Düşünce Yazıları

DEPREMİN YARALARINI SARMAK, AFETTEN RAHMETE

LinkedIn

Z KUŞAĞI MI, HIZIR KUŞAĞI MI?

Kendi ellerimizle yaptıklarımızla başımıza gelen deprem afetinin etkileri ve sonuçlarını irdeleyen iki vidyo seyrettim ve etkilendim. Linkleri sizinle paylaşıyorum.

 https://youtu.be/zLup3tvTlVc

https://youtu.be/X7v4Eqv_FGk

Aydın bir İslam alimi olan Mehmet Görmez hocamın  benim kafamdaki şüphelere yanıt veren, neyi nasıl önceliklendirmemiz gerektiğini açıklayan, bilgilendirici ve güzel konuşmasını dinlemenizi tavsiye ederken, benim gibi daha çok okumaktan hoşlananlar için kısaltarak yazıya döktüm. Bu arada gençler de merak eder göz atar diye sadeleştirdim, açıklamaya çalıştım. Umarım Mehmet Görmez hocam beni mazur görür. 

Depremin Yaralarını Sarmak 1 ve 2

Afetten Rahmete, 14 Şubat 2023

Prof.Dr. Mehmet Görmez

İslam Düşünce Enstitüsü

Bugün ülke ve millet olarak tarihin belki de en zor zamanlarından birisini yaşıyoruz.  Sözün bittiği, kelimelerin anlamını yitirdiği bir yerdeyiz. Küçük acılar için çok şey söylenebilir ama böylesine büyük acılar bizi daha çok susmaya davet eder. Bugün artık sadece toprak altındaki fay hatlarına değil bizi millet yapan o değerler sistemimizin üzerine dayandığı fay hatlarına hep birlikte dikkat kesilme zamanıdır. İnsanlığımızın sarsılması, inancımızın sarsılması, yeryüzünün sarsılmasından daha yıkıcıdır, böylesi vakitler  kıyamet aşısı ile aşılanma vaktidir ki öğrendiklerimizi hep birlikte gözden geçirelim ve o ertelediklerimizi, ihmal ettiklerimizi önemsiz saydıklarımızı,  kenara ittiklerimizi bugün önceleyelim. Betonla yükselen şehirler yerine sevgi ve şefkatle genişleyen merhamet ve dikkatle  enginleşen şehirler inşa edeceğiz; İnşallah  Aziz Peygamberimizin kurduğu Kutlu Medine medeniyetini model alıp birbirimize nezaket ve incelik, iyilik ve kardeşlik borçlu olduğumuzu, bugün bir kez daha hatırlayacağız.  

Bu soğuk günlerde bedenimizin bağışıklık sistemini  güçlü tutmak ne kadar önemli ise manevi  toplumsal bağışıklık sistemimizi de güçlendirmek  bir o kadar ehemmiyetlidir. Bir taraftan ekmeğimizi  bölüşürken diğer taraftan toplumsal birliğimiz ve dirliğimiz için yüksek çaba göstermeliyiz. Bir taraftan gönülleri birleştirirken aynı zamanda her türlü tekilleştirici dil ve söylemden uzak durmalıyız. Toplumsal barışımıza her zamankinden  daha fazla hassasiyet göstermeliyiz. Bu musibetler geçecektir. Ancak bu tür dönemlerde  açılan gönül yaraları, işte o onlar  kolay iyileşmeyecektir.  

Bu gibi durumlarda devletin konumu Hz. Süleyman  kıssasındaki annenin konumu gibi olmalıdır. Hani  meşhur hikayedir, kaybolan çocuk üzerinde iki  kadın aynı anda annelik iddiasında bulunur.  Hz Süleyman hükmünü verir çocuk ikiye bölünecek, her bir yarısı bir kadına verilecektir. Gerçek  anne derhal atılarak davasından vazgeçer. Zira anne için asıl olan çocuğun yaşamasıdır. Devlet de anne gibidir, devlet için aslolan milletin refahıdır.

Bugün bütün politik düşüncelerimizi  bir tarafa bırakıp kenetlenme günüdür. Kesintisiz bir enformasyon ve dezenformasyona maruz kaldığımız bu günlerde medyayı, sosyal medyayı doğruyu, sabrı, merhameti birbirimize tavsiye edenler platformuna dönüştüremez miyiz? Dil ile, kalp ile yaptıklarımızı parmaklarımızla yıkıyoruz, tuşlara basan parmaklarımıza da şefkat ve merhamet öğretme zamanı gelmedi mi?

Elbette el açıp Rabbimize yönelmek  ona dua edip yalvarmak bugün çok önemlidir ancak  bilinmeli ki en makbul olanı dua fiili duadır.  Rabbimizin de inayetiyle yaşadığımız bu sıkıntılar  geçecektir. Ancak bu günlerde yapacağımız erdemli ve ahlaki davranışlarımız, iyiliklerimiz kalıcı  olacaktır; bugün depremzedelerin  değil varlık ve servet sahiplerinin sınav günüdür. Sahip olduğumuz servetlerin bizleri kurtaracağı gündür, ilahi rahmeti çağıracak, bela ve musibetleri uzaklaştıracak, en büyük dua bu zor zamanlarda büyük bir iyilik hareketi başlatmaktır. Herkesin birbirine iyilik yapmasıdır ve bunun da başladığını görmenin bahtiyarlığını yaşıyoruz. Bölgede gerekli olan şeylerin özellikle maddi  boyutları ile yapılacağından kuşkum yok.

Depremin maddi yaralarını sarmak kolaydır, aslolan manevi yaralara merhem olmaktır. Bu konuda konuşacak hocalarımızdan bir ricam olacaktır. Bu konuda bir söz söyleyeceksek,  lütfen bin düşünelim. İlahi adalete gölge düşürecek, insanın sorumluluklarını yok sayacak,  deprem şehitlerini itham edecek söylemlerden  kaçınalım. Risalet-i Muhammediyeyi  rivayete feda edecek zayıf ve uydurma haberler üzerine fikirler inşa etmekten uzak duralım. Hep beraber depremin manevi yaralarını nasıl  saracağımızı öğrenmek için oturup ders çalışalım. Depremden sonra  ilmihallerimizi yeniden gözden geçirelim,  artık binaya girmenin adabından önce bina yapmanın farzlarını konuşalım, şehre girme duasından önce şehirler kurulurken işlenen haramları anlatalım.

Bu tür kötülükler birer tanrısal afet değil birer tanrısal işarettir. Bu büyük işaretleri sözler üzerinden  değil verdiği dersler üzerinden okumalıyız.  Evreni, kainatı, coğrafyayı, fizik alemini bilmeyen bir kardeşimiz, depremin metafiziği  üzerinde konuşmaya cüret etmemelidir.

Ülkemizin yarınlarını inşa eden öğretmenlere ve  din görevlilerine birer çağrıda bulunmak isterim. Değerli öğretmenlerimiz, bu büyük musibet  umulmadık müfredatlar koydu önümüze, acılarla yoğrulan coğrafyada yavrularımızın her birinin dimağına ve gönüllerine yeniden umut inşa etmek sizlerin vazifesidir. Bugün her birimizin birer umut öğretmesi gerekiyor. Bugün okulun yalnızca dört duvar arasında kırkar dakikalık fasılalarla koridorlara  hapsedilemeyeceğini göstermek için hayatın  kendisini okula, eğitime çevirecek metotlar  bulmamız gerekiyor. Gün her zamankinden daha çok çalışma üretme, fark etme günüdür. Bir çağrımda din gönüllüsü kardeşlerime,  ülkemizin din gönüllüleri emekli bir  mesai arkadaşınız olarak size sesleniyorum. Bugün sizlere daha büyük görevler düşüyor,  bugün o güzel ezanınızın ulaştığı ulaşmadığı her kulağa kalbinizle de dokunma zamanıdır. Mihrap peygamberlerin makamıdır,  Muhammed Mustafa’nın makamıdır. O nasıl ki alemlere rahmettir, sizler de bütün alemlere rahmet (acıma, bağışlama, yardım) olma çabası içerisinde olmalısınız. Madem onun makamındayız.  Bugün o makamın hakkını verme zamanıdır.  Kadınlara hürmetkar olmak, çocuklara merhametli  olmak zamanıdır her zamankinden daha fazla . Sokağı ihmal etmeme vaktidir. Solan çiçeği, üşüyen kediyi bile koruma zamanıdır.

Bu fani (geçici, sonlu) dünyaya kalmaya gelmediğimizi , buranın  göçebesi olduğumuzu hatırlama vaktidir.  Alemlere Rahmet Peygamberimizin kısaca dinlendiği bir ağaç gölgesi saydığı bu dünyanın hakikatini anlama vaktidir. Hani, benim ve dünyanın misali, bir ağaç gölgesinde kısa bir süre dinlenen bir yolcunun misali gibidir. Yolcu yolunda gerek, yolda kalmayalım, artık yol olalım yol alalım. İş başa düştü; kardeşlerim hayatın beklenmedik acıları,  önlenemeyen kırıklıkları aramızdaki yabancılıkları eritmek, ötekileştirmeleri sonlandırmak, bencillikleri onarmak, uzaklıkları yakın  etmek için eşsiz bir fırsatla karşı karşıyayız.  Bunca acının içinde güzel olanı,  birbirimizin nefesi ile nefeslenmemiz birbirimize bahşedilen canla ferahlanmamızdır. Maddi yıkımın getirdiği bu manevi onarım önemli,  betonların devrilmesi ile ayağa kalkan kardeşliği görmek çok önemli, canlarımızın  kaybıyla birbirimize can olmamız birbirimizin sevinciyle sevinmemiz ne kadar da önemli! 

Artık depremle ilgili bazı gözlemlerimi paylaşmak ve ilahiyatın belki de en zor konusu olan bu tür musibetler ile ilahi rahmet İlahi Adalet (tanrısal denklik) ve İlahi Hikmet (tanrısal bilgelik) ile ilişkisi üzerinde bazı düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Yaşadığımız musibetin ilk gününden itibaren depremin vurduğu şehirlerimizde bulundum, acıyı, elemi, kederi paylaşmak isteyen bir insan olarak enkazlardan gelen imdat seslerine cevap verememenin o kahredici hüznünü bizzat yaşadım, fakat bir taraftan arama kurtarma ekiplerinin, itfaiyecilerin, madencilerin o insanüstü gayretle kurtardığı canlara sizinle birlikte sevindim. Cenab-ı Hakk’a (Allah) canlarını verenlerin yas ve matemini yaşadım, öbür taraftan hayatta kalan yakınlarının, o tarifi imkansız sabır ve metanetlerine hayran kaldım. Hayatlarının baharında toprakla buluşan nice genç bedenlere yüreğim yanarken Z kuşağı diye tenkit ettiğimiz gençlerin hızır kuşağına dönüşmesine de şahit oldum.

Bir taraftan yerkürenin çatlayıp yarılması karşısında dehşete kapıldım, diğer taraftan ise milletçe nasıl kenetlendiğimizi birbirimize nasıl sımsıkı sarıldığımızı görünce de teselli buldum. Madur beldelerin harabeye dönen görüntüleri karşısında hayrete düştüm fakat öbür taraftan aziz milletimizin başlattığı, o emsalsiz yardım seferberliği ile mesrur oldum. Vicdanlarını bir kenara bırakıp gizli gündemleri olanlara üzülürken hem İslam kardeşliğinin benzersiz örneklerini hem de insanlığın vicdanının nasıl harekete geçtiğini gördüm ve teselliyi buldum.

Değerli kardeşlerim bu tür depremlerin bu tür musibetlerin sarsıntısı sadece yerküre içindeki fay hatlarıyla sınırlı kalmaz milletin, devletin, toplumun fay hatlarını da derinden etkiler. Depremde sadece evler beldeler sadece bedenler hasar görmez ruhlar, gönüller, duygular yaralar alır, inanç dünyaları, düşünce sistemleri derin kırılmalarla karşı karşıya kalır. Depremlerden dinler bile etkilenir. Her alanda olduğu gibi dini açıdan da ertelenmiş hatta bastırılmış nice sorgulamalar gün yüzüne çıkar bu tür zamanlarda, İlahi Adalet İlahi Kudret tartışılır, İlahi Rahmet İlahi Hikmet sorgulanır. Kader inancı yeniden tartışmaya açılır bu tür musibetlerin bir ilahi azap ve ceza mı, yoksa ikaz mı olduğu bir kez daha tartışılır. İlahi ceza ise bu afete maruz kalan masum çocukların suçunun ne olduğu sorgulanır.  Bunun  ilahi hikmete uygun olup olmadığı sorusunun cevabı aranır. Bu tür zor zamanlarda şer ve kötülük problemi bir kez daha ele alınır, kötülüğü Allah’ın niçin yarattığı sorusu bir kez daha sorulur.  Hayır ve şerrin mahiyeti tekrar tartışılır bunda kulun rolü insanın iradesi sınırı gözden geçirilir. Kısaca demem o ki fizik alemindeki depremlerin metafizik dünyamızda da büyük artçıları olur.

Aslında tarihe baktığımızda bütün bunlar son derece tabiidir. Deprem tayfun, tsunami gibi afetlerin anlaşılması ve yorumlanması hem dinlerin tarihinde hem felsefe tarihinde düşünce tarihinde pek çok krize yol açmıştır. Mesela denilebilir ki Batı düşüncesindeki büyük kırılmalar böyledir deprem sonrası tartışmalara dayanır.

1755 Lizbon depremi maddeci bakış açısı ile teolojik bakış açısını karşı karşıya getirmiştir. Din, bilim, felsefe çatışması bu dönemde ateşlenmiştir. Oysa  sadece maddeci gözlükle varlığa ve evrene bakan her şeyin sebebini sadece mekanik bir nedensellikte arayan düşünce ne kadar yanlış ve eksik ise, her afeti sadece ilahi ceza ve azap olarak gören teolojik anlayışta o kadar sığ, yanlış ve eksiktir.

Bu tür büyük afetleri doğru anlamanın ilk şartı Allah’ın evrene koyduğu ayetlerle kutsal kitabın (Kuran) ayetlerini birleştiren, önlem ile gerçekleşeni birleştiren, yer ile göğü birbirinden ayırmayan bütüncül bir bakış açısına sahip olmaktır. Bunun için de gökten gelen seslere kulak veren yer bilimcilerle, yerden gelen seslere kulak kabartan din bilginlerinin ortak bir alanda buluşması şarttır. Önlem diye haykıranlar ile takdirdir, Allah’ın dileğidir diye susanların derslerine birlikte çalışması artık bir gerekliliktir. Ucuz din eleştirilerini Allah’ın ezelden beri tahkim edip yürürlüğe koyduğu sünetullaha karşı seferber etme niyeti açıkça ifade etmek isterim ki ne bilimseldir, ne de ahlakidir. Bugün Allah’ı aradan çıkaran bir dil veya önlemi elden bırakıp takdiri bir kaçış haline getirecek söylemlere yönelmek yaramıza tuz basmaktır. Bir yaraya bin yara ilave etmekten başka bir işe yaramayacaktır. Tedbir üzerinde herhangi bir söyleme sahip olmayan bir din dilinin takdir üzerinde konuşması da inandırıcı olmayacaktır.

Bugün  hem metafizik alemde artçı depremlere yol açan bu soru ve sorgulamalara cevap verebilmek hem acılarımızı dindirmek hem elem ve kederi azaltmak hem de toplumsal fay hatlarımızın kırılmasını önlemek için farklı ihtisas alanlarındaki uzmanlarımızın kafa kafaya, gönül gönüle verip birlikte hareket etmesi gerekiyor. Artık bu bir tercih değil bir zorunluluk arz etmektedir. Bu  süreçte jeologlar, mimarlar,  mühendisler, şehir planlamacıları, ilahiyatçılar,  felsefeciler,  psikologlar,  sosyologlar, sosyal bilimciler kısaca ilgili tüm kesimlerin yer ile göğü birleştiren bütüncül bir bakış açısı inşa etmelerine,  yeni bir dil, yeni bir söylem üretmelerine ihtiyacımız vardır.

Korona salgını sürecinde de ifade ettiğim gibi bu tür musibetleri doğru anlayabilmek, bütüncül bakış açısına sahip olmak içinden en başta şu dört  hatayı yapmamak gerekiyor. Birincisi;  bu  tür musibetleri belli bir kişiye belli bir olaya, belli bir topluma belli bir günaha bağlamak yanlıştır. Bu İslam açısından da büyük bir yanlıştır. Hiç kimsenin Rahman ve Rahim olan Rabbimizi gökten kullarına öfke saçan azap yağdıran bir ilah olarak göstermeye hakkı yoktur. İnsanın haddini aşarak haşa kendisini Rabbin yerine koyup bu “Allah’ın şunlardan dolayı şu topluma verdiği bir cezadır” demesi sadece haddi aşmaktır. Zira bu tür afetlerde sadece asiler değil nice salihler, masum insanlar, çocuklar da ölür. Sadece günah işlenen mekanlar değil mabetler de yıkılır.  Nitekim bu depremde  Selçuklular, Dulkadiroğulları, Osmanlı’dan kalma nice önemli mabetlerimiz belki de ilk defa yerle bir oldu. Tarih Kabe’yi dahi yıkan depremlere de şahit oldu.

İkinci hata; bu tür büyük depremleri insanın yapıp ettiklerinden  tabiatla ilişkisindeki hatalarından ayrı düşünmek. Bu da son derece büyük bir yanlıştır. Yaşadığımız bunca acı, ihmal edilen yasalar,  gözden kaçırılan hikmet ve ucu kaçırılmış dünyevileşme ile yakından ilgili olduğu halde,  bütün bunları bir tarafa bırakıp,  göz ardı edip doğrudan Allah’ı, kaderi, hikmetini, rahmetini mahkum etmeye kalkışmak elbette doğru değildir. Rahmanın yer kabuğuna koymuş olduğu, kendine özgü tabiat kurallarına aykırı hareket edenlerin sorumluluğunu, ada ve parsellerin altından geçen fay hatlarının haritada yerini değiştirenlerin mesuliyetini, bina yaparken yapı elemanlarından çalanların yükümlüğünü bir kenara bırakıp tüm mesuliyeti kadere yıkabilir miyiz? 

Üçüncü hata; bu tür musibetleri Allah’ın yaratıcı kudretini yok sayarak değerlendirmektir. Allah’ın yardımı olmadan yeni bir düzen inşa edemeyiz. Bu coğrafyalara gönderilmiş onca peygamberler bize sahih ve muteber bir hayatın imkan ve sınırlarını anlatmaktan vazgeçmediler.  Bugün artık Allah ile ve onun yarattıkları ile barışık bir dünya kurmanın yükümlülüklerini yerine getirme zamanıdır. Bilim ve  teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin insanoğlu bu tür  bu tür musibetlere karşı nedenli titiz tedbirler alırsa alsın,  Yüce Allah’ın gücü ve kudretine sığınması kaçınılmazdır.  Her şeyden önce hayatın dünyadan ibaret olduğuna inanan, varlığı maddeye insanı bedene indirgeyen, varlığın aşkın metafizik ve manevi boyutlarını ihmal eden,  parçalı bir alem ve eksik bir bilim tasavvuru ile hareket eden kimselerin bu tür afetleri anlaması ve anlamlandırması  zordur.  Din ise makul bir anlamlandırmada karar kılar. Ancak  dinin verdiği anlam İslam dini söz konusu olduğunda bilimin açıklamasını;  felsefenin düşüncesini göz ardı etmez.  Bilim Rabbimizin kainata yerleştirdiği ayetlerin tefsirinde akıl ve düşünce onun insana en büyük hediyesidir.  Bilim  bize depremi izah eder, statik nedir öğretir, kıyı kenar çizgisi nerede başlar, nerede biter gösterir, fay hatları nerededir, bildirir. Depreme dayanıklı binaları nasıl inşa etmemiz gerektiğini açıklar bize. Fakat bütün önlemleri aldığımız halde başımıza gelen musibetleri anlamlandıramaz,  açıklar ama anlamlandıramaz, bilgece (hikmetini) izah edemez, bundan ne tür dersler çıkarmamız gerektiğini bilemez. Manevi metafizik boyutunu göremez, anlamlandırmayı din yapar,  vahiy yapar, fakat eksik bir ilim ve eksik bir evren anlayışına sahip, takdirle (gerçekleşen), önlemi ayıran, sünetullah’ı (Allah’ın koyduğu tabiat kuralları) bilmeyen, hududullah’tan (Allah’ın sınırları) habersiz sözde din bilgini de bunu doğru anlamlandıramaz. O nedenle bu tür olaylar karşısında ileride aklımızı utandıracak açıklamalar yapmaktan kaçınmak gerekiyor.

Dördüncü hata ise; bu tür musibetleri (sıkıntı) doğru anlamanın önündeki engellerin dördüncüsü ise, Allah’ın kâinata koyduğu kanunları ki Kur’an buna sünetullah diyor, toplumlara yerleştirdiği yasaları ki buna hududulah diyor, bunları yok saymaktır. Bırakın tedbir almayı, mimari ve statiği, jeoloji ve coğrafyanın daha da önemlisi kayaçlardan müteşekkil yer kabuğunun tabii ve fıtri kurallarına muhalif davranışlarda bulunmak en başta Allah’ın kanunlarına karşı çıkmaktır.

Bu konudaki sünetullahı yani evrensel kuralları ihmal ettiğimizde yahut hududullaha yani Allah’ın koyduğu dini, ahlaki, hukuki sınırları aştığımızda sünetullah da hududullah da  kendisini hatırlarır. Zira  Rabbimiz Yüce kitabında  “Allahın yasalarında asla bir değişme bulmazsınız, asla bir sapma da göremezsiniz” buyurur. Depremdeki İlahi Adalet ve İlahi Rahmeti anlamak için bu dört  maddeye ilaveten, şu üç hatayı da yapmamak gerekiyor. Bir; adaleti sadece kendi zaviyemizden dar kalıplar içerisinde değerlendirmek. İki; rahmeti sadece insani bir acıma duygusuna indirgemek. Üç; meseleyi sadece dünya hayatı açısından ele almak ki dünya hayatı ebedi hayata göre bir nokta değerindedir.

Kuran ve Sünnete bir bütün olarak baktığımızda afetlerin, adalet rahmet ve hikmet boyutu her şeyin önündedir. Musibetler Allah’ın bazı kulları için imtihandır, bazı kulları için ibrettir veya rahmettir, derecelerini yükseltmek içindir. Bazen afetler masumları daha büyük musibetlerden korumak içindir. Şunu ifade etmek isterim ki; rahmet veya merhamet öyle bildiğimiz gibi sadece Rabbimizin affını keremini cömertliğini anlatan bir kavram değildir; sadece insanın acıma duygusunu şefkatini yufka yürekliliğini bildiren bir kavram da değildir. Merhamet anlık kalp dikkatine veya acıma duygusuna indirgenemeyecek kadar derin tecellileri genel ve istisnasız insanın ve evrenin hem yaratılışında hem de devamında vazgeçilmez fıtri (yaradılıştan var olan) bir yasadır. Bu anlamıyla merhamet canlı cansız bütün varlıkların ve bütün insanlığın ortak yasasıdır. Rabbimiz bu yasayı önce kendi üzerine yazmıştır “ketebe ala nefsi rahme”, yani kendisini uymakla yükümlü kılmıştır. Ve varlığa, evrene, insana, tabiata da bir kanun olarak yazmıştır. Bu açıdan ne tabiatta ne de insanda var olan hiçbir rahmet İlahi Rahmetten daha kuşatıcı değildir. Hiçbir şefkat İlahi Şefkatten daha geniş değildir. Hiçbir lütuf İlahi Lütuftan daha cömert olamaz. Hiçbir adalet İlahi Adaletten daha yüce değildir.  

Yüce Rabbimiz defalarca “Rabbin kimseye zulmetmez” ve “Hiçbir kimseye zerre kadar zulmedilecek değildir” , “Rabbi hiçbir kuluna zulmedecek değildir” buyurur. Hikmet penceresinden  ele aldığımızda bu tür büyük musibetleri herkes için aynı şekilde değerlendirmek Hikmeti İlahiyeye aykırıdır. Yani tek bir hikmete bağlayarak genelleme yapmak doğru değildir. Bu tür büyüklükteki musibetler herkesin kendisine özgü hikmetleri içerir. Enkaz altında kalan kardeşlerimizin hepsinin sadece birer hikâyeleri yok. Her birisinin aynı zamanda bu sonu ile ilgili bir hikmeti vardır. Unutmamak gerekir ki elinde olmayan bir musibet nedeniyle malını, mülkünü kaybeden hatta vücudu feda eden olan için karşılığında ebedi ahiret yurdunda esenlik vardır. Depremde hayatını kaybedenler şehitlerle dirilerek en yüce mertebeye ulaştırılacaktır, Peygamberimiz bu müjdeyi vermiştir. Kaybedilen mal mülk ise sadaka hükmünde olacaktır. Dolayısıyla dünyadaki mikyaslarımızla(ölçeklerimizle), ölçülerimizle genellemeci bir değerlendirmeye gitmemiz asla  doğru olmaz. Musibetler geneldir sadece kötülere değil iyilere de isabet eder. Nitekim peygamberler dahi bundan muaf olmamıştır.  Sureti acı olan musibetlerin manası güzel olmasaydı, Haliki Rahim (Şefkatli Yaratıcı) en sevdiği kullarına musibet verir miydi. Mesela Eyüp Peygamberin herkesi kendisinden uzaklaştıran hastalığı, Yunus Peygamberin gecenin karanlığında denizin dibinde balığın karnında yapayalnız kalışı, Hz Musa’nın çektiği onca meşakkat, Hz İsa’nın bitmeyen çilesi, Habibi Muhammed Mustafa (sav)’nın onlarca sıkıntıya maruz kalması, hepsi bunu gibidir.

Kötülük meselesine gelince öncelikle burada üç şeyi ayırt etmek gerekir. Ontolojik kötülük, ahlaki kötülük, ve  insana verilen kötülük potansiyeli. Bunları birbirinden ayırmalıyız.

Ontolojik kötülük konusunda ben şahsen İmam Maturidi mezhebindenim, yani varlık aleminde mutlak kötülük yoktur. Kötülük bizatihi bir varlık değildir ve hiçbir kötülük doğrudan Allah’a isnat edilemez.

Ahlaki kötülükte ise tek sorumlu insandır. Nitekim Kuranda “Başına gelen iyilik Allah’tandır, kötülükse nefsindendir” buyurulur. Nasıl ki karanlık olmadan aydınlığı anlayamayız, batıl olmadan hakikati tanıyamazsak, zulüm olmadan adaleti fark edemezsek, kötülük olmadan iyiliği idrak edemezsek, Allah sonsuz hikmetlerle kötülüğün yaratıklar arasında bulunmasına bu sebeple izin vermiştir. Hiçbir zulmün sebebini, batılın varlığını ve hiçbir kötülüğü Allah’a isnat edemeyiz. Bu açıdan hayatta insanın başına gelen her şey “Özünde Hayırdır” güzeldir ancak insan kendi yapıp ettikleri ile bu Hayır ve Hasen (güzel)  olma durumunu kötülük ve çirkin eyleme dönüştürebilir. İzzet ve azamet (yücelik, ululuk) tanrısal eylemlerin kötülükle doğrudan ilişkisine engeldir. Allah’ın eşya ve olaylar üzerindeki eylemleri örtülüdür. Mümin (inanan) iman nuruyla bu örtüyü aralar, sebeplerin görünen yüzündeki çirkinliğin veya merhametsizliğin ardındaki rahmeti (acımak, bağışlamak, yardım) fark eder. Bilgeliği de o zaman yakalar.

Son olarak şunu ifade etmek isterim ki Kur’an’a göre ölüm bir yok oluş değildir. Özellikle Ahiret inancı olmayan bir insanın bütün bu musibetleri anlamlandırması hakikaten çok zordur. Bilakis Fani (süreli) olandan Baki (kalıcı) olana açılan bir kapıdır ölüm. Geldiğimiz yere geri dönüştür. Bilmek gerekir ki ebedi olanın dostu da ebedidir. Biz bu tür musibetleri işitince doğrusu “Biz Allah’a aitiz ve kuşkusuz ona döneceğiz” deriz. Ahiret dünyada yaptıklarımızın karşılığını eksiksiz alacağımız adalet yurdudur. O gün herkes yaptığının karşılığını bulacak ve hiçbir haksızlık da olmayacaktır. Depremle ilgili Kuran’da müstakil bir sure vardır, Zilzal yani deprem suresi. Bu surenin son ayetleri ilahi adaletin en ince terazisini şöyle ifade eder. “Kim zerre miktar hayır işlerse dünyada ahirette karşılığını alır.  Kim zerre miktarı kötülük işlemişse mutlaka karşılığını görecektir.”

Sözlerimi bitirirken iki haftadır taziye yurduna dönen aziz ülkemize ve milletimize Rabbim sabır ve dayanma gücü versin.  Bu musibeti bin rahmet ve yenilenmiş olarak aşmayı hepimize nasip eylesin, Rabbim milletimizin acı ve öfkesini dindirsin. Büyük acılar elem ve kederle imtihan olan her insanımızın göğsüne bir serinlik ve ferahlık versin. vefat eden kardeşlerime Rabbimden bir kez daha rahmet diliyorum. Milletçe başımız sağ olsun. Amin, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

 

Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez.

YORUM YAZIN