Biyografi

Saatli Maarif Takviminden Bestekarlığa Giden Yol

LinkedIn

Bestekar bestesinin tahtını yapar,

bahtını yapamaz! 

 ‘’60. Sanat Yılında Bestekâr Hâfız Âmir Ateş”

murat ulker

KuveytTürk çok güzel bir şey yapmış, ünlü bestekarımız Âteş’in 60’ıncı sanat yılı nedeniyle ‘’60. Sanat Yılında Bestekâr Hâfız Âmir Ateş” adlı bir kitap (*) yayınlamış. Prof. Dr. Ahmet Hakkı Turani ve Neyzen Ali Osman Alaca tarafından kaleme alınan kitapta Âmir Ateş’in hayatı, eserleri, musikiye yönelik düşünce ve fikirleri detaylı şekilde ele alınmış. Eserde, sanatçının kendisiyle bizzat gerçekleştirilen görüşmelerden de istifade edilmiş. Diğer besteleri gibi “Ben “Seni Unutmak İçin Sevmedim” isimli bestesi de (güfte: İlham Behlül Pektaş) hala çok popüler olan sanatçımızın hayatını okuyunca çok şey öğrendim, mesela Sadeddin Kaynak’ın ünlü “Muhabbet Bağına Girdim Bu Gece”si kimin için yazılmış biliyor musunuz? Ve Âmir Ateş bestelediği “Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın” kime yazılmış?  Hele bir okumaya başlayın, oraya  geldiğinizde çok şaşıracaksınız.  

Öncelikle şunu belirteyim.. Âmir Ateş Bey’in ilahi ve şarkılarından oluşan iki ayrı albümüne ve bu yazıya konu olan kitaba Kuveyt Türk’ün internet sitesindeki “Geleceğe Kaynak Kitaplar Bırakıyoruz” sayfasından ulaşabilirsiniz. https://www.kuveytturk.com.tr/hakkimizda/kuveyt-turk-hakkinda/degerlerimizle-buyuyoruz/gelecege-kaynak-kitaplar-birakiyoruz/bestekar-hafiz-amir-ates

Bestekar Hafız Âmir Ateş ve Prof. Dr. Ahmet Hakkı Turabi.

Âmir Ateş, 60 yılda iki bine yakın beste yapmış, ayrıca  hafızlığı,  mevlidhanlığı ve güfte yazarlığı ile Türk kültür sanat dünyası için çok özel bir sanatçımız. “Musikimizi sevelim, sevdirelim; o bizim kültür hazinemizin en değerli süsüdür” diyen sanatçı, eserlerinde hep sade ve anlaşılır bir üslup kullanarak, sadece belirli bir kesime değil tüm insanlığa hitap etmeyi seçmiş. Böylece, Türk Sanat Musikisinin yanı sıra Türk Tasavvuf Musikisi alanında bestelediği ilahilerle onu ismen bilmeyenlerin bile gönüllerine girmiş.

2 Şubat 1942 yılında doğan Âmir Hoca, aslında oldukça buhranlı bir dönemde dünyaya gelmiş, ona Balkan Harbinde şehit olan dayısının ismini vermişler, kendisi de isminin manasını ne de güzel benimsemiş ve “İsmim elif ile değil, ayn harfiyle başlar. Yani, emir veren değil, ‘imar eden’ anlamındadır” şeklinde açıklamış. “Ateş” soyadı ise “Ateş Hoca” lakabıyla anılan meşhur dedesinden mirasmış aileye. Işık saçan hocaya ne de güzel yakışmış bu soyadı.

Âmir Ateş’in İstanbul’a ilk geldiği yıllar…

Âmir Hoca’yı dinleyen üstadlar dinledikçe beğenmiş ve ‘burada da söylesin, bir de şurada söylesin’ demeye başlamışlar. Âmir Hoca şöyle açıklıyor sonraki gelişmeleri: “Merakın elinden hiçbir şey kurtulamaz diye bir tabir vardır. Ben de çok azimli, sabırlı bir insanım, çok sebatkârım. Eğer bir şeyin yapılmasını arzu ettiysem o er veya geç olmalı. Tabi evvelâ ilk mesleğim olan hafızlık mesleğinde çok şeylerin yapılması gerektiğini keşfettim. Zamanın en güzel sesleri vardı, hatta bugün dahi o sesler gelmiyor dünyaya. Yalnız yıllar geçtikçe, o seslerin kupkuru bir ses olduğunu keşfettim. Nedir bu dediğim? Makam yok, bilgi yok, teknik yok; tabiri câizse kara düzen. Yıllar öyle nasipler verdi ki bana, ben birçok insanlarla dostluk, arkadaşlık yaptım. Yani bu yıllarda keşiflerim arttı. Daha neler yapılabilir, çözmeye çalıştım. Zira birkaç ilâhînin dışında ilâhî yok gibiydi. Eski ilâhîlerimiz tabi ki vardı ancak 8-10 ilâhî, mevlidhanlar arasında kısır döngü içerisinde dönüp duruyordu. Nasip oldu, yüzlerce yeni eser besteledim.  Daha birçok arkadaşım da hamdolsun yeni yeni eserler besteleyerek bu alana katkıda bulundular.”

Âmir Ateş, mevlîd okuma tavrı konusunda ise şunları söylüyor: “Mevlîd-i Şerîf okuma tavrımda özel olarak bir hocam olmadı. Beni, içerisinde bulunduğum ortamlar ve birlikte olduğum meşhur hâfızlar yetiştirdi. Çünkü onlarla bulunduğum her ortam benim için eşsiz ve özel zamanlardı. Onları can kulağı ile dinler, nağmelerini taklit etmeye çalışırdım. Bu öğrendiklerimi yeteneğimle birleştirince kendimi bu meşhur hâfızlar içerisinde ve Mevlîd-i Şerîf okunan meclislerde buldum.”

Uzun yıllar, 1981 yılında kaybettiğimiz üstad Kemal Batanay’ın derslerine devam eden Âmir Ateş, mûsikî konusunda ondan çokça istifade etmiş. Bestakarlığa nasıl adı attığını ise şöyle anlatmış Âmir Hoca “Radyolar tabi, o günlerin tek iletişim aracı idi. Ne kasetçalar vardı ne de televizyon. Hatta radyo birkaç köyün sadece bir tanesinde var. Onlar da bataryalı idi. Radyoda duyduğum bir şarkıyı hemen ezberlemeye çalışırdım. Günlerden bir gün radyoda duyduğum, bestesi Tanburacı Osman Efendi’ye ait Sûzinak makamında ‘A benim mor çiçeğim’ şarkısı çok hoşuma gitmişti. Bu şarkının melodisini kendi kendime mırıldanırken o günün takvim yaprağı arkasındaki şu sözlere takıldım ve şarkının melodisini bu söze giydirdim. Yaptığım şey bestenin ilk adımı idi ama ben bestenin ne olduğunu bilmiyordum. Şöyleydi o sözler: ‘Söyle kız mısın nesin? Bir yıldız mısın nesin? Çektin beni kendine; mıknatıs mısın nesin?’ Sözler de bu melodiye uymuştu. O an yanımda olanlara ‘bakın, ben de şarkı yaptım’ dedim. Onlar da ‘oku, dinleyelim’ dediler. Okuduğumda yanımdakiler bestemi takdir ettiler. Çok mutlu olmuştum yaptığım işten ve gelen tepkilerden. İşte o gün, bestekârlığa ilk adımımı atmış oldum.”

Aslında çocuk denecek yaşlarda ezberlediği bestelere farklı güfteler giydirerek yapılan bu denemeler, sonraki yıllarda yapacağı orijinal bestelere bir nevi işaret gibiydi. Tabii burada şunu da belirtmekte fayda var; bu konuda arkadaşlarının ve çevresindekilerinin de teşvikini yabana atmamak gerekir; zira herkesçe malumdur ki “marifet iltifata tâbidir.”

Mesela Emin Ongan hocası, yaptığı besteleri beğendiğini iltifatlı sözlerle dile getirirken, beğenmediklerini ise yüz ifadeleriyle anlatırmış. Beste çalışmalarına ara verdiğinde ise “oğlum yok mu bir beste, haydi getir bakayım, bu kadar tembellik yeter!” diye onu teşvik edermiş. Hayattaki kılavuzlarımız bizlerin şansı. Bu şansı da biraz bizler yaratıyoruz aslında. Bir hoca için de en keyifli şey öğrencisinin başarısını görmek olmalı.

Âmir Ateş, Yesari Asım Arsoy ve eşi Suzan Hanım ile birlikte.

Birçok hocayla yolları kesişmiş olan  Âmir Ateş için bestekar Yesari Asım Arsoy ayrı  bir ekoldür. Yesari Bey, iyi giyimli, tarzı olan, insanlarla fazla samimiyet kurmayan, kendine has ilkeleri olan ve bu ilkelerle yaşayan kalender-meşreb bir sanatçı hocaymış . Âmir Ateş’den kendisine bahsedilince onunla tanışmak için Erenköy’den Kadıköy’e Âmir Ateş’in evine ziyarete gelmiş. Âmir Hoca bu durumu büyük bir nasip olarak adlandırıyor. E “insan nasibini, nasip sahibini arar” derler. Hoca’nın durumu da biraz böyle galiba..

Yesari Asım Arsoy, Âmir Ateş’in Acemaşîran makamında bestelediği “Beklenen Gemi” isimli şarkısını radyodan dinleyince, bilhassa şarkının “al bu yalnızlıktan al kurtar beni” bölümü ağzına takılır. Şarkının , Âmir Ateş‘in olduğunu öğrenip  tamamını onun ağzından dinleyince de ayağa kalkar, önünü ilikler, onu  alnından öperek takdirini belirtir. Bestelerini, vefatına kadar yol gösteren hocası Emin Ongan’a dinleten Âmir Ateş, onun  vefatından sonra onları dinletecek ve kritik ettirecek büyük bir üstad bulduğu için artık çok mutludur.

Yaptığın işi aşkla yapmak hep başarı getirir. Bakın Âmir Ateş müziğe yani işine olan aşkını nasıl anlatmış: “Müzik her derde deva, ruha gıda, gönüllere şifadır; müzik hayattır, hayatın kendisidir. Hayatımdaki yerine gelince, nefes alıp vermek gibi bir şey. Âmir Ateş’i müziksiz düşünemiyorum.”

Sabrı da sevgiden ayırmayan Hoca diyor ki: “Ticaret ve beste hayatta bir araya gelemeyecek iki kavramdır”. Yani maddi kaygılarla değil, onun için nefes alıp vermek gibi olan bu iş ancak işin içine sevgi katıldığında yapılabilecek bir şeydir. Sanatçıların ruh dünyası gerçekten bir başka incelik barındırıyor, duygusal alemlerinin zenginliğini hep çok etkileyici bulmuşumdur. Âmir Hoca’nın ruhunun güzelliği de bir başka. Okudukça çalışkanlığına ve kendisine saygım daha da arttı. Bestelerinin sayısını artık kendi unutmuş, hepimizin kulaklarına küpe; bir büyüğü “El – bereketü fil meçhul” yani “bilinmeyende bereket vardır” demiş, o da ilhamına odaklanmış, işin sayısına değil yapısal ve duygusal açıdan düzgünlüğüne bakarmış. Tüm bu çalışkanlığına rağmen yine kendi eklemiş “Bestekar bestenin tahtını yapar da bahtını yapamaz.” Düşününce ne kadar doğru değil mi? Her eserin her bir dinleyici için başka manalar taşıması, farklı duygular doğurması insan ruhunun ilginçliğidir, diyorum.

Müziğin insan ruhunu terbiyede, karakterin olgunlaşmasında önemli bir yeri olduğuna inanan Âmir Hoca “Öyle şarkılar vardır ki; aynen ilahiler gibi çok anlamlı sözlerdir” demiş. Hatta bir örnek de vermiş; “Sadeddin Kaynak’ın Muhabbet Bağına Girdim Bu Gece” şarkısı Peygamber Efendimiz (s.a.v.) için yazılmıştır ve Allah Rasulü’ne olan aşkın tercümanıdır.” Hocanın kendisi de bu şarkılar okunurken çok kereler ağlarken görülmüş.

Âmir Ateş, Ehl-i Kur’an ve Mevlidhanlar Derneği üyesi hafızlarla birlikte.

Âmir Ateş’in Mevlid-i Şerif Tavrı

Mevlid-i Şerif’i makamlı bir şekilde okuyan kişilere mevlidhan denir. Âmir Ateş “Rabbime hamdolsun ki mevlid gibi bir şahesere Rabbim bizi nasipkar etmiş. Binlerce hamdolsun” diyerek bu sevgisini belirtmiş. Mevlid-i Şerif eskimeyen bir kültürümüz, hazinemizdir.

Mevlidle ilgili kitaptaki şu kıymetli alıntıyı da sizlerle paylaşmak isterim. “Mevlîdin sonradan çıkma bir âdet (bid’at) olduğuyla alakalı yaklaşımlar çoktur. Yaşadığım ve unutamadığım bir anım, bu konuyu dillendiren kişilerden biri olan rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın annesi Hafîze Hanım ile alakalı olandır. Kendisi ile bir akrabalarının mevlîd evinde karşılaştık. Bize doğru dönüp birden: ‘Hâfız efendiler, mevlîd okumayın, bid’attir; sadece Kur’ân okuyun’ dedi. Duyduğumuz bu söz üzerine Hafîze Hanım’a ‘Mevlîdin, Efendiler Efendisi’ne bir salât-ü selâm gönderme tarzı olduğunu’, ‘Allah ve meleklerinin Nebi’ye çokça salât-ü selâm ettiğinin belirtildiği, îmân edenlerin de Efendimize salât ve selâm etmekle emrolunduğu’ âyetinin paralelinde mevlîdin Kur’ân-ı Kerîm’in ışığında okunduğunu söyledik. Aynı zamanda mevlîdin bid’at dahi olsa bid’at-ı hasene (güzel farklılık) kabilinden yani güzel bir âdet olduğunu’ anlatsak da kendisine kabul ettiremedik. Tatlı sert biten bu tartışmanın üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra aynı mevlidhân grubu ile Hafîze Hanım’ın vefâtında bir araya geldik; ailesinin isteği üzerine orada Kur’ân-ı Kerîm okuyup Mevlîd-i Şerîf icra ettik.” Allah rahmet eylesin.

Yeri gelmişken bu konuyu biraz açayım. Mevlîd, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) doğumunu, peygamberliğini, mûcizelerini, mirâcını, vefatını konu edinen mesnevî şeklinde yazılmış eserlerdir. İslam dini ile şereflenmeleriyle birlikte Türkler, dinlerine ve Hazreti Peygamber’e duydukları yoğun sevgiyi başta mevlîdler olmak üzere edebiyat, hat, mûsikî vb. sanatlarla ifade etmeye çalışmışlardır. Mevlîdler içerisinde bilhassa Süleyman Çelebi’nin Mevlîd-i Şerîf ’i (Vesîletü’n-Necât) yüzyıllar içerisinde diğerlerinin arasında temâyüz etmiş; mûsikî ve mevlidhânlar vasıtası ile bugüne ulaşmıştır. Konuyla ilgili olarak Faruk Kadri Timurtaş, “Süleyman Çelebi açık, sade bir dil kullanmıştır. Çağdaşlarının eserlerine göre Arapça, Farsça kelimelere ve husûsiyle tamlamalara daha az yer vermiştir” sözleri ile sade üslubunun samimiyetiyle insanlar üzerinde heyecan, duygu, düşünce fırtınası oluşturduğuna değinmiştir. Her ne kadar Peygamberimizin doğumu hürmetine yazıldığı kabul edilse de Mevlîd-i Şerîf ’in içeriğinde sadece bu husus anlatılmamaktadır. Mevlîd-i Şerîf ’de ele alınan konular şunlardır:

1. Cenâb-ı Hakk’ın Birliğinin Anlatıldığı Tevhîd Bölümü, (Faslun fi’t-Tevhîd).

2. Müellife Duâ Bölümü (Duâ).

3. Âlemin yaratılması (Faslun fî Teselsüli İntikâli Nûri’n-Nebî Aleyhi Ekmelü’t Tahiyyat).

4. Hz. Muhammed’in (SAV) Nûru’nun Yaratılması (Faslun fî’n-Nâti’şŞerîfi’l-Arabî).

5. Hz. Âdem’in Yaratılması ve Hz. Muhammed’in (SAV) Nurunun O’na intikâli

6. Hz. Peygamberin Doğumu, (Faslun fî Velâdetihî Aleyhi Etemmü’s-Salavât).

7. Hz. Peygamberin Övülmesi 8. Hz. Peygamberin Mûcizeleri, (Faslun fî Ba’zı Mu’cizâtihî).

9. Hz. Peygamberin Mi’râcı, (Faslun fî Mi’râcihî).

10. Hz. Peygamberin Hicreti

 11. Hz. Peygamberin Bazı Vasıfları

12. Ümmetin Nasıl Olması Gerektiği

13. Nasîhat

14. Hz. Peygamberin Vefâtı, (Vefâtü’n-Nebî).

15. Duâ ve İltica

Mevlîd-i Şerîf ’i XVI. yüzyıl sonu sanatkârlarından Bursalı Sekban (17.yy) bestelemiştir. Ondan Übeyd Efendi, ondan Mevlîdi Osman Efendi, ondan da El-Hâc Mustafa Efendi (ö. 1720) öğrenerek okuma iznini almışlardır. Türk Müziği Antolojisi’nde ise Sinâneddin Yûsuf tarafından bestelenmiş olabileceği bilgisi yer almaktadır. İrticâlen okunduğu için notası bulunmayıp, günümüze kadar kulaktan kulağa intikal etmiştir. Zaman içerisinde farklı mevlîdler bestelenmişse de bunlar çok fazla kalıcı olmamıştır. Süleyman Çelebi’nin Mevlîd’i 1409’da yazdığı mâlumdur. Edebî olarak da “Fâilâtün Fâilâtün Fâilün” vezin kalıbı ile yazılmıştır. Bu yıllardan sonra eserin hangi tarihlerden itibaren yayıldığını bilmiyoruz. Ancak Sultan III. Murad Han (1574-1595) devrinde resmî olarak mevlîd kutlama geleneğinin başladığı, bu kutlamalar için merâsim tertip edildiği ve devlet erkânının bunlara ne şekilde iştirak ettiği kaynaklarda anlatılmaktadır.

Âmir Ateş, arkadaşı Aziz Bahriyeli ile birlikte beste calışması yaparken.

Daha öncede çok defa söylediğim gibi sanatçıların üretim süreçlerine ilgim çok fazla. Hep merak ederim neden, nasıl bu eseri böyle icra etmişler diye. Kitapta bestelerin hikayesini de görünce hepimizin bildiğini düşündüğüm “Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın” şarkısının da hikayesini paylaşmak istedim. Şöyle anlatıyor hikayeyi Âmir Ateş:  

Efendim, bir gün hocam Rebabi Sabahaddin Volkan Bey’in kızı bana bir güfte verdi. Sözleri şöyle:

‘Bir kızıl goncaya benzer dudağın

Açılan tek gülüsün sen bu bağın

Kurulur kalplere sevda otağın

Kim bilir hangi gönüldür durağın

Her gören göğsüme taksam seni der

Kimi ateş gibi yaktın beni der

Kimi billur bakışından söz eder

Kim bilir hangi gönüldür durağın.’

“O tarihlerde çok sevdiğim bir ailenin yanında, Kadıköy’de kalıyordum. Akşamları evime geldiğimde yemeğimi yer, kahvemi, çayımı, içer, namazımı kılar ve bitişikteki daireme geçerdim. Yine bir akşam yemek hazırlığı yapılırken, evin 7-8 yaşındaki oğlu Mehmet ile oyun oynuyordum. Işıklar söndü, Mehmet korkmasın diye kucağıma aldım ve pencerenin yanına götürdüm. Yoldan geçen arabaları, yolu göstererek oyalıyordum. ‘Mehmet bak’ falan derken hemen yan tarafta bir piyano vardı. Çocuk ağlamasın diye piyanonun başına gittim ve çalmaya başladım. Mehmet’in o hali zihnimde bu güfte ile özdeşleşti. Güfte aklımda tabi. Yani bu besteye Mehmet sebep oldu. Şarkıyı besteledikten kısa bir zaman sonra TRT ‘Son Yüzyılın Şarkısı’ diye plaket verdi. Şaşırdım ve kendi kendime gülmeye başladım.

Benim o kadar bestem, şarkım var ama bunun onlardan farkı ne ki? Sonradan öğrendim ki Konyalı Melek Hiç Hanımefendi bu sözleri Hz. Peygamber (SAV) için yazmış. Bestenin bu kadar çabuk sevilmesinin sırrı böylelikle ortaya çıktı. Konya’ya gittiğimde ziyaret etmek istedim Melek Hanım’ı, ne var ki vefat etmiş; kabrini aradık ama bulamadık maalesef. Rahmet olsun, Hz. Peygamber şefaatçisi olsun efendim.” Allah rahmet eylesin.

Böyle kıymetli, güzel insanların biyografilerini okumanın bizlere ilham ve motivasyon kaynağı olduğuna inanıyorum. Hiçbir başarının tesadüf olmadığını, çalışkanlığın, sabrın ve işini severek yapmanın ve her daim işini yaşar olmanın ehemmiyetini bir kere daha bize gösteren çok değerli, mütevazı bir sanatçının başarılarla dolu hayat öyküsünü okumak bana iyi geldi, dilerim sizlere de okuması keyifli gelmiştir. Âmir Ateş Bey’e de sağlıkla sürdüreceği uzun bir ömür diliyorum, bu güzel hayatın, çalışkanlığın ve örnek karakterin başta gençlere ve hepimize örnek olmasını temenni ederim.

Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez.Bunu bildirin

Comments are closed.