Tarih

Alet Arkeolojisi!

LinkedIn

“Jalğız ösken şınarğa balta urıp bolar ma?”

Başlıktaki cümleden hiçbir şey anlamamış olabilirsiniz. Ama yazım hatası yok, sadece kullanılan lisan Türkçenin biraz farklı bir kardeşi. Başlıktaki cümle Kazak Türklerinin Alankay Batır Destanı’ndan alıntı. Türkçesi ne derseniz “Yalnız büyüyen çınara balta vurmak olur mu?” demek. Ne kadar güzel bir söz değil mi? Mecazî anlamına da baksanız, kelimesi kelimesine de alsanız insani değerleri yansıtan bir ifade, zaman üstü bir deyiş bu. Üstünde düşünmeye değer.

Ancak bu yazının konusu ne bu cümle ne de Alankay Batır Destanı. Ben sizlere cümleyi aldığım kaynaktan bahsetmek istiyorum: Kanca El Aletleri AŞ’nin katkılarıyla hazırlanan, değerli iş insanı Alper Kanca’nın imtiyaz sahibi olduğu “Alet İşler – Dünyamızı Biçimlendiren Nesneler” kitabı.

Bilenleriniz belki vardır, Yıldız Holding bünyesindeki şirketlerden biri de Makina Takım’dır. Ana faaliyet alanlarımızı gıda ve perakende olarak tanımlıyoruz ama Makina Takım bambaşka bir alanda, bambaşka bir dünyada çalışıyor; kılavuzlar, matkap uçları, takımlar vb. üretiyor. Dolayısıyla el aletleri üretip dünyaya ihraç eden Kanca ile benzer sektörde çalışıyoruz. Bu nedenle de “Alet İşler” kitabı daha bir dikkatimi çekti. Sizin de ilginizi çektiyse devamı yazıda.

Hayatımızı kolaylaştıran küçük şeylere pek dikkat etmeyiz nedense. Fermuar, raptiye, perde halkası, kitap ayracı, dübel gibi nesneleri bir düşünün. Onların varlığını değil, yokluğunu fark ederiz genellikle. Mesela her sabah evden çıkarken montumuzu giyip otomatik hareketlerle fermuarı çekeriz olur biter. Ta ki fermuar bozulana kadar… İşte o zaman anlarız değerini. Ben el aletlerinin de aynı şekilde günlük hayatımızda çok önemli bir yere sahip olup da yeterince kıymet görmediğine inananlardanım. Hepimizin evinde çekiç vardır da bu aletin nasıl icat edildiğini, isminin nereden geldiğini, ilk olarak hangi malzemeden yapıldığını vs. hiç merak etmeyiz.

Alper Kanca ve “Alet İşler: Dünya Değişir” ekibi tam olarak bunu yapmış. Alper Bey zaten Kocaeli’deki Kanca fabrikasında Türkiye’nin ilk el aletleri müzesini kurmuştu. Kitaba yazdığı önsözde bu müzeyi “gençlik hayali” olarak tanımlıyor ve çok doğru bir tespitte bulunuyor:

“1980’lerde öğrenciyken babamın iş gezilerine katılırdım. Almanya başta olmak üzere, babamla Avrupa’nın birçok ülkesinde düzinelerce fabrika gezdim. Ziyaret ettiğimiz fabrikaların çoğunda beni cezbeden husus, kurumsal tarihlerine gösterdikleri saygıydı. Bu firmalar, ilk ürünlerini gururla sergiliyor, hangi aşamalardan geçtiklerini ve üretimde kullandıkları teknolojileri misafirlerine gösteriyorlardı.” Bu tespite tamamen katılıyorum. Biz ilerlemeyi biraz yanlış anlıyor, geçmişi tamamen geride bırakmak olarak algılıyoruz. Oysa bir bina sağlam bir temel üstüne inşa edilirse bütünüyle sağlamdır ve kaç kat çıkarsak çıkalım o temel yerinde durur. Durmazsa vay hâlimize! Bu yüzden de kurumların temellerini iyi bilmeleri, iftiharla sergilemeleri, yeni nesillere aktarmaları mühimdir. Aslında marka yıldönümleri yazımda bu konuyu etraflıca anlatmıştım: https://muratulker.com/y/yildonumleri-marka-oykusunu-yeniden-hatirlatir/

Böylece Alper Bey sektörün temellerine inmeye karar vermiş ve Türklerin ta Orta Asya’dan itibaren kullandıkları, nesilden nesile geçen el aletlerini antikacılardan, koleksiyonerlerden toplamaya başlamış. Böylece müze kurulmuş ve arkasından da “Alet İşler” kitabı gelmiş.

Profesyonel bir ekibin elinden çıkan kitabın içinde sanat tarihçilerinden arkeologlara, edebiyatçılardan zanaatkarlara kadar pek çok değerli uzmanın makaleleri yer alıyor. Belli ki alt başlıklar özenle seçilmiş, her alt başlık için de en ihtisas sahibi isimler bulunmuş. Belki her makale ilgi alanınıza girmeyecektir, neticede farklı konularda 50 civarında makale var. Ama sizi temin ederim kitaptaki yazıların, fotoğrafların, tabloların çoğu dikkatinizi çekecek, okuyacak ve inceleyeceksiniz.

Elbette bütün yazıları burada tek tek ele almak mümkün değil ama bazılarına özellikle değinmek isterim.

Kitabın ilk makalesi “el aleti” kavramını tanımlıyor. Yani kullandığımız bir nesnenin “alet” olması için ne gibi özellikler taşıması gerekir, onu anlatıyor. Bu makalenin yazarı Hubert Comte’a göre bir el aleti taşınabilmeli, işe koşulabilmeli, kullanıldığında görünür sonuçlar vermeli, cansızlar üzerinde kullanılmalı (aman dikkat, bu çok önemli!), insan gücüyle hareket ettirilmeli, el ile kavranabilmelidir.

Bu meselede bence en can alıcı konu, günümüzde el aletlerinin sadece tamir işleri için kullanıldığını zannetmemiz. Çünkü artık ayakkabılarımız elde yapılmıyor, atla seyahat etmiyoruz ki nal değiştirtelim, belki de “nalbant” ne demek unuttuk, nalın giymiyoruz, kalaylı bakır kaplarda yemek yemiyoruz, çoğumuz alüminyum çaydanlık bile kullanmıyoruz, evlerimizi ahşaptan yapmıyoruz, yapacak olsak bile sıkıştırılmış yongaları kullanıyoruz. Elbette bunlar teknolojinin getirdiği avantajlar, her şey daha kolay, daha standart. Ama bu zanaatların ve zanaatkarların unutulması anlamına geliyor. Ve bu zanaatların hepsinde farklı el aletleri kullanılıyordu. Bugün el aleti deyince aklımıza tornavida, pense, kargaburun filan geliyor ama kitapta öyle bir liste var ki insan şaşakalıyor; dirgen, iskarpela, murç, ütü, yay, teskere vs. Dahası, aletlere verilen bu isimlerin etimolojik kökenleri ve Türkçenin farklı ağızlarındaki kullanımları da kitabın sonunda ayrı bir liste olarak yer alıyor. Mesela ayakkabıcıların kullandığı büyük çivilere “peri” deniyormuş; rendenin bir diğer ismi “kösdüre”, kuyumcu çekicinin adı ise “miyane” imiş; bazı yörelerde kerpeten yerine “içiboş” deniyormuş.

Kırgızistan, Göktürk döneminden demir mızrak/ok uçları, tunç (bıçak) ve kemiz bazı aletler, 6.-8. Yüzyıl. Isık-Köl Oblustuk Memlekettik Tarihiy-Medeniy Koruk Muzeyi. Fotoğraf: Yaşar Çorahlu, 2019. Alet İşler Kitabından.

“Alet İşler” kitabında el aletlerinin tarihi doğal olarak Yontma Taş Çağı’ndan başlatılıyor. Türkiye’de arkeolojinin yaşayan büyük isimlerinden Prof. Dr. Mehmet Özdoğan’ın yazdığı makalede, arkeolojik buluntulardan yola çıkılarak Alt Paleolitik dönemden Neolitik dönemin sonlarına kadar el aletlerinin yaşadığı değişim kısaca anlatılıyor. Ayrıca Orta Asya, Hitit, Roma, Yunan, Selçuklu, Osmanlı gibi dönem, bölge, kültür odaklı makalelere yer verilmiş kitapta.

Atölyede çalışan ayakkabı ustaları, MÖ 500-490, Boston Güzel Sanatlar Müzesi Massachussettes. Alet İşler Kitabından.

Doç. Dr. Erman Gören’in Antik Yunan’da zanaatı anlattığı makalesinde enteresan bir olay naklediliyor. Önceleri zanaatkarlar Antik Yunan’da büyük saygı görürken MÖ 5. yüzyıldan itibaren özellikle toprak sahibi zenginler zanaatkarları küçümsemeye başlıyor. Tarihçi Herodot el ustalığı olmayanların daha soylu sayılması gerektiğini iddia ediyor. Tartışmaya felsefeciler de katılıyor. Aristophanes zanaatkarın işini servet kazanmak için yaptığını, dolayısıyla işin güzellik, ustalık tarafının samimiyetsiz olduğunu söylüyor. Sokrates’in öğrencisi Ksenophon zanaatkarlığın bedene ve ruha zarar verdiğini, meşhur Platon zanaatkarların “sıradan” olduğunu söylüyor. Aristoteles de bu işlerin kölelere özgü olduğunu düşünüyor. Bu tartışmalara rağmen zanaatlar ve el aletleri yaşamaya devam ediyor, hatta sanata konu oluyor.

Lehimci, Ahmet Ziya Akbulut.

Batı resminde Hunt, Romanelli, Rubens, van Dyck,Velazquez gibi önemli isimlerin dinî ya da din dışı tablolarında el aletlerinin kullanımına dair bir makale var, ilginç. Doç. Dr. Serap Yüzgüller’in yazdığı bu makalede el aletlerinin “atribü” olarak kullanılmasından söz ediliyor. Yani bir el aleti bir karakterle âdeta özdeşleşiyor. Mesela Demeter’in atribüsü orak, Kronos’unki tırpan, Hephaistos’unki çekiç. Hz. İsa’nın tasvir edildiği tablolarda ise marangozluk yaptığı atölyedeki el aletleri kadar, çarmıhtan indirilmesi için kullanılan aletler de yer alıyor. Hz. Musa’nın ise meşhur asası var. Hatta Hz. Muhammed’in tüm kullandığı eşyalarına bir isim verdiğini biliyoruz, ne hoş değil mi? Dr. İlkay Canan Okkalı ise Türk resminde el aletlerinin kullanımını incelemiş. İbrahim Çallı’dan Hoca Ali Rıza’ya, Nuri İyem’den Bedri Rahmi Eyüboğlu’na kadar nice büyük ressamımızın tablolarına bir de bu açıdan bakılıyor.

Tavan direği yontan marangoz, Türkistan Albümü, 1865-1872, Amerikan Kongre Kütüphanesi. Alet İşler Kitabından.

“Alet İşler”de sadece akademisyenlerin değil, zanaatkarların da yazıları var. Mesela hukuk doktoru Engin Topuzkanamış bu kitaba deyim yerindeyse  “zanaatkar” olarak katkıda bulunmuş ve hayatın her alanında kulağımıza küpe etmemiz gereken bir tavsiye veriyor: Bir zanaatta ya da herhangi bir işte iyi olmak istiyorsak yetenek değil, çalışmak ve tekrar önemlidir. Bizi bir üst lige taşıyacak olan şey disiplin içinde çok çalışmaktır. Bunun doğruluğunu ticaret hayatında defalarca gördük. 10 bin saat kuralı her yerde geçerli olduğu gibi zanaat için de geçerli (https://muratulker.com/y/dunya-kupasinin-kazanani-katar-ve-messi-etkisi/).

1930 yılında bastırılan demirci ve bozkurt temalı pul. Alet İşler kitabından.

Kitapta Türklerin demir başta olmak üzere madenlerle ve el aletleriyle ilişkisi konusunda da epey makale bulunuyor. Tabii bunun sebebi meşhur “Demirci Türk” kurucu miti: Türkler demirden yapılmış dağı eritir, özgürlüğüne kavuşur ve dünyaya yayılır. Demir Türk kültürünün ayrılmaz bir parçası olur, hatta farklı medeniyetler Türkleri demirci bir millet olarak tanımlar. Demir de cevher formunda kalmaz elbette, zanaatkarların elinde bıçak olur, çekiç olur, örs olur. Yani alete dönüşür. İtalya’da ise Ferrari (yani demirciler demek)  olur.

Türklerin Orta Asya’dan göçünden sonraki zaman dilimi hakkında Selçuklularda zanaatkarlara verilen önem ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde zanaatkarların lonca yapılanması gibi pek çok ilginç konuyu “Alet İşler”de bulabilirsiniz. Benim en çok dikkatimi çekenlerden biri Prof. Dr. Mehmet Yaşar Ertaş’ın Osmanlı’nın sefere çıkarken yanında götürdüğü aletlerle ilgili makale oldu. Tabii aylarca süren seferlerde bir şeyler bozuluyor, yıpranıyor, eskiyor, kayboluyor. İşte o zaman esnaf ve zanaatkarlar ile el aletleri devreye giriyor. Bunun için de tedarikli olmak gerekiyor. Örneğin 1710-1711 Prut Seferi’ne 12 bin adet kazma, 10 bin kürek, 15 bin kazma kabzası, 100 keser, 100 kargaburun ve farklı türlerde yüzlerce balta götürülmüş. 1715’teki Mora Seferi’nde ise 38 bin 430 kazma, 56 bin 315 kürek varmış. Bu rakamlar bugün bize inanılmaz görünebilir, neticede bir düğmeye basarak şehirlerin bombayla ortadan kaldırıldığı bir çağda yaşıyoruz. Ama o dönemde sefere çıkmak demek, aşçıdan ayakkabıcıya, nalbanttan mumcuya, sepetçiden semerciye pek çok esnafı da alıp neredeyse çarşıyla göç etmek gibi bir şeymiş.

Bunlardan başka enstrüman yapımında kullanılan el aletleri, Kanca koleksiyonundaki el aletlerinin üzerindeki damgaların anlamları, atasözleri ve deyimlerde geçen el aletleri, gemi yapımında kullanılan aletler, mezar taşlarındaki ustalık, Sürmene bıçakları gibi pek çok farklı konu da  “Alet İşler” kitabında yer alıyor,

Kitaba ait tanıtım toplantısında ortaya çıkan esere dair değerlendirmede bulunan editör arkeolog Nezih Başgelen şöyle demiş: “Türkiye uygarlık tarihi açısından çok özel bir coğrafyada bulunuyor. Biz gerçekten dünya tarihinde alet edavatların tarihi açısından da ezberleri bozduk. İnsanoğlunun dünyayı değiştirme öyküsünün en önemli aktörleri aslında aletlerdir. Bizim coğrafyamız da gerçekten alet arkeolojisi, aletin tarihi ve gelişiminin uygarlık açısından taşıdığı rolü gösteren örneklerle dolu.(*)”

Jim Dine, heykel, Şaşkın bir zihin. 2017. Alet İşler kitabından.

 

Velhasıl günümüzü, işimizi, yaşamımızı kolaylaştıran binlerce alet ve arkasındaki derinlikle ilgili bilgilendirici ve oldukça büyük boyutlu bir kitabın içinde gezinmek, coğrafyamızdaki alet arkeolojisini keşfetmek, arkeologların çoğu zaman işlerini yaparken kullandıkları aletlerin arkeolojisini nasıl çıkardıklarını görmek benim için ilginçti. Kanca El Aletleri AŞ sektördeki 55’inci yılını tam anlamıyla arşivlik bir çalışmayla kutlamış. Bunun için Alper Kanca başta olmak üzere emeği geçen herkesi kutluyor, normalde belki de hiç aklımıza gelmeyecek konularda bizi düşünmeye sevk ettikleri için teşekkürlerimi sunuyorum. Değişik konularda bu tür çalışmalara çok ihtiyacımız var.

 

(*) https://www.arkeolojikhaber.com/haber-kancanin-kultur-dunyasina-55-yil-hediyesi-alet-isler-35968/

(** )Latince ferrum yani “demir” kelimesinden türetilen “demirci” anlamına gelen İtalyan ferraro kelimesinin, bir anlamıyla  çoğul şeklidir. Ferrari temelde İngiliz soyadı SMITH’nin İtalyan eşdeğeridir. Ferrari, İtalya’nın en yaygın üçüncü soyadıdır .

 

 Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez.

 

YORUM YAZIN