KURAN OKUMAK GÜNAH MI?
Kurban Allah’a teşekkür etmek, şükretmek ve varlığına inanışı göstermek amacıyla yapılan bir ibadet. Kurban Bayramı yoksulların da düşünüldüğü, birlik ve beraberliğin pekiştiği, aslında yardımlaşmanın öne çıktığı, daha doğrusu çıkması gerektiği dini günler. Ben bugün hem Kurban bayramınızı kutlayayım hem de bayramın içindeki “yardımlaşma” ruhundan yola çıkarak Kur’an’a dair bir okuma önerisiyle yardımlaşayım diyorum. “Okumak” deyince gençliğimde kitap okumaya yeltendiğimde şimdi çoğu yok ama bazı büyüklerimizin “aman sen okuma kendin sapıtırsın” dedikleri aklıma geldi. Allah onlara ve bize rahmet etsin. Kuran bir kitap olarak bize ulaştı, ama indirilişi yirmiüç yılda peyderpey yaşanılan olaylarla ilişkili, şimdiki tabiriyle “online ve realtime” oldu. Bu ise Kuran’ın sadece okunacak bir kitap değil, aynı zamanda bir yaşam şekli olup, derin bir öğrenme ve benimsemeyi gerektirdiğini gösteriyor.
Kuran bildiğimiz veya merak ettiğimiz, dünyanın yaratılışı, ilk insan, kıyamet gibi birçok konuyu inanış ve Allah’ın gücüne örnek olarak ele alıyor. Yoksa bir tarih, arkeoloji, hatta FKB (fizik, kimya, biyoloji) kitabı vb değil, ama Allah’ın sözü olduğu için yaklaşım ve manalarındaki gizli hakikatler geçmişte olduğu gibi, gelecekte de bizim bilimimiz arttıkça bize mucize beyanlarını gösterecektir.
Elli yıl önce okumuş olmam gereken bir kitabı şimdi bulunca sizinle paylaşmaya daha doğrusu yardımlaşmaya karar verdim, bari siz geç kalmayın diye…
İmanlı olanlarımızın kabulü ile yüce yaratıcıdan bize son peygamberi ile ulaşan en güncel mesajların toplamının olduğu kutsal kitabımız Kuran, aslında Hz. Muhammed ve arkadaşlarının yirmiüç yıllık yaşam tecrübeleri ile peyderpey indirilmiş ve yaşanmıştır.
Müminin, bu yeryüzündeki yorucu seyahatinde ruh yoldaşı Kurandır. Ruhunun derinliklerini aydınlatan nur, Kuran’dır. Ona telkinlerde bulunan öğretmen, Kuran’dır. Yol güzergahını gösteren kılavuz, Kuran’dır.
Kuranla birlikte hayat; Allah ile birlikte yaşamaktır. Kuran, Allah’ın indirilmiş kitabı ve insanoğluna yöneltilmiş hitabıdır. İnsanın ruhuna, kalbine, aklına ve nefsine seslenişidir. Kuran ile birlikte hayat, şanı yüce olan Allah ile sürekli bir konuşma ve irtibat kurmadır. Kuran; Allah’ı, isimleri, sıfatları ve fiilleri ile tavsif eder. Mucizevi kudretini, engin ve geniş rahmetini, yani isim ve sıfatlarının kapsamlı bilgisini belirterek insan neslinin kavrayabileceği bütün niteliklerle O’nu vasfeder.
Kuran’ı nasıl okuyalım? Onu sırf okumak için mi okuyalım? Onu, ahireti ummak, ölümü anmak, mahşer ve hesabı hatırlamak için mi okuyalım?
Kuran’ı, belagatine hayran olalım; üslubunun güzelliğiyle şenlenelim diye mi okuyalım? Yoksa araştırma ve incelemeler yapmak için mi? Veya ekonomik, sosyal, psikolojik ve ahlâki nazariyeler tesis etmek için mi okuyalım Kuran’ı?
Bu şıklardan istediğimizi tercih edebiliriz, farkı yoktur. Kuran okumamızın amacı, bunlardan hangisi olursa olsun, karşılığında mutlaka mükafat vardır, yeter ki Allah’a yönelelim ve yaptığımız şeylerin hepsinin gayesi Allah’ın hoşnutluğu olsun.
O halde Kuran okumanın, Kuran dinlemenin, Kuran’dan etkilenmenin ve huşu ile kendini ona vermenin yegâne amacı hidayete erişmektir. Allah’ın kitabında indirdiği hayat yolunu benimseyip ona uymaktır. Bir başka ifadeyle dinlenen ve okunan kitabın bir hayat görüşü haline dönüşmesidir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Kuran, önce fıtratın ısrarlı sorularını cevaplandırır. İster mümin (inanan) ister kafir (inanmayan) olsun; ister doğru yolda yürüsün ister yolunu yitirsin, insan oldukları için her insanın karşı karşıya olduğu ve cevaplandırmak üzere şuurlu veya şuursuz olarak düşündüğü, kaçınılması mümkün olmayan soruların cevabını verir.
Bu kâinatı yaratan kimdir? Bu kâinatı yöneten ve olayları idare eden kimdir?
Biz nereden geldik? Öldükten sonra nereye gideceğiz? Hangi gaye için yaşıyoruz?
Allah (CC), tüm bu soruların yaşamın esasını oluşturduğunu, bütün sapıklıkların bunların yanlış cevaplandırılmasından kaynaklandığını ve en büyük hidayetin de yine bu sorulara verilen sağlam doğru cevaplardan oluştuğunu bildirir. Bu nedenle görüyoruz ki uluhiyet (ilahlık) problemi, Kuran’ın ana mihverini teşkil etmekte ve en çok konuşulan konuyu meydana getirmektedir. Kuran, bu probleme olağanüstü önem vermekle beraber öteki soruları cevaplandırmayı da ihmal etmez:
Kuran, uluhiyet meselesini detaylı olarak açıkladıktan sonra insan probleminden de geniş bir şekilde bahseder. Şöyle genelleyebiliriz: Belli başlı mesele, uluhiyet meselesi ile ubudiyet (kulluk) meselesidir. Bu iki probleme insan, kâinat ve hayat ortaklaşa katılır. Çünkü “Göklerde ve yerde bulunanlar hep O’na aittir, hepsi O’na boyun eğmiştir” (er-Rûm, 30/26).
Bu meseleler içerisinde en büyük ve en önemli rolü insan oynar, Çünkü bütün yaratıkların taşımaktan ve yüklenmekten kaçıp durdukları “emaneti” omuzlayan biricik varlık odur.
Kuran’ın en önemli konusu akidedir (inançtır). Biz burada tekrar edecek değiliz. Ne var ki “Kuran’ı nasıl okuyalım?” sorusuna cevap vermeye çalıştığımız için elbette bu gerçeğin şuurumuza ve duygularımıza eşlik etmesi gerekir. Kuran, akide meselesine “Allah’tan başka ilâh bulunmadığını” kabul etmeyen putperest Araplarla mücadele ettiği için bu derece özen göstermiş değildir. Odak noktasını akide oluşturduğu için bu meseleye böylesine ihtimam göstermiştir.
Kuran, akide (inanç) meselesine çok önem verir. Çünkü insan bakımından akide, bir yaşam meselesidir. Çünkü beşeriyetin, tarih içerisindeki bütün sapıklıkları akide konusundaki çeşitli saplantılarından kaynaklanmıştır. Yalnız Hz. Muhammed’in (s.a.) peygamber olarak gönderilişinden önceki Arap Yarımadası’nda yaşayanlar değil, bugün de yarın da insanoğlu akideyi kavrama, değerlendirme ve yaşama konusunda her zaman için sapkınlığa müsaittir. Akide konusundaki sapmalara paralel olarak insanın hayatında da sapıklıklar başlar.
Uluhiyet davası; geçmişte cereyan eden bir dava değil, bugünün ve yarının da davasıdır. Bu bizim davamızdır ve burada hitap bizzat kendimizedir. Eskiden yaşamış bir kavme değildir. Şu anda bizim dışımızdaki bir topluluğa yöneltilmiş de değildir. Aksine bize ve toplumumuzun her ferdine yöneltilmiştir. Çünkü her birimiz, unutmaya müsaitiz ve idrakımızın her an sarsıntı geçirmesi mümkündür. Bir yandan hayatın baskısı öte yandan İslam’a karşı dünyanın her yerinde hazırlanan düşmanlıklarla yüz yüze gelen insanımızın, akide gerçeğini kavrayış ve değerlendirişte şaşkınlığa düşmesi olağandır. Eğer gönlünde ve fikrinde ona Kuran eşlik etmezse ve içinde bulunduğu durumda Kuran’ı başvurulacak yegâne kaynak olarak değerlendirmezse her zaman için şaşırması mümkündür. Ayrıca şu gerçeğin de şuurumuza eşlik etmesi gerekir: Bizler; evet, kendine bu asırda “Müslüman” diyen bizler; uluhiyet davasında, insanlar arasında Kuran’ı anlayıp düşünmeye ve onun eşliğine en çok muhtaç olanlarız. Çünkü Kuran’ı algılayışımız artık zayıflamış ve O, dille söylenen bir söz halini almıştır. Kalbimiz yani anlayış ve duygularımız O’nun gerçeklerinden gaflete düşmüştür. Bunların başında Allah’ın buyruklarını uygulama gereği gelir.
İşte böylece onlara Rablerinin tanıtılması ve akide konusu, Kuran’ın Müslümanları eğitmek için başvurduğu ilk terbiye vasıtası idi. Sonra Kuran, Müslümanları aynı zamanda korkutma ve teşvik ile terbiye etti. Allah’ın sevabı, cenneti ve hoşnutluğu konusundaki özendirmenin arkasında onların cimrilikten kurtulmalarını, Allah yolunda infak etmelerini (Allah’ın hoşnutluğunu elde etme amacıyla kişinin kendi servetinden yardımda bulunması), kendi özel durumlarına rağmen mümin kardeşlerini kendilerine tercih etmelerini sağlayarak yetiştirdi. Ölümün bir gaye ve sonraki hayatın bilinmez olmaktan kurtarılarak arzulanan bir olağanlıkla karşılanmasını sağladı. Böylece onlar tarihin kaydettiği en büyük kahramanlıklarını Allah yolunda çaba gösterirken yaşadılar. Kuran, onları yeryüzüne sıkıca yapışmanın rahat ve huzurundan, dünya menfaatlerine bağlılığın sağladığı teslimiyetten uzaklaştırarak terbiye etti. Allah Resulü (s.a.) ile Allah yolunda çabayı (cihadı), onlar için en sevimli şey haline getirip bu duygulara öncelik kazandırdı.
Allah’ın azap ve gazabından korkutma telkinleri ile Müslümanları şehvetlerinin baskısından kurtarıp, arzularının dizginlerini ellerine vermek suretiyle terbiye etti. Mali şehvetten (cazibeden), cinsi şehvetten, başkalarına üstün gelme şehvetinden, yaralama, dövme ve aşağılama şehvetinden veya bizzat hayatın şehvetinden (cazibesinden) kurtararak terbiye etti. Kuran, aynı şekilde onları olayların içinde yaşarlarken terbiye etti. Zaten Kuran’ın indirilişi de yaşanılan çeşitli olaylar vesilesi ile olmuştur ve bugünkü modern insanın tahsil süresine eşdeğer olmuştur.
Âl-i İmrân Suresi’nin Uhud savaşı ile ilgili olarak inen âyetlerinde (3/139-140) müminlerin üzülmemelerini ve gevşememelerini, mümin (inançlı) oldukları sürece tüm diğerlerine göre “en üstün” olduklarını, savaşta yaralanmış olsalar bile gevşeklik göstermemelerini belirterek terbiye etti. Yine onlara eğer ölüm kendileri için mukadder ise mutlaka öldürüleceklerini (öleceklerini), savaş meydanına gitmenin kişiyi ölüme götürmediğini, Allah’ın kaderinin belli olduğunu söyleyerek terbiye etti. (3/145, 154)
Resulullah’a (s.a.) isyan konusunda kendilerini şiddetle kınayarak uyardı. Sonra da lidere itaatin gereğini belirterek terbiye etti. Ve Peygamberimiz bu itaati “beni kendi özünüzden daha çok sevmedikçe gerçekten iman etmiş sayılmazsınız” diyerek bir sevgi haresi ile çerçeveledi. İmani duyguların ve düşüncelerin muhakkak realiteler dünyasında mevcut olan bir davranış biçimine dönüşmesi gerektiğini, Allah’ın ancak böyle davranışları kabul ederek kendilerini buna göre sevap (ödül) kazanacağını söyleyerek terbiye etti.
Nur Suresi’nde; “İfk (iftira) Olayı” dolayısıyla apaçık belgeler olmadıkça kimseye leke sürmemelerini söyleyerek terbiye etti. Kadınlarını açık saçıklıktan, gözlerini haramdan korumalarını, evlerine girdikleri zaman kendi kendilerine selam vermelerini ve başkalarının evine izinsiz girmemelerini belirterek terbiye etti.
Doğrusu biz Allah’ın, “Muhakkak ki Allah; Rezzaktır, güç sahibidir” diye okurken hemen “bunda şüphe mi var” der, “Allah’tan başka rızık (imkanlar) veren var mı ki” diye söyleniriz. Biz bunu huzur, emniyet ve güvenli rızık konusunda rahatlıkla söyleriz, ama rızkımızın kesileceğini hissettiğimiz veya ileride biraz sıkılacağımızı anladığımız zaman hemen bu inancımız sarsılır ve yıkılmaya başlar. İşte o zaman unuturuz her şeyi, zannederiz ki insanlardan birinin elindedir rızkımız. Halbuki hayır da şer de O’ndandır. Fakat unutur, saygınlığımızı yitirir, falancaya rızkımızı kesmemesi için yalvarmaya başlarız. Sonra kendi kendimize sebeplere sarıldığımızı zannederiz.
Çünkü biz, Kuran’ın bu hükmü doğrultusunda terbiye edilmemişizdir. Biz bu hükmü yalnızca okumuşuzdur. Sadece zihnimizde yer etmiştir. Bunun, insanın bir anda kolaylıkla kavrayacağı bir şey olduğunu; daha çok bilgi ve sürekli tekrar gerektirmediğini zannetmişizdir. Hayır, kesinlikle değil. Bu bir terbiye meselesidir ve yaşanarak elde edilir.
Biz Kuran’ın ayetlerini okurken ashab-ı güzinden (peygamberimizin seçkin arkadaşlarından) ilk neslin, o ayetlerle terbiye edildiği gibi terbiye edilmeye muhtacız. Ancak o zaman bu ayetler zihni bir gerçek olmaktan çıkar, akide haline dönüşür. Kalbimizde yer eden sağlam bir şey olur. Pratik hayatımızda itici bir güç haline gelir. Mükemmel bir düşünce ve bu düşünceden kaynaklanan bir davranış şeklini alır. İşte İslam’da akide, insanın hayatında böylece yer eder.
Akide, saf bir fikirden ibaret değildir. Vicdanlarda yer eden gizli bir duygu da değildir. Akide, bir hayat sistemidir, yaşam biçimidir. Bu kelimenin ifade ettiği ve taşıdığı pratik, ciddi, bilinçli ve fikri davranış gibi bütün manaları ile birlikte akide, bir hayat sistemidir.
Kuran-ı Kerim’in akide gerçeklerini, ruhların düzeltilip terbiye edilmesi konusunda en iyi biçimde kullandığı yerlerden biri de kıyamet sahneleri ve ahiret gününden söz eden bölümleridir. Biz daha önce dedik ki ahirete iman konusu, Kuran’ın çeşitli yerlerinde doğrudan doğruya Allah’a iman konusuyla bağlantılı ve onun devamı şeklinde yer alır. Kuran’ın akide konusunu sergileyişinin ardından terbiye prensiplerinden söz ederken bir kere daha deriz ki Kuran; akide meselesini yani uluhiyet davasını ruhların terbiye edilip düzeltilmesinde nasıl bir araç olarak kullanıyorsa ahiret mevzusunu da aynı şekilde ve aynı hedefe yönelik olarak kullanmaktadır. Şimdi meseleyi, bize gerekli olan yönüyle ve Kuran’da okuduğumuz ahiret konularını düşünürken biraz daha aydınlatmamızda yarar var. Kuran-ı Kerim’in kıyamet sahnelerini sunuşu, ruhlara en çok tesir eden bölümlerden biridir. Çünkü bu sunuşlarda olağanüstü bir canlılık ve dinamizm vardır. Kuran, bu sahneleri canlandırarak insanın bilfiil yaşadığı bir tablo halinde his dünyasına aktaracak biçime dönüştürmektedir. Bu tabloların içerisinde günlük hayatın pratiklerini bulmaktayız. Dünya tümüyle gelip geçmiş bir mekan manzarası kazanmakta; geçmiş ve bitmiş, artık var olmayan bir şey haline gelmektedir. Hisleri gelişmiş insanlar bir yana normal duyu sahiplerinin bile vicdanen bu tabloların etkisinde kalmadan veya müteessir olmadan okuyup geçmesi imkansızdır.
Söz gelimi, küfürden söz eden ayet münasebetiyle azap tabloları sergilendiğinde burada kastedilen anlam açıktır. Ama şu ayetlerde olduğu gibi dolaylı bir işaretle gelirse: “Kim dünya nimetini isterse bilsin ki, dünyanın ve ahiretin nimeti Allah’ın yanındadır. Allah, Semi ve Basir (Duyan ve Gören) olandır. Ey iman edenler; kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa Allah için şahid olarak adaleti gözetin. İster fakir ister zengin olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır” (en-Nisâ, 4/134-135). Burada kastedilen terbiyevi mana, adaleti uygulamaktan kaçındıkları, dünya nimetlerinin peşinden koşarak Allah için dürüst şahitlikten çekindikleridir.
Bizim vereceğimiz fiili karşılık, farazî olarak “ne mutlu onlara” demekten öteye geçmez. Sonra eski durumumuza aynen devam eder ve kendimizi infak ve harcamaya yöneltmeyiz. Sanki bu ayette söz konusu edilenler, bizim dışımızda kalan bir topluluktur ve sırf hayretimizi uyandırsın diye örnek olarak verilmiştir. Halbuki bu ayette kastedilen terbiye dersi, kendi nefsimizle derhal bir hesaplaşmaya girmemizdir. Bu hesaplaşma, yorucu ve uzun süreli olabilir. Ama biz, bu emri yerine getirmezsek ve sadece temenni ile yetinirsek buradaki terbiye dersi duyularımızdan uzak kalır ve Kuran’ın ayetlerini (işaretlerini) açık bir kalple okumamış oluruz. Böylesi sadece ayete bakıştan öteye geçemez. Keza biz, Allah’ın ayetlerini okuduğumuz zaman almamız gereken terbiye dersi, hemen (kolları?) sıvamak; vakti geldiği zaman iman borcunu ödemek üzere kendimizi hazırlamaktır.
Allah’ın “işte onlar temelli kalacakları Firdevs cennetine varis olan mirasçılardır” (el-Mü’minûn, 23/11) ayetinden almamız gereken ders şudur: Pratik davranışlarımızı mutlaka ayette nitelendirilen davranışlar şekline döndürmeliyiz. Bu çizgiden uzak bulduğumuz hareketlerimizi düzeltmeye çalışmalıyız.
Kuran-ı Kerim bize, “Kim dünya hayatı ve onun ziynetini istiyorsa orada onlara işlerinin karşılığını eksiksiz veririz, orada onlar hiçbir zarara uğratılmazlar. Onlar ahirette paylarına ateşten başka bir şey düşmeyen kimselerdir. Dünyada ürettikleri boşa gitmiştir, yapıp ettikleri de geçersizdir” (Hûd, 11/15) buyuruyor.
“Bu, Allah’ın daha önce gelip geçenler hakkında koyduğu kanundur; Allah’ın kanununda asla bir değişme bulamayacaksın” (el-İsrâ, 17/77).
“Allah’a ibadet edin ve O Allah’na hiçbir şeyi şirk koşmayın” (en-Nisâ, 4/36).
İbrahim peygamberin kıssasında geçtiği üzere Allah’ın kanunu, ahde kan yoluyla varis olunamayacağıdır. Bu ahde, ancak akide yoluyla erişilebilir. Yani bilfiil hayatın realitesi içerisinde yaşamaya devam etmekle varis olunabilir. Bir toplum, o yoldan sapar ve zulmederse sadece mümin insanların soyundan geldikleri için Allah onları koruyup gözetmez. Aksine o neslin, her ferdi ancak bizzat mümin olur ve bilfiil imanını yaşarsa bu ilahi vaade erişebilir. Doğrusu inanan bir topluluğun soyundan gelmiş olsalar da zalimler Allah’ın ahdine asla erişemezler.
Mesela bugün Avrupa’nın durumu işte budur. Allah, onlara dünya hayatında çalışmalarının karşılığını vermiş, hiçbir şeylerini eksik bırakmamıştır. Kendilerine her türlü imkanı vermiştir. Kuvvet, servet, yeryüzünde üstünlük ve hâkimiyet … Allah’ın bu kanunu ayetin içinde mevcuttur: “Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler” (el-En‘âm, 6/44).
Bu kanun, Allah’ın küfreden (nankörlük eden) insanlara ihtarıdır. Bugün beşeriyet, tarihin hiçbir devrinde görülmemiş bir küfür bataklığına düşmüş ve yine tarihin hiçbir döneminde meydana gelmeyen küfür şımarıklığı içerisine girmiştir. Bunun için de Allah, insanlar arasında kendi kanun ve tehdidini uygulamış; insanları bölük bölük ayırmış ve birinin acısını ötekine de tattırmıştır. Sonra da yarattıkları içinde en bozguncu olan bir milleti seçerek beşeriyete içine düştüğü küfür şımarıklığının cezasını tattırmak istemiştir.
KUR’AN MEKKÎ VE MEDENÎ
Kur’an’ın Mekke döneminde nazil olan ayetlerinin iman ve teslimiyete dair mesajları, çok yalın, keskin, çarpıcı, etkileyici ve ikna edici tarzda gelmiştir. Mekke’de inen ayetlerin çoğu iman konusunda kısa ve şok tesirinde nazil olmuştur. İnsanın anlayış kısalığı ile ters orantılı şok ayetler karşısında âdeta sarsılmakta, ilâhi hakikatler karşısında daha öncesinde sahip olduğu bütün ezberleri bozulmakta ve buna muhatap olan insan kendisini helakten (yok olmaktan) kurtaracak bir çıkış yolu aramaya başlamaktadır.
Medine döneminde nazil olan ayetler ise Müslümanları hicretle kavuştukları özgür, yerleşik düzene göre nispeten rahatlatmış ama bir o kadar da mesuliyet aşılayıcı şekildedirler.
“Ey İman Edenler! Sizi elim bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah’a ve Resulü’ne inanırsınız, mallarınızla ve canlarınızla (kendiniz şahsen) Allah yolunda hizmet edersiniz; bir bilseniz böyle hareket etmek, sizin için ne kadar da hayırlıdır!” (es-Saf, 61/10-11).
MEKKE VE MEDÎNE DÖNEMLERİNDE KUR’AN
Kuran-ı Kerim, onların önceki itikadi bilgilerini gerçek bilgi saymamış ve bu önceki bilgilere yenilerini eklememiştir. Aksine bütün eski bilgileri silmiş, bunları “bilgisizlik” ve “cehalet” olarak değerlendirmiştir. Araplara da “bilmezler” nazarıyla bakarak yeniden işe başlamıştır. Çok daha garibi sıfırdan işe başlarken doğrudan doğruya kendilerinin sahip oldukları bilgileri ve açıklamaları tashih etmiştir.
Arapların Allah hakkındaki malumatını araştıracak olursak görürüz ki Kuran-ı Kerim, bütün bu bilgilerle içli dışlı olmuş ve bunları onların aleyhinde bir unsur olarak kaydetmiştir. Fakat bilgi olarak değerlendirmek için değil; onlara dayanarak bilgilerini artırmak için de değil; katiyen… Aksine hepsini silmek ve yeniden işe başlamak içindir. Kuran’ın buradaki metodu, kendisine has dinamik ve inancı yaşanan davranış hâline dönüştürecek bir metottur.
Biz, Mekke’de inen surelerin (özel adlandırılmış bölümlerinin) belli başlı ve biricik konusunun akide konusu olduğunu söylemiştik. Akideye açılan en büyük kapı, bilgiyi canlı ve dinamik bir davranış haline dönüştüren Kuran’ın metoduyla Allah’ı bilmektir.
Birinci geçiş, değişik tanrılardan “La İlâhe İllallah” akidesine doğru inanç geçişiydi. İkinci geçiş ise ezilme ve sürülme, imtihan ve deneme döneminden sonra yeryüzünde yerleşme, hilafet görevini yerine getirme (Allah’ın insanlara son peygamberi vasıtasıyla yaşatarak deneyimleterek öğrettiği yaşam biçimini dünyada sürdürmek) geçişiydi.
Medine’de inen sureler de akideden bahseder. Ancak bu surelerde akide konusu, Mekke’de inen surelerde olduğu gibi geniş bir alanı kaplamaz. Çünkü Mekki surelerde akide, bir inanç sistemi kurmak amacına yönelikti. Medeni surelerde ise hatırlatma amacı güdülmüştür. Mekke döneminde inanç eğitimi bilfiil akidenin kurulmasıyla tamamlanmıştı. Medine devrinde ise artık bir Müslüman toplum ve devlet kurulmaktaydı. Bu devlet ve toplumun düzenleyici hükümlere ihtiyacı vardı. Öncelikle düşmandan korunmak için cihad, sonra da İslam’ın yeryüzüne yayılması için mücadele gerekliydi. İşte bu sebeple her iki konu Medeni surelerde geniş bir yer kaplar. Düzenlemeler ve hükümler… Ve Allah yolunda cihad (savaş veya insanın özüyle mücadelesi)…
Ayrıca burada dikkatleri çeken başka bir önemli husus daha vardır. Medeni surelerde büyük bir alanı kaplayan meseleler, yani prensip ve düzenlemeler ve Allah yolunda cihad konusu, başlı başına mevcut iki ayrı bölüm gibi ele alınmamaktadır. Aksine, akideyle yan yana olan ve ondan kaynaklanan bir bahis gibi değerlendirilmektedir. Konunun en önemli yönü burasıdır. Çünkü bu dinde başlı başına ve bağımsız bir inanç, yargı gücü ve ayrı bir düzenleme yoktur. Bağımsız ibadet ve işlemler yoktur. Aksine hepsi bir bütündür.
İslam’da ekonomik, sosyal, terbiyevi ve ahlaki birçok sistemler vardır. Ancak bu sistemlerden herhangi birini akideden ayrı olarak değerlendirmek, İslam’ın ruhunu yok eder.
İslam’da bütün ilkeler, akide üzerine inşa edilmiştir.
İşte akideye dayanan ve akideden kaynaklanan düzenlemelerle kanun gücüne dayanan ve yönetmeliklerle korunan nizamlar arasındaki karakteristik fark budur!
Özetlersek, deriz ki: İslam’da bütün düzenlemeler akideden kaynaklanır.
Bilakis onlar dediler ki;
“Mühim olan akide değil, sistemdir.” Başbaşa kaldıklarında ise ideolojileri için, “demokrasi yalnız bir sistem değil, aynı zamanda bir inançtır, komünizm tek başına bir sistem olmaktan çok bir inançtır”.
Sonra da “İslam’ın düzenlemeleri XX. yüzyılda uygulamaya elverişli değildir” dediler.
Öyleyse bizim için gerekli olan, yalnız ve yalnız kendi öz değerleriyle dinimizi öğrenmektir. Ve İslam’ın gerçeklerini bu dinin düşmanlarından öğrenmemektir.
Medine’de inen surelerde akide ile hüküm arasında mükemmel bir bağlantı kurulduğunu görüyoruz. İşaret ve uyarıların ötesinde bu husus doğrudan dikkatleri çekmektedir.
Bütün bu ayetlerin anlamı odur ki, imanın gerçek göstergesi, Allah’ın buyruğuna ve hükümlerine teslim olmaktır.
Ayetin akışı öyle bir duygu ilham etmektedir ki, okuyanlar İslam’ın hükümlerinin bu dinin kendisi olduğunu, bunun bir nimet olduğunu ve bütün bu nimetlerin de İslam’dan ibaret olduğunu anlamaktadırlar.
İnsan, ayetin devamını düşünmeden bunları okuyup geçemez. Görülüyor ki boşanma ile ilgili hükümleri belirleyen ayetlerin arasında namazdan bahsedilmektedir. Hâlbuki bu meselenin tamamlanması için sadece üç ayet kalmıştır ve on beş hükümlük boşanma prensipleri böylece son bulacaktır. Ancak bakıyoruz ki boşanma ilkelerinin bitmesi beklenmeden araya namazla ilgili iki ayet yerleştirilmiştir. Şüphesiz bunun bir amacı vardır ve bu amaç, bu dinin şeriatla ibadet arasında bir ayırım yapmadığını açıkça göstermektedir. Çünkü her ikisi de dinin nazarında birdir ve aralarında fark yoktur.
“Yoksa siz, kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mi ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası, ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahirette ise azabın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir” (el-Bakara, 2/85).
Müminlere gelince… Onlar kesin olarak şu ilkeye inanıyorlardı: “La İlâhe illallah” diyerek şehadet getirmek, Allah’ın indirdiğine tâbi olmaktır ve Allah’ın buyruklarıyla hükmetmek için verilmiş bir sözdür. Bu yapılmadığı takdirde kişinin münafık sayılacağını ve Müslümanlık diye bir şey kalmayacağını kabul ediyorlardı.
Muhammed Kutub’un Kur’an’ı Nasıl Okuyalım? isimli kitabını (*) size kısaca özetlemeye çalıştım. Gayem yüce yaratıcının, Rabbimizin (terbiyeci) bize hitabını kendi başınıza da okuyup anlamanız ve tabii ki işin uzmanlarını da takip ederek, sorarak yönünüzü hep doğruda tutmanızdır.
(*) Kutub, M.(2021) Kur’an’ı Nasıl Okuyalım? Risale Yayınları. (“Dirasat Kur’aniyye” kitabından “Keyfe Nekrau’l Kur’an?” bölümü.