Düşünce Yazıları

Birdir Hakikat, Amma Hakikat Peşinde Koşanlar da Biricik

LinkedIn

(2. Yazı)

TEKDÜZE DÜNYA

“Tabii müphemlik ve çeşitliliğin azalması din, sanat ve siyaset gibi alanlarda tek anlamlılığa varıyor; insan bedenen var olsa dahi insani olan özelliklerini kaybediyor, diyor Bauer. Avrupa yüzyıllardır tek kültürlüdür. Hristiyanlık dışı bir dine sahip olan kişilerin Avrupa’ya yerleşmelerine izin verilmediği; bu durumun da dini anlamda homojenleşmeye sebep olduğu söyleniyor. Geçmişte İslam’ın Avrupa’da yayılmasının güçlü direnişler ile karşılaştığı herkesçe kabul gören bir olgu. Çok kültürlü bir hayatın var olduğu zaman ise ticaret yollarının aktif olarak kullanıldığı Merkantilist dönemdi.

Konumuz daha çok, çeşitliliğin tüm tezahürlerine katlanma konusundaki arzumuz veya çekincemizdir. Dine ilginin genelde azalmasına rağmen, fundamentalist akımların her geçen gün güçleniyor, diyor Bauer. Zaten bizim de  demokratikleşemememizin önündeki engel  darbelerle dolu siyasi hayatımızdır, hatta bugün siyasal İslam denilen olgu da benzer bir sonuçtur.

Geçmiş dönemlerde yaşayan Klasik İslam alimleri Kur’an’daki ayetlerin birçok farklı şekilde yorumlanabilmesi ve farklı doğruları bünyesinde barındırabilmesi ile iftihar etmişlerdir. Günümüzde ise Allah’ın söylemlerinin sadece tek bir anlama gelebileceğini savunup ve bu tek “doğru”yu aramaktadırlar. Sanırım onlara Hz. Muhammed’in umdemiz olan bir hadisini hatırlatmamız yerinde olacak: “Fikir ayrılıkları ümmet için rahmettir.” Zaten dinimizin biricikliği bizi aşan bir şeye, yani bizden daha büyük ve “farklı” olan bir şeye, GAYBe olan inanca dayanması ve içerisinde birçok muğlaklık, belirsizlik ve çok anlamlılık barındırmasıdır. Yani modernizmin temel kalıpları arasında yer alan kavramsallaştırmaya hiç uygun değildir.

Sanat da doğası gereği müphemdir. Peki günümüzde hala böyle mi? Hakikat takıntımız, geleneği reddimiz ve saflığa ulaşmak için çabamız ile sanatı da tekdüzeleştiriyor muyuz?”

İlk yazıda Bauer’in Türkçe yayınlanan ilk kitabıyla ilgili (1) görüşlere yer vermiş ve uyarılarda bulunmuştum. Bauer’in Albaraka yayınlarından çıkan yeni kitabının adı ise Dünyanın Tekdüzeleşmesi: Müphemlik ve Çeşitlilik Kaybı Üzerine (2). Bauer ilk kitabındaki görüşlerinin devamı niteliğinde olan kitapta başka ilginç görüşler de ileri sürüyor. Bu kitabı okurken de ilk yazıda yaptığım uyarılara dikkat etmek gerekiyor, yani bir acabayı esirgememek gerek.

Homo suicidalis kavramı insanlığın kendi elleri ile hazırladığı bir uçuruma doğru hızla ilerlediğini ifade eder, diye başlıyor yazar. Ve devam ediyor: “İşin dikkat çekici yani ise uçuruma doğru bu ilerleyiş bir kesim tarafından desteklenir ve beslenirken, geniş kitleler tarafından ilgisizlik ve hatta algısızlık ile karşılanmaktadır. Bu durumun hissedilmeye başlandığı ilk tarih olarak Birinci Dünya Savaşı sonrası gösteriliyor. Onu takip eden İkinci Dünya Savaşı’nda ise ABD’nin Japonya üzerinde kullandığı 2 atom bombasının ardından hızlanan nükleer silahlanma ile bugün insanlığın dünya üzerinden silinmesi birkaç tuşa basılmasına bağlı… Bu kudretin karşısında, yazarın tespitini açıklarken değindiği “algısızlık” -belki de bu algısızlığın temel nedeni olan “çaresizlik”…

Tabii müphemlik ve çeşitliliğin azalması meselesi din, sanat ve siyaset gibi alanlarda ortaya çıkan ve sonucu tek anlamlılık olarak tebarüz eden anlam daralması; insan bedenen var olsa dahi insani olan özelliklerini kaybetmesi ile sonuçlanır, diye de ekliyor yazar.

Kitabın girişinde yöneltilen “Bir Çeşitlilik Çağı mı?” sorusu önemli. Bauer, okuyucuya “kapitalist tüketim toplumu” konusunu açıyor ve topluma sunulan ürün yelpazesinin çeşitliliğinden ve bu ürünlerin tüketicilerine sunduğu kimlikten bahsediyor. Peki bu kadar farklı opsiyonun arasında yaşadığımız çağın adı çeşitlilik mi? Cevap tek kelime: Hayır. Verdiği örnekler de çarpıcı:

 •   Almanya’da kuş popülasyonu 1800 yılından günümüze %80 azalmış.

•   Böceklerin biyokütleleri sadece son 25 yılda %80 azalmış.

•   Tüm bitkilerin yaklaşık %70’i tehlike altında.

•   Biyologlar 2030 yılına kadar bilinen beş türden birinin ve hatta 2050 yılına kadar her üç türden birinin neslinin tükeneceğini ifade ediyor.

·   Konuştuğumuz dillerin sayısı her geçen gün azalıyor. Nesli Tükenmekte Olan Diller Derneği dünyada konuşulan 6500 farklı, biricik dilin neredeyse üçte birinin önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde yok olacağını ifade ediyor.

Peki kültür ne durumda? Yazar, Avrupa’nın yüzyıllardır tek kültürlü olduğu görüşünde. Hristiyanlık dışı bir dine sahip olan kişilerin, bazı Yahudiler dışında Avrupa’ya yerleşmelerine izin verilmediği; bu durumun da dini anlamda homojenleşmeye sebep olduğunun altını çiziyor. Nitekim geçmiş dönemlerde İslam’ın Avrupa’da yayılmasının güçlü direnişler ile karşılaştığı herkesçe kabul gören bir olgu. Çok kültürlü bir hayatın var olduğu zaman için ise ticaret yollarının aktif olarak kullanıldığı döneme işaret ediyor. Şehirlerde birçok farklı din için inşa edilmiş ibadethaneler, sokaklarda konuşulan farklı diller, farklı giyim tarzları. Gözlerimizi kapayıp Eski İpek Yolu’nu ve Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nu hayal edelim. Gerçekten bugünden bir hayli “farklı” olmalı…

Tabii kitabın amacı ne geçmişi düşünüp hayıflanmak; ne de geleceği düşünüp kaygılanmak… Bauer kitabın amacını açıklıyor: “Kitabın devamında konumuz daha çok, çeşitliliğin tüm tezahürlerine katlanma konusundaki arzumuz veya çekincemiz hakkındadır.” Bu amaç doğrultusunda kitap duruma iki farklı perspektiften yaklaşıyor:

1-Etnik çeşitlilik ve farklı yaşam tarzları gibi dış dünya ile olan ilişkimiz ve muğlak dünyanın çeşitli hakikatleri ile olan ilişkimiz. Çünkü bugüne kadar mevcut olmuş ve bugün mevcut olmakta olan çeşitliliğin yansıması müphemliktir.

Dünya müphemlikler ile dolu bir yerdir ve insan yaşamının her alanında çelişkili önermeler ile karşı karşıya kalır. Daha önce bir yazımda G. Hofstede’nin çok bilinen “kültür farklılıkları” araştırmasında “müphemlik” kavramının yer aldığından söz etmiştim (https://muratulker.com/y/yabanci-ortakliklarda-risk-yonetimi/). Hofstede kültürü 6 temel faktörle tanımlar: Güç Mesafesi, Bireyselci / Kolektivist Yapı, Belirsizlikten (müphemlikten) Kaçınma, Maskülen / Feminen Toplum, Uzun Dönem / Kısa Vadeli Oryantasyon, Serbestliğe Karşı Sınırlama.

Hofstede’nin “Belirsizlikten (müphemlikten) Kaçınma” faktörü kitabın konusu ile bir hayli paralel. Hofstede’nin araştırması diyor ki: Eğer bir toplum belirsiz durumlardan kaçınma eğiliminde ise; stres seviyesi yüksektir, belirsizlikler yok edilmesi gereken tehditler olarak algılanır, karar almak için mutlaka fikir birliğine ihtiyaç duyulur, birey hatadan kaçınmak için olağanüstü bir çaba gösterir, kural ve kanunlar sosyal yapının formülasyonu ve sürdürülmesi için kritik önem arz eder. Ve toplumlar farklı “belirsizlikten kaçınma” seviyelerine sahiptirler. Hofstede’in araştırmasına göre Türkiye’nin belirsizlikten kaçınma düzeyi 85 iken güç aralığı 66’dır. Bu araştırmaya göre Türkiye, belirsiz durumlar karşısında endişelenmekte, belirsizlik anında sabırsızlıkla ani kararlar vermekte ve bu gibi durumlarda uzman görüşlerini önemsemektedir (3)

Kitapta müphemlik hem bir tanım hem de kavram, üç detay ve ardından gelen bir önerisi var.

1.    Müphemlik kasıtlı olarak yaratılmaz, istemsizce var olur. Öngörülmesi genellikle zordur.

2.    Müphemlikten tamamen kaçış pek de olası değildir.

3.    Müphemlik ortadan kaldırılsa dahi, beklenmedik bir ortamda tekrar tezahür eder.

Yani insanoğlu için müphemlik ile birlikte yaşamak zorunluluktur. Bu görüş çerçevesinde onu tamamen ortadan kaldırmaya çalışmak yerine yönetilebilir bir düzeye indirgemek daha yerinde bir çaba olacaktır.

 Evet, konuyu bir de iş dünyasından kısa ama kapsayıcı bir örnekle açıklayalım: Her gün irili ufaklı bir çok karar veriyoruz, bu kararların da bir etki alanı var. Karar verme kabiliyeti kişiden kişiye, kültürden kültüre göre farklılık arz etse bile, kararın etki alanı genişledikçe insan üzerindeki baskısı da artar. Bana kalırsa işin çetrefilli tarafı ise kararı vermekte değil, kararınızın dışına ittiğiniz opsiyonun yarattığı müphemlik ile başa çıkmakta. Hoş, toleransınızı artırmayı da zamanla öğreniyorsunuz…

2-Yazarın bir sonraki tezi, günümüzde müphemlik toleransının çok az olması.

17. Yüzyıldan itibaren Katolik Kilisesi’nin müphemliğe karşı olan toleransı her geçen gün azalmaya başlıyor. Yıllarca devam eden bu birikimin ardından 18 Temmuz 1870 tarihinde Papa IX. Pius tarafından 533 piskoposun onayı ile bir yasa yürürlüğe konuluyor. Bu yasanın ismi “Yanılmazlık/Infallibilite Yasası”. En temelde diyor ki, “Papa yanılamaz ve kimse tarafından yanıltılamaz.” Üstelik bu yasaya gönülden inanmak Katolik olmanın bir ön koşulu; nasıl İsa Peygamber’in Tanrı’nın oğlu olduğuna inanıyorsan, Papa’nın sözüne de öyle inanacaksın… Nitekim biraz önce belirttiğim gibi, müphemliğin yok edilme çabası kiliseyi güçlendirmemiş, aksine dağıtmıştır. Çünkü müphemlik ortadan kaldırılsa dahi, beklenmedik bir ortamda tekrar tezahür eder. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var, o da mevcut olan müphemliğin esasında bir hayli ender ve son derece değerli olan “hakikatin” değerini arttırmasıdır.

3-Fundamentalizm ve Kayıtsızlık Arasındaki Dinler

“Fundamental” yani radikal deyince bu arada aklıma bir deneyimim geldi. Hatırlarsanız bir zamanlar “Ülker ürünleri belirli odaklar tarafından boykot edilmişti, ne olduğunu gerçekten anlamamıştık. O zamanlar bir yurtdışı gezim sırasında bir bankerden bizim için “onlar fundamentalist, dikkat edilmeli” dendiğini duymuştum! Bu sözcükle ilk tanışmam o zaman olmuştu. O gün de “fundamentalist” nedir bilmezdim, bugün de halimizin o günden farkı yok. Nasıl “fundamentalist” olduk onu da hiç anlamadım. Ama öyle olduğumuzu yurt dışında bir bankerden duymak hele de 80-90’ların iletişim ortamında dünyada bazı sistemlerin nasıl çalıştığını anlamamıza yardımcı olmadı da değil! Yeniden Bauer’e dönecek olursak bu bölümde yazarın çok önemli ve bir o kadar hassas tespitleri yer alıyor. Bauer dine olan ilginin çok açık bir şekilde azaldığını savunuyor ve dinin oluşum aşamasında asıl beslendiği şeyin müphemlik olmasına rağmen, fundamentalist akımların her geçen gün güçlendiğini ifade ediyor. Zaten bu değişme demokratikleşemememizin önündeki engel ve darbelerle dolu siyasi hayatımız, hatta bugün siyasal İslam denilen olgu da benzer bir sonuçtur.

Yazar bu dini yapının sebebi olarak müphemliğe karşı daha az toleranslı hale gelen modern toplumu işaret ediyor ve bu tespitini farklı perspektifler üzerinden temellendiriyor: 

Birincisi, dinin rasyonel olarak bilinebilir olanın ötesine geçen, kelimenin tam anlamıyla onu aşan bir şeye, yani bizden daha büyük ve “farklı” olan bir şeye, GAYBe olan inanca dayanması. İçerisinde birçok muğlaklık, belirsizlik ve çok anlamlılık barındırmasıdır. Yani modernizmin temel kalıpları arasında yer alan kavramsallaştırmaya hiç uygun değil.

İkinci perspektif ise dinin bir iletişim biçimi olması gerçekliğinde yatıyor. Yazar, Vahiy dinlerinde bu iletişim biçiminin içerisine kitleler için karmaşık bulunan yazılı metinlerin girmesiyle paralel olarak müphemliğin de arttığını ifade ediyor. Esasında buradaki temel mesele metinler değil. Geçmiş dönemlerde yaşayan Klasik İslam alimleri Kur’an’daki ayetlerin birçok farklı şekilde yorumlanabilmesi ve farklı doğruları bünyesinde barındırabilmesi ile iftihar etmişlerdir. Günümüzde ise Allah’ın söylemlerinin sadece tek bir anlama gelebileceğini savunup ve bu tek “doğru”yu aramaktadırlar. Sanırım onlara Hz. Muhammed’in umdemiz olan bir hadisini hatırlatmamız yerinde olacak: “Fikir ayrılıkları ümmet için rahmettir” (3). Tabi ki doğrunun üzerinde düşünelim ve onu bulmak için arayışta olalım; ancak bizi bu arayışa çıkaranın kudretinin farkında olalım ve arayışa devam etmemizi sağlayan motivasyonumuzu da gözden geçirelim.

Sanat da doğası gereği müphemdir. Kesin bir tanımı yoktur, başı veya sonu kimse tarafından ifade edilemez ve çok yönlülük sanatın tam da kalbinde yer alır. Sanat doğru veya yanlış gibi kalıplar ile değil, tamamen kalıplardan bağımsız olarak kişinin yorumları ile anlam kazanır. Peki günümüzde hala böyle mi? Hakikat takıntımız, geleneği reddimiz ve saflığa ulaşmak için çabamız ile sanatı tekdüzeleştiriyor muyuz? İkinci Dünya Savaşı sonrasında Schönberg’in dodekafosine dayalı gelişen dizisel müzik yerinde bir örnek olacaktır. Dizisel müzik en temelinde müziği oluşturan bütün parametreleri sayılar ve oranlar üzerinden kurgular, bu yüzden müziği oluşturan elementlerin özgürlükleri yoktur ve yoruma kapalıdır. Bugün kompozitörlerin bir dijital kütüphaneden seçebildiği ezgi, ritm ve solist ses kalitesi imkanı yok mu?

Bauer’e göre kalıplarla ifade etme arzusu ile yaratılan tekdüzelik ve dizginlenemeyen arınma süreçleri ile saflığa ulaşma çabası, anlamın kendisinin kaybolmasına yol açmıştır. Kitabın bizim tolere etmemizi ve benimsememizi önerdiği müphemlik, zenginleştiren müphemliktir. Bu da anlamın biriciklik ve sınırsızlık arasında yer aldığı bir doğrunun neresinde duracağımız ile belirlenir. Kısacası din ve sanat kendini var edebilmek ve gelişebilmek için müphemliğe ihtiyaç duyar.

Üçüncü perspektif, hatırlarsanız yakın zamanda “Sıradanlıktan Vazgeçin! Özgün olun! Tarzınız olsun!” başlığı ile kaleme aldığım “otantiklik” konusundan bahsediyor. O yazıda “Ama her performans, resim, tiyatro, yazı otantik olduğu, insanı içine aldığı ve samimi bulunduğu sürece ‘değer’ üretebilir.” demiştim. Bu yazıda ise gerçek “değerin” üretilebilmesi için esere bakanın nasıl bir perspektife sahip olması gerektiğine değineceğim. Otantiklik kavramının özne ile olan ilişkisi incelenmelidir, nitekim her birey birbirinden farklıdır ve otantikliğin en özünde bireyin kendisi ile özdeş olabilmesi yatar diyor Bauer. Eğer otantiklik özne sınırlarında içselleştirilir ve başarılı bir şekilde dışavurulabilir ise ile dünyanın tekdüzeleşmesinin önüne geçilebilir. Ancak birey “otantiklik” ihtiyacını doyurmak adına (ihtiyaçlar klasik iktisat teorisinin temel kavramıdır) bir nesneyi tükettiğinde, burada beslenen kendi kişiliği değil; tüketici kişiliğidir. Bu gibi durumlarda birey “otantik” eserin karşısına geçerek onu tüketebilir ve tükettikçe de kendi kimliğini formüle eder. Kısacası otantikliğin özneleştirildiği (kendi olunduğu) ya da nesneleştirildiği (tüketerek var edildiği) durumlara göre çıktıları da değişiklik arz ediyor.

Bürokratikleşme, makineleşme, tüketmek isteyen kapitalist toplum yapısı ve küreselleşme olgusu dünyanın tekdüzeleşmesindeki temel faktörler iken bu kaybımızı geri kazanmak, yanlışın ilerleyişini durdurmak mümkün mü? Bauer, yeterli teknik ve estetik yeteneğe sahip, yaratıcı süreçlere değer veren ve sınırlarını zorlayan, yarattığı özdeğerin farkında olan bir sanat anlayışının bu hastalığın çaresi olduğu görüşünde. Ayrıca sanatın müzelerden çıkıp kamusal alanlarda da yer alması gerektiğini, okulların sanat ile beslenmesi ve gelecek nesillerin ufuklarının mutlaka doğa tarihi eğitimi ile genişletilmesi gerektiğini ifade ediyor.     

Modern toplumun müphem durumlardan hoşlanmadığı ortada ve bu durumdan dolayı kimse suçlanamaz. Bazı meseleler gerçekten de müphemliğin yarattığı sisli ortamlarda çözümlenemez, iş yönetmek gibi. Bu sisi kaldırmak için işi takip eder, güvendiğimiz ekipler kurar, raporlama sistemleri oluşturur ve tecrübe ile öngörmeye çalışırız. Bazı meseleler de gerçekliğin keskin duvarları arasında özüne kavuşamaz, inanç gibi. İnancın ihtiyaç duyduğu özgürlüğü sağlayabilmek için ise tüketmek için değil, anlamak ve hissetmek için okumak gerekir. Yüce dinimiz İslam’da hakikat Bir’dir. Buna rağmen Bauer kitabında dinimizin “Bir” olan hakikati ararken dahi müphemliği nasıl yücelttiğini, onunla birlikte yaşamanın yollarını geliştirdiğini ve çeşitliliğe ne derece hoşgörü gösterdiğini ifade ediyor. Nitekim hakikat “Bir” olsa dahi, onu farklı yollardan arayan insanın biricikliğini kaybetmemek önemli. Belki de geçmişte keşfedileni, bugün yeniden öğrenmemiz gerekiyor.

—————-

(1) Bauer, T. (2019). Dünyanın Tekdüzeleşmesi Müphemlik ve Çeşitlilik Kaybı Üzerine, İletişim Yayınları, ss.408.

(2) Bauer, T. (2022) Dünyanın Tekdüzeleşmesi – Müphemlik ve Çeşitlilik Kaybı Üzerine, Albarak yayınları, ss.140.

3) https://sorularlaislamiyet.com/ummetimin-ihtilafi-rahmettir-hadisini-aciklar-misiniz

YORUM YAZIN