynı mekânda bir araya getirmeyeceğini umarım” meâlindeki rivayetin uydurma olduğu bildirilmiştir.

 

111/1. Ateşin Şahı Ebû Leheb’in elleri kurusun;2 nitekim kurudu kuruyacak!3

  1. Künye ve lakapların kullanımı bazan saygı bazan da –burada olduğu gibi– hakaret belirtmek içindir. Dolayısıyla, hem aslını hem de tercümesini vermek uygundur. İsmen anılmaması, “Abdüluzzâ” (Uzzâ’nın kulu) adının Kur’an mesajına aykırılığı olabilir. Bunun bir sebebi de mesajın tamamen kişiselleştirilmeyerek evrenselliğinin öne çıkarılması içindir.

“Eli kurusun” tabiri daha ziyade “eli çolak olsun” anlamında kullanılmaktadır. Bununla beraber mecazî anlamda “iflas etsin, elinde avucunda bir şey kalmasın, tutacağını tutamasın ve her tuttuğu boşa çıksın” gibi beddua mânasına da gelmektedir.

  1. Arapça’da -di’li geçmiş zaman hali bir şeyin gerçekleşmesinin kesin veya yakın olduğunu göstermek için kullanılabilir. Türkçe’de bu durum “eli kulağında”, “ha oldu ha olacak” “olmak üzere” “neredeyse oldu” şeklinde veya yukarıdaki gibi ifade

111/2. Ne malı ne de kazandığı4 ona yaramadı yaramayacak.5 [krş. 25/23]

  1. Buna “oğulları” anlamı da verilmiştir.
  2. Âyetteki “mâ” edatları olumsuzluk edatı ise meâli şöyle verilebilir: “Yaramadı, yaramayacak malı ona ve kazanmadı, ” Söz konusu edatlar soru edatı ise meâli şu şekilde olur: “Malı ona ne yarar sağladı ve ne kazandırdı?!”

 

111/4. [Dünya’dayken laf taşıdığı6 gibi] odun taşıyacak7 karısı da,8[krş. 72/15]

  1. Topladığı dikenli ağaç dallarını geceleyin, ayaklarına batması için –kapı komşusu– Resûl-i Ekrem’in yoluna saçtığı bildirilmektedir. Odun hamalı ifadesi buna işarettir. Ayrıca Araplar koğucu için, düşmanlık ateşi yakmak üzere insanlar arasında odun taşıyan tabirini kullanırdı.
  2. Cehennem’de odun olur mu? Kur’an’a göre onun yakıtı insanlarla taşlardır (krş. 2/24; 3/10; 21/98; 66/6)! denebilirse de meselâ Cin sûresinin on beşinci âyeti Cehennem odunu (li-cehenneme hataban) cinlerden Sûrenin okunuşu sırasında Cehennem’de Ebû Leheb ve karısı için hazırlanan ateş için üst üste atılan odunların birbirine çarpma sesleri işitilmektedir: Teb[bet], [ha]tab…
  3. Âyetin meâli şöyle de olabilir: “Odun hamalı karısı ” Buradaki “ham- mâlete’l-hatab” tamlaması ayrık sıfat (en-na‘tu’l-maktû‘) olup “imree- tuh” kelimesini nitelemektedir. Esasen kural gereği niteleyen ve nitele- nenin i‘râbı aynı, yani her ikisi de ötreli olmalıydı. Ayrıca Nâfi‘ kıraatinde, tamlanana uydurulup ötreli (merfû‘), yani “hammâletü’l-hatab” şeklinde geçmektedir. “Hammâlete’l-hatab”ın, “yangına körükle giden” anlamında Arapça bir deyim olduğu ve insanlar arasında söz taşıyan Ümmü Cemîle’nin –kışkırtıcılığı sebebiyle– böyle vasıflandırıldığı da söylenmektedir ki bu durumda âyetin meâli şöyle olur: “Yangına körük- le giden karısı da”.

111/5. gerdanında bükülmüş bir halatla.9 [krş. 76/4]

  1. Buradaki “halat”, kışkırtıcılık yaparak fitne kazanına odun taşıyan kimsenin odunları destelemek ve taşımakta kullandığı ipe göndermede bulunmaktadır. Kâfirin onuruna dokunan en acıklı manzara, Cehennem odunu olan kocasını sırtında taşırken gerek övünçle teşhir ettiği gerdanlığının, gerekse gerdanına doğru uzattığı örgülü kıvrık saçlarının, kendisini yakacak ateşin odununu taşıyan bir hamalın boynuna geçirdiği kuvvetli urganın göğsüne sarkması şeklinde tasvir edilmesidir.

 

112. İhlâs Sûresi1

Bismillâhirrahmânirrahîm 112/1. De ki: “O Allah bir tek.2

 112/2. Allah her şeyden berî[1] ve her şey O’na muhtaç.[2] [krş. 35/15; 47/38; 64/6]

 112/3. Hiç doğurtmadı [krş. 2/116; 4/171; 37/152] ve doğurulmadı hiç.[3] [krş. 6/101; 10/68; 17/111; 18/4; 19/35; 19/88; 19/91-92; 21/26; 23/91; 43/81]

112/4. O’na olmadı hiçbir denk.”6 [krş. 42/11]

 

MEÂLİ

  1. İhlâs Sûresi1
  2. Çok sayıdaki adları arasında, tevhid inancını öz bir şekilde ifade ettiği için verildiği anlaşılan “el-İhlâs” ve –aynı zamanda sûrenin ilk âyeti olan– “Kul hüvallâhü ehad” en çok kullanılanlarıdır. Sûre özellikle Türk sözlü kültüründe “Kul hüvallah” veya kısaca “Kul hü” ve “İhlâs-ı şerif ” diye de anılır. Sûreye, Allah’ın birliğine imanı dillendirdiği için “et-Tevhîd”, aynı inancın İslâm’da temel akîdeyi oluşturması sebebiyle “el-Esâs”, hiçbir şeyin Allah’a benzetilemeyeceğini, O’nun eşsizliğini ve aşkınlığını anlatması bakımından “et-Tecrîd”, Allah’a öğretisi uyarınca inananlar kurtulacakları için “en-Necât”, O’nun dostluğunu kazanacak- ları için “el-Velâye” adları da verilmiştir. Fazla yaygın olmamakla beraber “et-Tefrîd, el-Ma‘rife, el-Cemâl, en-Nisbe, el-Bereke, el-Berâe, el-Müzek- kire, en-Nûr, el-Mâni‘a, el-Emân” gibi isim ve nitelemeler de kullanılmış- tır. İhlâs sûresi Kâfirûn ile birlikte “el-İhlâseyn” ve “el-Mukaşkışateyn” (tedavi eden), Felak ve Nâs ile beraber “el-Mu‘avvizât” (Buhârî, “Fazâi- lü’l-Kur’ân”, 14) adlarıyla da anılır.

Birçok âlim sûrenin Mekke döneminde nazil olduğunu söylerken bazıları da hicretten sonra indiğini ileri sürmektedir. İlk görüşü benimseyenler, Mekke’de müşriklerin Hz. Peygamber’e gelerek, “Bize rabbinin nesebini söyle” dediklerine, Resûl-i Ekrem’in de onlara bu sûreyi okuduğuna dair rivayeti (el-Müsned, V, 133-134; Tirmizî, “Tefsîrü’l-Kur’ân”, 112/1, 2) Medenî olduğunu söyleyenlerse, Medineli Yahudîler’in ulûhiyyetle ilgili bazı sorularına Allah’ın cevabını iletmek üzere Cebrâil’in Hz. Peygamber’e gelip “Kul hüvallâhü ehad” sûresini okuduğunu bildiren rivayetleri delil göstermişlerdir. Necran Hıristiyanları heyetiyle ilgili bir rivayet de sûrenin Medine’de indiğine delil sayılmıştır. Bunlardan anlaşıldığına göre Resûl-i Ekrem, gerek müşriklerin gerekse Yahudîler’le Hıristiyanlar’ın Allah hakkındaki sorularına cevap olarak İhlâs sûresini okumuştur. Onun farklı zamanlarda sorulan suallere bu sûre ile cevap vermesi o sırada indiğini göstermez. Gerçi Yahudîler’le ilişkiler Medine’ye hicretten sonra başlamış, Necran Hıristiyanları’yla münasebetler de hicretin 3. yılında ve Uhud Gazvesi’nden sonra gelişmiştir. “Bize rabbinin nesebini bildir” diyen müşrik kişi hicretin 5. yılında gerçekleşen Hendek muhasarasının komutanıdır. Ancak İslâm’ın temel iman ilkesini belirleyen bir sûrenin bu kadar geç gelmesi ihtimali zayıftır. Ayrıca dili, üslûbu ve içeriği de Mekkî sûreleri andırmaktadır. Sûre hangi inançtan, fikir ve felsefî düşünceden kaynaklanmış olursa olsun Allah hakkındaki yanlış telakkileri ortadan kaldırmak, Allah’ı doğru sıfatlarıyla ve lâyıkıyla tanıtmak için inmiştir.

İhlâs sûresinin mahiyetine ilişkin olarak tefsircilerin üzerinde durdukları en önemli konu, ilk iki âyette yer alan “ehad” ve “es-samed” kelimelerinin anlam ve içerikleridir.

Sûre, Allah’ın niteleyici (sübûtî) sıfatlarla eksiklik ve yetersizliklerden arındırıcı (selbî, tenzîhî) sıfatlarından ikişer tanesini anar. Nitelemekte aşırı gidip Allah’ı yalnızca benzetme (teşbih) ve örnekleme (temsil) yoluyla tanımaya çalışmak sonuçta O’na bir benzer ve cisim yakıştırmaya, hatta çok tanrıcılığa götürebilir. Selbî sıfatlarla tanımlamada aşırılığa kaçıp O’nu sadece aklama (tenzîh) yoluyla tanıtma da büsbütün red ve inkâra götürme tehlikesi taşıyabilir. İşte sûre, bir yandan İslâm’daki ilâh tasavvurunun en temel öğelerini açıklarken öte taraftan diğer dinlerdeki tanrı algılarının yanlışlığını imlemektedir.

Kur’an’ın esasen Allah’ı doğru tanıtmayı ve O’na karşı kulluk görevlerini bildirmeyi hedeflediği dikkate alınınca, İhlâs sûresinin bütün sûrelerle ilişkisinin bulunduğu görülür. Meselâ Fâtiha’daki, “Kulluk ederiz yalnızca Sana ve yardım dileriz Senden yalnızca” meâlindeki âyetle Allah’ın “es-Samed” ismi arasında böyle bir ilişkinin varlığı dikkat çekmek- tedir. İhlâs’tan sonra gelen Felak ve Nâs sûrelerinde ise insanlar, Allah’ın–“samediyyet” diye belirtilen– büyük lutufhârlığından ve koruyuculuğundan istifade etmeye çağrılmaktadır.

İhlâs sûresinin Kur’an’ın bütününe eşdeğerliğine ilişkin rivayet zayıf görülmüşse de Kur’an’ın üçte birine denkliğine dair olanı sahih hadis kitapları ile önemli tefsir kaynaklarında yer almıştır. Hadisi yorumlayan bazı âlimler bu sûrenin sevabı bakımından, kimisi de konusu ve mânası yönünden Kur’an’ın üçte birine denk olduğunu söylemiştir. İkinci görüşe göre sûre, Kur’an’ın üç ana konusu arasında başı çeken tevhidle alâkalıdır ki bu sûrenin anlamını iyice özümseyen ve itikadını onunla şekillendiren kişi Kur’an’ın tevhid ve akaid bölümünü de kavrayıp benimsemiştir. Kur’an’daki bilgilerin ana hatlarıyla Allah, âhiret ve doğru yol hakkındakiler olmak üzere üçe ayrıldığı, İhlâs’ın bunlardan mârifetullah ve tevhid konusunu içerdiği, Kur’an’daki diğer hükümler bu sûredeki tek tanrıcılık temeline dayandığı için Kur’an’ın üçte biri değerinde görüldüğü belirtilmiştir. Hz. Peygamber’in namazlarda İhlâs sûresini birkaç defa okuyanları müjdelediğine dair rivayetler bulunmaktadır. Resûl-i Ekrem, Felak ve Nâs sûreleriyle beraber İhlâs’ın da sığınma maksadıyla okunabileceğini ve kendisinin yatarken bu sûreleri okuduğunu bildirmiştir (el-Müs- ned, III, 4, 7; Buhârî, “Fazâilü’l-Kur’ân”, 14; Nesâî, “İsti‘âze”, 1).

 

112/1. De ki: “O Allah bir tek.2

  1. Bu âyetin meâli şöyle de olabilir: “De ki: “O: Allah biricik”” veya “De ki: “O Allah’tır, biricik””.

Burada Allah’ın üç olduğunu iddia eden inanca reddiye vardır. “O” zamiri, Allah özel ismini vurgulamaktadır. “Ehad” sıfatı Allah’a nisbet edildiğinde O’nun tekliğini ve eşsizliğini belirtir; bu anlamıyla tenzihî veya selbî sıfatları da içerir. Bu sebeple ehad sıfatının bazı istisnalar dışında Allah’tan başkasına nisbet edilemeyeceği düşünülür. Aynı kök- ten gelen “vâhid” (bir) ise Kur’an’da ve hadislerde Allah’ın sıfatı olarak geçmekle beraber Allah’tan başka varlıkların sayısal anlamda bir[inci] liğinin ifadesi için de kullanılmaktadır. Sûrenin ilk âyetinde Allah lafzıyla bütün sübûtî sıfatlara, ehad lafzıyla da selbî sıfatlara işaret edildiği anlaşılmaktadır.

 

112/2. Allah her şeyden müstağni ve O’na muhtaç3 her özdek.4 [krş. 35/15; 47/38; 64/6]

  1. Sözlükte “bir şeye yönelmek” anlamındaki “samd” (sumûd) kökünden türeyen “samed” kelimesi “bir kavmin ilk atası, herkesin kendisine ihtiyacını arzettiği, fakat kendisinin kimsenin yardımına muhtaç olmadığı ulu başkan” gibi anlamlara gelir. Allah’a nisbet edildiğinde, “var oluş bakımından kimseye muhtaç olmayıp her şeyi var eden, ihtiyaçlarını gidermesi için herkesin kendisine başvurduğu, yaratılmışlara özgü acziyet ve ihtiyaçtan münezzeh ebedî ve bâkî yüce varlık” mânasına gelir.

Buna göre, âyetteki es-samed kelimesi doğrudan doğruya “Ehad” is- minin açıklaması, daha sonra gelen “Hiç doğurtmadı ve hiç doğurulmadı” âyeti de es-Samed isminin açıklamasıdır. “O’na olmadı hiçbir denk” meâlindeki son âyet ise hem birinci âyetin açıklaması hem de bütünüyle sûrenin bir özetidir.

  1. Bu iki âyette, Allah kelimesi yüceliğine dikkat çekmek için tekrarlanarak itnâb sanatı yapılmıştır.

 

112/3. Hiç doğurtmadı [krş. 2/116; 4/171; 37/152] ve hiç doğurul- madı.5 [krş. 6/101; 10/68; 17/111; 18/4; 19/35; 19/88; 19/91-92; 21/26; 23/91; 43/81]

  1. Bu âyetin meâli şöyle de olabilir: “O hiç baba olmadı ve hiç doğur[t]ulmadı”.

Burada Allah’ın Hıristiyanlar’a, Arap müşriklere ve Yahudîler’e karşı sırasıyla Hz. Îsâ’nın (9/30), meleklerin (16/57) ve Üzeyir’in (9/30) babası olmadığı, doğurulmuşlara tanrısallık yakıştırılamayacağı vurgulanmaktadır (19/88; 21/26).

 

112/4. O’na olmadı hiçbir denk.”6 [krş. 42/11]

  1. Buradaki “küfüven” ifadesi “tanrılıkta denk” şeklinde anlaşılacağı gibi babalık nisbet edenlere cevaben “eşlikte denk” olarak da yorumlanabilir. Bu sûrede, kuvvetli bir ses işitilecek şekilde mahreçleri sarsılarak okunan kalkale harflerinin tekrarlanması Allah’ın sıfatlarını vurgulayan ve onları tanımamakta direnen müşrikleri azarlayan sert bir bildiriyi kafaya –vura vura– yerleştirmeye yönelik gibidir.

 

113. Felak Sûresi1

Bismillâhirrahmânirrahîm

113/1. De ki: “Sığınırım Rabbine infilâkın2 , [krş. 72/6] 113/2. şerrinden O’nun yarattıklarının, [krş. 21/35] 113/3. ve çöktüğü zaman karanlık3 şerrinden

113/4. ve düğümlere [üfleyen] üfürükçülerin şerrinden4 , [krş.

2/102; 17/47; 25/8]

113/5. ve haset ettiği zaman hasetçi şerrinden.”

 

MEÂLİ

  1. Felak Sûresi1
  2. Adını ilk âyette geçen “el-felak” kelimesinden alır. Nâs sûresiyle beraber “el-Mu‘avvizeteyn” adıyla anılırlar. Bu ikisine İhlâs sûresi eklenerek üçü- ne birden “el-Mu‘avvizât” Felak ve Nâs sûrelerinin beraber indiği konusunda görüş birliği varsa da Mekkî mi Medenî mi oldukları tartışmalıdır. Sûrelerin Medine’de indiğini söyleyenlerin delilleri arasında, bir Yahudî tarafından Hz. Pey- gamber’e büyü yapılması üzerine Mu‘avvizeteyn’in nâzil olduğuna dair rivayet de vardır. Ancak Mu‘avvizeteyn üslûp ve içerik bakımından Mek- kî sûrelere benzemektedir. Öte yandan, diğer peygamberler için olduğu gibi Hz. Muhammed hakkında da “büyülenmiş” türünden iddiaların ileri sürülmesi, fiilen onun sihre mâruz kalmasını imkânsız kılmaktadır. Ayrıca Resûl-i Ekrem’e yönelik bu tür ithamları içeren ifadeler Mekkî sûrelerde yer almaktadır. Aslında Resûlullah’ın hayatına dair sahih rivayetlerle belgelenemeyen büyü iddiasına karşı Mu‘avvizeteyn’in Medenî oluşunun ileri sürülmesi, delil ile –onun ispat edeceği– konu (medlûl) arasında yer değiştirme gibi bir yöntem hatası yapılması sonucunu doğurmaktadır. Buna göre, önce Hz. Peygamber’e Medine’de büyü yapıldığının ve Mu‘avvizeteyn’in o nedenle indiğinin kanıtlanması, sonra da anılan sûrelerin Medenî özelliği taşıdığının ortaya konması gerekir. Halbuki bunların hiçbiri ilmen mümkün olmamıştır.

Abdullah ibn Mes‘ûd’un, Felak ve Nâs sûrelerini –Kur’an’dan olmadıkları gerekçesiyle– kendi derlediği mushafa almadığı rivayet edilmek- le beraber her ikisine de –Kur’an’a dahil bulunduğu hususunda icmâya varılarak– resmî mushaflarda yer verilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber onları namazlarında okumuştur.

“el-Felak” kelimesine dair çeşitli yorumlar yapılabilir (aş. bk.). İlk âyetin bir sonrakiyle bağlantısı hesaba katılarak bu sözcüğün, kâinatın yokluk alanından bir patlamayla ilk meydana gelişini ve yaratılışını belirttiği de düşünülebilir. Çünkü ikinci âyet Allah’ın yarattığı her şeyin, üçüncü âyet “çöktüğü zaman karanlık”ın şerrinden Allah’a sığınmak gerektiğini bildirmektedir. Buradaki “karanlık” gece karanlığını, zulüm ve cehalet karanlığını, karanlık düşünceleri ve insanın içine çöken, onun iç âlemini karartan kin, öfke, şehvet, kıskançlık gibi şeyleri içeren kapsamlı bir ifadedir. Dördüncü âyet, “düğümlere [üfleyen] üfürükçülerin şerrinden” de Allah’a sığınmanın gereğini dillendirmektedir. Bu ifade, fiilen mevcut olup olmaması bir yana, varlığına inanılıp etkileri altında kalınan üfürükçülük, büyücülük gibi ruhî etkileşimlerden başka, kötü fikirlerin ve sapkın ideolojilerin tesiriyle insanların, içindeki inanç düğümlerinin çözülüp küfür ve ümitsizlik karanlıklarına düşmelerine de işaret etmektedir.

Felak ve Nâs sûrelerinde kötülüklerinden Allah’a sığınılacak şeyler bildirilirken önce doğa güçlerinden, sonra kötü insanlardan, en sonunda da çıplak gözle görülmeyen varlıklardan (cin) söz edilmektedir ki burada somuttan soyuta, dolayısıyla sakınılması görece kolay olandan zora doğru bir sıralanış dikkat çekmekte, böylece sığınmanın önemi ve yöntemi öğretilmektedir. Hemen belirtilmelidir ki sığınma yalnız sözle olmaz; başa gelebilecek zararlara karşı olası bütün önlemlerin alınmasıyla gerçekleşir.

Sûrenin faziletine dair Hz. Âişe’den rivayet edilen bir hadise göre Resûl-i Ekrem rahatsızlık ânında ve gece yatağına gireceği sırada İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini okuyup avuçlarına üfleyerek elleriyle bütün vücudunu sıvazlardı (Buhârî, “Fazâilü’l-Kur’ân”, 14; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 98; Tirmizî, “Da‘avât”, 21). Hz. Peygamber’in Ukbe ibn Âmir’e şöyle dediği bildirilmiştir: “Ey Ukbe! Sen ‘Kul e‘ûzü bi-Rabbi’l-felak’ sûresini oku; zira Allah’a –‘azze ve celle– ondan daha sevimlisini ve O’nun katında daha beliğini okuyamazsın…” (el-Müsned, IV, 155; Ebû Dâvûd, “Salât”, 352; Nesâî, “İsti‘âze”, 1). Mu‘avvizeteyn’i okuyan kimsenin sanki Allah’ın indirdiği bütün kitapları okumuş gibi olacağını belirten rivayet uydurma sayılmıştır.

 

113/1. De ki: “Sığınırım Rabbine infilâkın2 , [krş. 72/6]

  1. “el-Felak” kelimesi (“halak” ile uyum içinde) iki şeyin ayrışması veya bir şeyin yarılması sonucunda ortaya yeni bir şeyin çıkmasını, uzun süre saklı kalmış sihirden sonra gerçeğin veya içte saklanan hasedin ve haset- çinin gizli tuzaklarının anlaşılmasını çağrıştırmaktadır. Gecenin açılıp tan vaktinin, karanlığın dağılıp sabahın, tohumun çatlayıp filizin, taşın yarılıp suyun, atomun parçalanıp enerjinin açığa çıkması böyledir. “İnfilâk” kelimesinin de aynı kökten olduğu düşünülünce, felakın “big bang” teorisi çağrışımı da yok değildir. Sözcük “sabah” şeklinde çevrildiğinde bütün bu anlamlar kaybolur (Felak ve sabah kelimelerinin aynı anlama gelmediğine bir örnek için bk. el-En‘âm, 6/96).

 

113/3. ve çöktüğü zaman karanlık3 şerrinden

  1. Burada geçen “gâsik” kelimesi, kapkaranlık gece, Ay tutulması, Cehen- nem’de yananların derilerinden damlayan yağ, Cehennem’de bir vadi, güçlü şehevî tutku gibi anlamlara gelir.

 

113/4. ve düğümlere [üfleyen] üfürükçülerin şerrinden4 , [krş.

2/102; 17/47; 25/8]

  1. Sadece bu âyet bile Hz. Peygamber’in sihirbaz olmadığını gösterebilir. Çünkü bir sihirbazın kendi kendisini “şerli” ilan etmesi anlamsızdır.

 

114. Nâs Sûresi1

Bismillâhirrahmânirrahîm

114/1. De ki: “Sığınırım Rabbine insanların,2 114/2. melikine insanların,

114/3. tanrısına insanların

114/4. şerrinden o sinsi kuruntulandırıcının3 [krş. 7/200; 23/97; 41/36; 50/16]

114/5. ki o kuruntu verir gönüllerine insanların [krş. 50/16] 114/6. [ki o] hem cinlerdendir hem de insanlardan.” [krş. 6/112]

 

MEÂLİ

  1. Nâs Sûresi1
  2. Âyetlerin sonlarındaki “s” sesleri, Âdem ile Havvâ’yı aldatmak için Cennet’e yılan kılığında girdiğine inanılan vesvesecinin tıslamasını andır- maktadır. Adını her âyetinin sonunda yer alan “en-nâs” (insanlar) kelimesinden alır. Felak sûresiyle beraber “el-Mu‘avvizeteyn” ve “el-Mukaş- kışeteyn”, İhlâs ve Felak sûreleriyle beraber “el-Mu‘avvizât” adını alır. Nâs sûresinin Felak ile beraber nâzil olduğu konusunda görüş birliği varsa da Mekke döneminde mi yoksa Medine döneminde mi indirildikleri hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ancak sûrenin içerik ve üslûbu Mekkî olduğu yönündeki görüşleri kuvvetlendirmektedir.

İlk üç âyetinde Allah’ın “rab, melik, ilâh” sıfatlarına vurgu yapılması O’nun insanlara –ebeveyn şefkatine benzer– yakınlığına, koruyuculuğuna, bütün kötülükleri etkisizleştirici hâkimiyet ve gücüne işaret etmek- tedir. Dördüncü âyetteki vesvesecinin, kişinin nefsânî arzuları ve kötü insanlardan ibaret olduğu anlaşılır. Kendisinden sığınılacak varlığın sinsiliği vurgulanır.

Nâs sûresinde Allah’ı niteleyen “rab, melik, ilâh” kelimelerinin dar kapsamlı “en-nâs” yerine Felak sûresindeki gibi bütün yaratılmışları içine alan “mâ halak” (yarattığı her şey) terkibine izâfe edilmemesinin sebebi şöyle açıklanmaktadır: İçlerinde, rab edinilenler ile hükümdarların bulunması ve Allah’tan başkasına ibadet yapılmasıyla bilinen varlık türü insandır. Sûrede, insanları yaratan, rahmetiyle geliştirip yaşatan, bütün kâinata ve onlara hâkim bulunan ve tapınılmayı hak eden yegâne varlı- ğın Allah olduğu mesajı verilmektedir. Ayrıca İslâm anlayışına göre in- san kâinattaki en değerli yaratıktır; onunla bağlantılandırılarak anılanlar (rab, melik, ilâh) bütün evrene nisbet edilmiş sayılır.

Nâs sûresinin faziletine dair birçok rivayet vardır. Genellikle İhlâs ve Felak sûrelerinin de yer aldığı rivayetlerde Mu‘avvizât’ın Kur’an’ın üçte birine denkliği, şifa vericiliği ve koruyuculuğu, yatmadan önce ve her namazdan sonra okunmasının gereği vurgulanmaktadır. Hz. Âişe’den aktarılan bir hadise göre Resûlullah rahatsızlık zamanında ve gece yatağa gireceği sırada İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini üç defa okuyup avuçlarına üfler ve elleriyle bütün vücudunu sıvazlardı (Buhârî, “Fazâilü’l-Kur’ân”, 14; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 98).

 

114/1. De ki: “Sığınırım Rabbine insanların,2

  1. Burada yegâne sığınağın Allah olduğu vurgulanmaktadır. Bir başka âyette (el-Cin, 72/6) cinlerin ağzından Allah yerine onlara sığınanlar kınanmaktadır.

 

114/4. şerrinden o sinsi kuruntulandırıcının3 [krş. 7/200; 23/97; 41/36; 50/16]

  1. Kur’an’da sadece bu âyette geçen “el-vesvâs” kelimesi “sürekli ve çokça vesvese veren, gizli telkinlerde bulunan” anlamına gelir. Bu özellik şey- tana nisbet edilmekle beraber, insanın çevresindeki kötücül kişilere ve hatta kendi bilinçaltına dahi atıf içerebilir. Kur’an’daki kullanılışına göre vesvesecinin, kişinin nefsânî arzuları ve kötü insanlardan ibaret olduğu anlaşılır. “el-Hannâs” (sinsi) kelimesi de sadece bu âyette geçmekle beraber Tekvîr sûresinde (81/15) aynı kökten “el-hunnes” sözcüğü yer al- maktadır ki “sinenler, gizlenenler” anlamında özellikle gece beliren gök cisimlerini belirtmektedir.

[1]      Sözlükte “bir şeye yönelmek” anlamındaki “samd” (sumûd) kökünden türeyen “samed” kelimesi “bir kavmin ilk atası, herkesin kendisine ihtiyacını arzettiği, fakat kendisinin kimsenin yardımına muhtaç olmadığı ulu başkan” gibi anlamlara gelir. Allah’a nisbet edildiğinde, “var oluş bakımından kimseye muhtaç olmayıp her şeyi var eden, ihtiyaçlarını gidermesi için herkesin kendisine başvurduğu, yaratılmışlara özgü acziyet ve ihtiyaçtan münezzeh ebedî ve bâkî yüce varlık” mânasına gelir.

Buna göre, âyetteki es-samed kelimesi doğrudan doğruya “Ehad” isminin açıklaması, daha sonra gelen “Hiç doğurtmadı ve hiç doğurulmadı” âyeti de es-Samed isminin açıklamasıdır. “O’na olmadı hiçbir denk” meâlindeki son âyet ise hem birinci âyetin açıklaması hem de bütünüyle sûrenin bir özetidir.

[2]      Bu iki âyette, Allah kelimesi yüceliğine dikkat çekmek için tekrarlanarak itnâb sanatı yapılmıştır.

[3]      Bu âyetin meâli şöyle de olabilir: “O hiç baba olmadı ve hiç doğur[t]ulmadı”.

Burada Allah’ın Hıristiyanlar’a, Arap müşriklere ve Yahudîler’e karşı sırasıyla Hz. Îsâ’nın (9/30), meleklerin (16/57) ve Üzeyir’in (9/30) babası olmadığı, doğurulmuşlara tanrısallık yakıştırılamayacağı vurgulanmaktadır (19/88; 21/26).

Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez.

YORUM YAZIN