Gündem

42nci Yılında 24 Ocak Kararları: Tarih Tekerrür Mü Ediyor?

LinkedIn

BÜTÜN MESELE HALKIN MUTLULUĞUDUR 
Parti İsimlerindeki Sır…
Bir Çiçekle Bahar Olmaz Ama Her Bahar Bir Çiçekle Başlar (Necmettin Erbakan)
İnsanların İçin En İyi Nizam, Mutlu Oldukları Nizamdır (Albert Camus)
Arkamızda 700 yıllık Osmanlı imparatorluğu var. Tanzimat, Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyet derken Cumhuriyet ilan edildi ve milli devlet olduk. Ama “milli” politikalarımız sayesinde millilik azınlıkların azınlık niteliklerini kaybetmesine kadar vardı. Ne yazık ki demografik açıdan bir kapsayıcılık olamadı. Oysa Türkiye bir geçiş bölgesi, farklı kültürlerin kesiştiği bir kavşak ve azınlıklar, azınlık olamayacak kadar büyük. Aslında sözünü ettiğimiz azınlıklar değil farklı dini, toplumsal kültürlere sahip olmak, ait olmak; alevilik, kürtlük gibi. Bugün meclise baktığınızda da onu görürsünüz. Azınlık dediklerimizin oy oranları yüzde 10’dan fazladır. Bu kültürel alt gruplar da kendileri için tanınma, itibar hedeflerler.  
Çocukluğumdan aklımda kalan bir söz var: “Ah bir lider olsaydı, bunları her türlü hizaya sokardı!” Bence anlayış farkı burada başlıyor. Aslına bakarsanız niyetimiz iyi, derdimizi iyi anlatıyoruz. Bu iyi anlatımı geçmişten günümüze siyasal parti isimlerimizde bile görüyoruz. Türkiye’nin siyasetinde uzun yıllar söz sahibi olan birbirinin devamı ya da tamamlayıcısı olan bazı partilerin isimlerine bakalım. Mesela Demokrat Parti (1946), Adalet Partisi (1961), Milli Nizam Partisi (1970), Milli Selamet Partisi (1972), Anavatan Partisi (1983), Refah Partisi (1983), Fazilet Partisi (1997), Saadet Partisi (2001), Adalet ve Kalkınma Partisi (2001), Yeniden Refah Partisi (2018), Gelecek Partisi (2019), Deva Partisi (2020). Tüm partilerin ismi üst bir nizamı, bir özlemi anlatıyor; her şeyden önce “amaca yönelik” değer içeriyor. Bütün partiler yaşamamızı tanzim etmek için çok büyük, kapsayıcı, aşırı gelişim vaat eden şemsiye bir değerle başlıyorlar. Bu değerler aslında halkın özlemlerinin ve sorunlarının nasıl çözüleceğine işaret ediyorlar. Fakat öyle ya da böyle zorla veya tabii seleksiyon ile bu partilerin siyasi hayatı kesintiye uğruyor ve bir yenisi doğuyor. Bugüne kadar bu döngü sadece iki dönemde kırıldı.
24 Ocak Kararları’nın mimarı Turgut Özal, yıllar sonra Reisi Cumhur iken siyasi sistemi yeniden dizayna yönelmişti. Sonra Adalet ve Kalkınma Partisi de devlet bürokrasisi ile anlaşarak benzer bir sistem dizaynı gerçekleştirdi. Özal’ın dizaynı umduğu sistemi ile şimdiki sistem arasında farklılıklar varmış. Açıkçası benim konum siyaset değil, bunu Talat İçöz beyin bana ulaşan bir notunun ekindeki konuşma metninden öğrendim. Not şöyleydi: Murat Bey, 24 Ocak 2022 tarihinde Hür Düşünce Hareketi’nin bir toplantısında konuşmacı olarak bulundum ve Kur Korumalı Mevduat hesaplarının Dövize Çevrilebilir Mevduat hesaplarına benzerliği ile bundan kaçınılmasını öne çıkaran bir konuşma yapmıştım. Ekte size sunuyorum. (*)

Talat Bey’in konuşma metnini ve özgeçmişini de paylaştım. Umarım farkları anlamada hepimize faydalı olur.           

Talat İçöz diyor ki;

Sayın Cumhurbaşkanımızın faiz sebep enflasyon sonuçtur yaklaşımından sonra döviz kurlarında kontrolden çıkan yükselişi durdurmak amacıyla 20 aralık 2021 tarihinde kur korumalı TL mevduatı hesabı açılmasına karar verilmişti. Bu karar DÇM denilen (Dövize Çevrilebilir Mevduat) hesaplarının ve o arada 24 Ocak kararlarının yeniden hatırlanmasına neden oldu.

İlk olarak 1967 yılında uygulanan DÇM (Dövize Çevrilebilir Mevduat) Hesabı yeniden tesis edilerek bir anlamda tarih tekerrür etmiş oluyor. Hür Düşünce Hareketi Genel Başkanı Sayın Süleyman Aksoy ve kendisiyle bir dönem siyaset yaptığım değerli kardeşim Bilgin Akbal’a bu konuda program yaptıkları için ve hem değerli hazine müsteşarımız Sayın Tevfik Altınok ile ve hem de 2 yıl önce Bankacılık doktorası yaparken kendisinden ders aldığım ve doktora tez jürimde yer alan hocam Prof.

Sayın Hasan Eker ile birlikte bu programda yer aldığım için çok teşekkür ederim.

24 Ocak kararları denilince akla bu kararların mimarı 8. Cumhurbaşkanımız Turgut Özal geliyor.

Merhum Turgut Özal’ı daha doğru anlamak için onun 3 temel hürriyete özel önem veren ve 2 yapısal değeri gerçekleştirmek isteyen bir kişi olarak tanımlamak gerekir.

-Özal düşünce hürriyetine değil, düşünceyi ifade hürriyetine,

-İnanç hürriyetine değil, inancı yaşama hürriyetine ve

-Teşebbüs hürriyetine özel önem veriyordu.

Özal 2 tane de yapısal değişim hayal ediyordu. Bu konuyla ilgili Bilgin kardeşimle senelerce uğraştık. Bunun birincisi ekonomik hayatımızda 24 Ocak kararlarıyla başlattığı yeniden ekonomik yapılanma, ikinci değişim programı ise devletin yeniden yapılandırılarak kuvvetler ayrılığı prensibinin tam uygulanabildiği, demokratik kalitemizin batı standartlarına ulaştırıldığı bir değişimdi.

24 Ocak 1980 yılında uygulamaya konulan kararlar yıllardır karma ekonomik sistemde karşılaşılan piyasa şartlarına yanlış müdahalelerin son bulmasını ve sistemin ince ayarlarının yapılmasını sağlayan tedbirlerdir benim gözümde. 24 Ocak kararları her ne kadar merhum Demirel’in başbakanlığı döneminde uygulamaya konulmuş olsa da bu kararların mimari 8.

Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’dır.

Bu noktada bir anekdot paylaşmak istiyorum. Özal’lar 3 kardeşti, üçü de muhafazakar ve serbest piyasa düşüncesine sahiplerdi. Bende her üçüyle ayrı ayrı fakat toplamda 25 yıldan fazla birlikte çalışma şansı bulmuştum. 24 Ocak kararları ile ilgili merhum Özal’ın düşüncelerini ilk defa 1977 senesinde İzmir’de seçimlerde propagandist olarak kendisine yardımcı olurken Ekici – Öğer isimli bir mekan da gençlere yaptığı bir konuşmasında dinledim orada şahit oldum. Bir de kararların ilanından bir gün önce İstanbul’dan Ankara’ya eski başbakanlık binasında kendisini ziyaret ettiğim sırada Sayın Hüsnü Doğan’ı fotokopi makinası başından bir kısım dokümanı çoğaltırken gördüm. Bana ‘Talat bu dokümanlar öyle önemli ki yarın yer yerinden oynayacak’ demişti. Sonra bunların 24 Ocak kararları olduğunu anladım.

Şimdi konuşmamı genel bir değerlendirme yaparak devam edeceğim.

Yıllar önce ben ODTÜ’de işletme bölümünde okudum. Biz mikro ekonomi ağırlıklı şirket ekonomileri ile ilgili eğitim aldık ve serbest piyasa değerlerine inandık. Ekonomi istatistik bölümünde okuyan arkadaşlarım ise sosyalist ve komünist fikirleri önceleyen bir eğitim aldılar. Olaylara bu perspektiften bakınca Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Rusya ile İstiklal harbi sonrasında yakın ilişkilerimize rağmen cumhuriyetin ekonomik yapısını İzmir İktisat kongresinde belirlediği üzere serbest piyasa düzenine göre yapılandırmak istemesini çok değerli buluyorum. Bu sistemin kendi iktidarı döneminde sermaye birikiminin yetersizliği ve müteşebbis insan yokluğu gibi nedenlerle zorluklarla karşılaşması kendisinin ölümünden sonra ise Almanya ve İtalya da ki devletçi ve faşist modellere özenilen bir dönemde bunun Türkiye’yi de etkilediğini düşünüyorum.

Bu dönemin sonunda 1950 yılında iktidara gelen Adnan Menderes ile başlayan periyod ile devletçi ve müdahaleci bir ekonomik yapıdan özel teşebbüse öncelik veren bir ekonomik yapıya geçiş yaşanmıştır. Yine şunu da söylemek isterim, sistemde üretim araçlarının mülkiyeti ya tamamen devlete ya da tamamen özel teşebbüse ait olmalıdır. Biraz ondan biraz bundan olsun denilince bizde ki gibi karma ekonomi diye adlandırılan bir acayip düzen kurulmuş oluyor. Bu acayip yapı 24 Ocak 1980 yılına kadar Türkiye’nin ekonomik modeli olarak uygulanmıştır. Konumuza dönersek merhum Adnan Menderes bu dönemde, tarımda, sanayide, dış ticarette, özel sektörü geliştirmeye çalışmıştır.

1955’ler de ise Kıbrıs konusunda dış politikada Amerika ve İngiltere ile yaşanılan ve tırmanan politik gerginlik ve ters düşmeler hem Türkiye’nin ekonomik baskı altına alınma sürecini başlatmış ve hem de 1959 yılında Londra’ya giden uçağı düşürüldüğü halde ölmeyen ve bir süre sonra 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle devrilen merhum Adnan Menderes döneminin sonu olmuştur. Burada da bir küçük anekdot aklıma geldi. O yıllarda ilkokul öğrencisiydik, bütün okulu tek sıraya sokarak şehir içinde ‘Ya Taksim Ya Ölüm’ ‘Kıbrıs Türktür Türk Kalacaktır’ diye sloganlar atarak dolaştığımı hatırlıyorum.

Bu gerginliğin 1955ler den itibaren ekonomik hayatımıza etkileri, nüfusu % 3 civarında artan, işsizlik sorununu çözmek isteyen, kalkınmak, alt yapı yatırımlarını yapmak, sanayileşmek, %80i kırsalda yaşayan nüfusun şehirleştirilmesini gerçekleştirmek isteyen Türkiye’nin batı dünyasının Türkiye’ye desteğini çekmesi sonunda döviz dar boğazı, dış kredi zorlukları, dış ödemeler dengesi bozulmaları ile kendisini göstermeye başlamıştır. Bu bozulmalar serbest piyasa kuralları ile düzeltilmek yerine, devletin kontrol ve denetimlerini ağırlaştırdığı tedbirlerle düzeltilmeye çalışıldıkça konu daha içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Bu dönemde faizler sabit tutulmuş, dolar kuru 10 yıllık iktidar süresince 1 dolar = 2. 80 de sabitlenmiş, yüksek enflasyona rağmen vadesiz mevduata %3, vadeli mevduata %9 faiz verilmiştir, düşük faizler tasarruf ve mevduat miktarını azaltmış, serbest piyasa mekanizmaları yerine milli korunma kanunu, Türk parası kıymetini koruma mevzuatı, fiyatlara narh koyma, etiket bulundurma, perakende kar marjına sınır koyma, döviz bulundurma yasağı, mevduat ve kredi faizlerinin, döviz kurlarının, çimento, demir, çelik, petrol, tekel mamülleri başta olmak üzere, devletin monopolinde ki ürünlerin fiyatlarının enflasyonu kontrol altında tutmak için, baskı altında tutulması hep bu dönemde öne çıkan yıllarca devam eden hadiseler olmuştur.

24 Ocak 1980 yılında alınan kararlara kadar her 10 yılda bir bu nedenlerle büyük enflasyonlar, devalüasyonlar, kıtlıklar, kuyruklar, karaborsa ve çift fiyatlar, faturasız açığa satışlar, sanayiyi durma noktasına getiren kalkınmamızı negatife çeviren, ekonomik ve sosyal buhranların tekrarlandığı dönemler olmuştur. 1959 yılında gazyağı alabilmek için babamla kuyrukta beklediğimizi, bakkalda kahve, sana ve vita yağlarının bulunmadığını 1980 yılına kadar her 10 senede bir benzin, sigara, LPG tüpü kuyruklarının tekrarlandığını biliyorum.

Bu noktaya kadar anlatmaya çalıştığım üzere, Türkiye’de 1980 yılına kadar özel sektöre önem veren bir anlayış olmasına rağmen, serbest piyasanın kendini dengeleyen enstrümanlarına devlet kontrolü altında müdahaleler yapılmıştır. Örnek olarak enflasyonun % 15 olduğu bir zaman diliminde, vadeli mevduata % 9 vadesiz mevduata % 3 den fazla faiz ödenmesi yasak olduğu için bankalar ikramiye çekilişi, apartman dairesi çekilişi yaparak mevduat toplamaya çalışmışlar. Toplum enflasyona karşı eriyen tasarrufunu koruyamadığı için mevduat yapmak yerine, eşine bilezik almak, tüketmek, arsa almak, ev almak, çocuk yaştaki kızına ve oğluna yıllar öncesinden çeyiz alma yolunu seçmiştir.

İşin şirketler ve sanayiciler tarafı ise şöyle olmuştur. İthalat ikamesi politikası sonucu bir yabancı şirketle ortak olarak üretim yapan bir otomotiv fabrikasını düşünürsek, bu otomotiv fabrikasında üretilen vasıtaların satış fiyatı sanayi bakanlığı tarafından narh koyularak piyasa fiyatının çok altında belirlenmiş ve böyle bir belirleme yapıldığı için de ürünü Türk ortaklardan kurulu satış ve pazarlama şirketi halka pazarlamış bu pazarlamada da devletin narh koyduğu fiyat ile gerçek piyasa fiyatı arasında ki fark alınmasını mecbur tuttukları ilave ayna, ilave kemer, ilave stepne gibi aksesuarlara giydirilerek ayrıca da ürünü peşin satmayarak, tek vade farkı uygulayarak ve buna rağmen artan kısmı ise açıktan tahsil edilerek ürün satılmıştır. Endüstriyel üretim için önemli oranda ithal girdiye ihtiyaç vardır. Döviz bulundurma yasak olduğu için bunların ithal edilmesi sanayi bakanlığından çıkartılacak kapasite raporu ve verilecek döviz tahsis belgesi ile Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasından döviz transfer talebi ve buna bağlı döviz transfer kuyruğu beklemeyi gerektirmiştir. Bu durumda fabrikaların üretimlerini sürdürmek için satış şirketlerinde fazladan biriken paralar yurt dışında Türk işçilerinin dövizleriyle bozdurularak gerekli ithalat sürekli yapılırken aynı ürün için TC Merkez Bankası tarafından 1-2 yıl sonra sırası gelen döviz transferleri, iş adamlarının yurt dışında hesaplar açarak döviz biriktirmeleriyle sonuçlanan çarpık bir düzen oluşturmuştur. Dövizin yurt dışında bankalarda tutulması yerine, Türkiye’den kaçışı önlemek için sistemi 24 Ocak kararlarında olduğu gibi tümüyle serbestleştirmek yerine kendi dövizini kendin bul, tasarrufunu yurt dışında ise Türkiye’ye getir, mevduatını istediğinde döviz olarak ta alabilirsin gibi yaklaşımlarla girilen dar boğazdan çıkılmaya çalışılmıştır. Oysa böylesi gayretler ve yaklaşımlar sonuç vermediği gibi dolarizasyon her yere yayılarak kiraların bile dolarla tespit edildiği bir dönem yaşanmıştır.

Daha öncede söylediğim gibi DÇM’ler ilk olarak 1960’lar da gündeme geldi, 1967 yılında uygulanmaya başlandı ve devlet bütçesine büyük bir yük bindirerek 1978 de uygulamasına son verildiği halde hesaplar ancak 1989 yılına kadar ödemeler yapılmak suretiyle tasfiyeye gidildi. Bu hesapların getirdiği ilave yük, küçük bir ekonomik imkan içinde olan o gün ki Türkiye’nin 100 bin kişiye ek iş imkanını veya 1000 adet fabrikayı yapabilecek kaynaklarını döviz mevduatı sahiplerine bütçeden ödemesiyle sonuçlanmıştır.

Bugün de benzer bir yaklaşımla bütçe açıklarını kontrol altında tutmak başta olmak üzere enflasyonun nedenleriyle mücadele etmek yerine, mevduata enflasyonun altında faiz uygulamak istendiği için dolar ve avro ya dönüşen tasarrufları tutabilmek ve dövizin aşırı değer kazanmasını önlemek için kur korumalı Türk Lirası mevduat hesabı gündeme gelmiştir. Temennim bu uygulamanın mevcut haliyle korunup döviz fiyatlarında sağladığı kısa vadeli neticeleri ile yetinerek ve işletilmeden ve bütçeye büyük yeni yükler getirmeden sonlandırmasıdır.

Tekrarlardan kaçınmak istesem de görüşlerimi şöyle toparlamak istiyorum; Tarihin tekerrür etmemesi için öncelikle serbest piyasa ekonomisinin fiyatlar, faizler, döviz kurları ve döviz bulundurma imkanı gibi temel kontrol aygıtlarının serbest piyasa şartlarında dengelenmesine izin vermek gerekir. 24 Ocak kararlarından önce ya da sonra bunlara devletin müdahaleleri her defasında ekonomik ve sosyal sorunlar yaşanmasına neden olmuştur. Yeni dönemde 2002 yılından itibaren yakalanan istikrarlı gelişme döneminden geriye gidilmemelidir.

Bunun için;

1: Türkiye’ de kronik enflasyon sorunu vardır ve bu disipline edilmelidir. Avrupa ve Amerika’da % 2 – 4 bandında olan enflasyon, biz de %15 seviyesindedir ve bu bazen kontrolden çıkmaktadır. Bunun kontrol altına alınması için öncelikle devletin pahalı yatırım verimsiz işletmecilik heveslerinden vaz geçmesi, küçülerek giderlerini azaltarak bütçe açığı vermekten kaçınması, 1967 yılında DÇMlerde olduğu gibi devlet hazinesine ek maliyet ve yük getirecek tarzda ödeme yapmak durumunda kalmaması, gösteriş yatırımlarını iptal etmesi gibi tedbirler alması.

2: Siyasi istikrarı koruyacak, demokratik standardımızı yükseltecek politikalar uygulanmasına özen göstermesi.

3: Türkiye’nin kalkınan, büyüyen, borçlarını rahatlıkla ödeyebilen ve yeni dış kredilere daha ucuz ve daha bol ulaşabilen konuma getirilmesi şarttır.

Sonuç olarak; büyük ölçüde özelleşen ekonomik yapımızı 24 Ocak kararları anlayışı içinde serbest piyasa modelinin kendini dengeleyen enstrümanları ile yönetmek yerine, faizleri, döviz kurlarını sabit tutmak, fiyatlara narh koyarak enflasyonla mücadele edilebileceğini düşünerek politikalar üretmek, dövize çevrilebilir mevduat benzeri uygulamalara başvurmak ise bedelini orta ve fakir gelirlilere ödeten uzun vadede sonuç vermeyen, kalkınmayı yavaşlatan ve gerileten, işsizliği arttıran politikalar oluşturacaktır.

42 yıl sonra 24 Ocak kararlarını konuşmak bile bugün ki politik gidişatın yanlış oluşunun sonucu doğan bir ihtiyaçtan meydana gelmiştir.

Son bir cümle olarak şunu ifade etmek isterim, 99 yıllık cumhuriyetimiz de 66 hükümet kurulmuş az önce sayın müsteşarımda siyasi istikrarsızlıktan büyük ölçüde dert yandı biliyorsunuz ben de buna işaret etmiş oluyorum. 99’u 66’ya bölersek 1.5 sene gibi bir şey düşüyor her bir hükümete. 99 yıllık cumhuriyette 66 hükümet kurulmuş bunlarda 27 farklı kişi başbakan ve 12 kişi cumhurbaşkanı seçilmiştir. Burada da şöyle bir parantez açayım, bu 27 farklı başbakandan 6sı büyük bir partinin lideri olarak seçime girmiş ve başarı kazanmış ve başbakanlığı alabilmiş. Yani onlarda % 35- 40 civarında maksimum. % 20 ile başbakan olanlarda var onları da hesaba katarak söylüyorum. Yani bu 27 kişinin aşağı yukarı çoğu kongre başbakanı yani örnek verirsem (Tansu hanım, Mesut bey, Yıldırım Bey) mesela hiç seçim kazanmadan başbakan oldular. 27 farklı Başbakan ve 12 kişi cumhurbaşkanı seçildiği halde anca önemli yapısal değişiklikler gerçekleştiren başta cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ve merhum Adnan Menderes ile merhum Turgut Özal milli hafızamızda farklı bir yerde bulunmaktadırlar.

…………………..

(*) Dr.Talat İçöz, İşletmeci, İş Adamı, STK Yöneticisi, Siyasetçi 18’inci dönem İstanbul milletvekili. İzmir Maarif Koleji Mezunu, ODTÜ İdari İlimler İşletme Fakültesi Mezunu. ODTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Yüksek Lisans, İstanbul Ticaret Üniversitesi Bankacılık Doktora derecelerine sahip. Birçok özel şirkette genel müdür olarak çalışmış, yönetim kurulu üyeliklerinden bulunmuştur. Bilgi Üniversitesi ve Şehir Üniversitesi’nde MBA seviyesinde dersler verdi. Halen Sabri Ülker Vakfı Gıda Araştırmaları Enstitüsü Vakfı Başkanıdır.

 

Not: Bu konuşma metni aynı zamanda 21.04.2022 tarihinde YeniÇağ gazetesinde röportaj olarak yayınlanmıştır. https://www.yenigungazetesi.net/talat-icoz-ile-roportaj

 

Not 2: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez.

YORUM YAZIN