İsrafil Kışla Kimdir?
Bugün sizi halen Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı ve İlim Yayma Cemiyeti Genel Başkan Yardımcılığı görevlerini yürüten İSRAFİL KIŞLA ile tanıştıracağım. 1959 yılında Artvin’in Şavşat ilçesinin Meydancık köyünde doğan İsrafil Kışla, ilk ve orta tahsilini doğduğu köyde tamamlamış. Trabzon İmam Hatip Lisesinden mezun olarak 1978 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne girmiş. Enstitünün fakülteye dönüşmesiyle Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun olan Kışla, yüksek lisans ve doktorasını ise İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Çalışma Ekonomisi Bölümünde yapmış. Lise yıllarından itibaren sivil toplum faaliyetlerinde yer alan Kışla, 1980 yılında bünyesine dahil olduğu İlim Yayma Cemiyetinde, 1988- 2010 yılları arasında genel müdürlük vazifesini yürüttü. Aynı zamanda birçok vakıf ve derneğin kuruluş ve yönetimine katkı yaptı. 2011- 2018 yılları arasında Adalet ve Kalkınma Partisi Artvin milletvekili olarak Mecliste yer aldı.
Onu daha iyi tanımanız için İlimler ve Sanat Merkezi’nin İSM Bülteni’nde kısa bir süre önce yayınlanan röportajından alıntılar yapıp sözü ona bırakacağım ve böylece onu niye sizinle tanıştırmak istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Röportajda soruları Mahmut Salih Eser ve Ali Osman Çakmak sormuşlar. Ben soruların ve cevapların bazı bölümlerini kısalttım. İsteyen gidip Bülten’in 2022/7’inci sayısında tamamını okuyabilir.
Nasıl başladı yolculuğunuz? Sivil faaliyetlerle ilk ne zaman ve nasıl alâkadar oldunuz?
1971 muhtırasından sonra İmam Hatiplerin orta kısımları kapatıldığı için biz orta kısımlarına girememiştik. Bu yüzden İmam-Hatip ile tanışmamız 1974 yılında Trabzon İmam-Hatip Lisesinde lise eğitimine başlamamızla gerçekleşti. Yine bu esnada, talebe derneklerinin mevcudiyeti bizim için güzel bir fırsat oldu. 1980 öncesi dönemde Milli Türk Talebe Birliği, Akıncılar Derneği, Mefküreci Öğretmenler Derneği gibi talebe ve hoca dernekleri, birçok sosyal ve kültürel faaliyete ev sahipliği yapan ve haliyle bizi de okul dışı zamanlarda celbeden ve cezbeden güzel mekânlardı. Hakikaten talebeliğin yanında hizmet etmenin zevkini o mekânlarda tattık. Hafta sonlarında, ders dışındaki zamanlarda hem Mefküreci Öğretmenler Derneğinde hem de Milli Türk Talebe Birliğinde ortaöğretim komitesinde görev yaparak en azından kendimize sivil hayatta bir yer edinmiş olduk. Lise sonrasında 1978 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne geldiğimizde ise YİE Talebe Federasyonu, YİE Talebe Derneği gibi pek çok öğrenci derneğinin, hemen hepsi öğrencilerden oluşan sivil kuruluşların bünyesinde bulunduk.
Biraz daha açacak olursak, tecrübeleriniz doğrultusunda gençlerin hem karar hem de icrada daha aktif katkı sunabileceklerine mi işaret ediyorsunuz?
Bence talebeye güvenmek lazım. Gençler projelerin hem fikir safhasında hem de yürütme safhasında yer alırlarsa yani bir başkasının tasarladığı bir projede figüran olarak bulunmak yerine kendileri bizzat katkıda bulunurlarsa o işte bulunmaktan zevk duyarlar, keyif alırlar, kendi enerjileriyle daha iyi hizmet ederler. Öğrencilere güvenilir mi, ya yanlış yaparlarsa, yapsınlar, yanlış yapsa bile bir kere duvara toslar, tekrar düzeltir veya böylelikle ekip içerisinden yanlış yapanlar ayıklanmış olur. Büyük dernekler, talebe dernekleri, bunlar yoksa en azından kulüp faaliyetleri bu işlevi görebilir.
Hocam, İlim Yayma Cemiyeti ile tanışmanız da Yüksek İslam Enstitüsü yıllarında gerçekleşiyor. Nasıl bir vesile oldu, süreç nasıl ilerledi?
İstanbul’da eğitim kolay değildi, maddi imkânsızlıklar da vardı. Enstitüde hem gündüz hem de gece eğitimi bulunmaktaydı. Gece eğitim görürken gündüz de çalışma durumu söz konuydu. Bilhassa talebeliğin ikinci yılında, 1980’de evlenince işe girme ihtiyacı hasıl oldu. O vakitlerde İlim Yayma Cemiyetinin bir muhasebe yardımcısı aradığı bilgisi bana ulaştı. Herkes tarafından hürmet gören, talebeye sahip çıkması sebebiyle “Nedim Baba” diye anılan Nedim Urhan hocamız o dönemde İlim Yayma Cemiyetinin yönetim kurulundaydı. Öte yandan hocamızla, kıymetli büyüğümüzle aynı köydeniz, hemşehriyiz. Allah kendisinden razı olsun. Demek ki tavassut eyledi, bizim böyle bir talebimiz olduğunu Cemiyete iletti ve nihayetinde 20 Nisan 1980’de muhasebe yardımcısı olarak asgari ücretle işe başladık ve böylelikle İlim Yayma ile tanışmış olduk. Cemiyette 1980’den bugüne, 42 yıldır pek çok görev verildi, muhasebe müdürlüğü, mali işler müdürlüğü derken uzun süre genel müdürlük yaptık, yurt müdürlüklerine vekalet ettik. Yine bu süre zarfında diğer pek çok sivil kuruluşa da katkı sunmak nasip oldu. Halen de Genel Başkan Yardımcısı olarak İlim Yayma Cemiyetinde ve farklı görevlerle pek çok sivil kuruluşta hizmete devam ediyoruz.
Hocam, liseyle birlikte kırk beş yılı aşan bu birikiminiz, bütün bu kıymetli tecrübeleriniz ışığında İlim Yayma Cemiyetini nasıl tanımlarsınız? Cemiyetin alamet-i farika mesabesindeki esaslarından, ana ilkelerinden biraz söz eder misiniz?
İlim Yayma Cemiyeti gerçekten çok büyük bir ihlasla ve samimiyetle kuruluyor. Kuruluş çalışmaları 1949’larda başlıyor ama Demokrat Partinin iktidara gelmesinden sonra ancak muvaffak olunuyor. 11 Ekim 1951 tarihinde, Sirkeci’deki Konya Lezzet Lokantasının sahibi Mustafa Doğan Bey’e ait hanın üst katında küçük bir ofiste İlim Yayma Cemiyeti kurulmuş oluyor. Tabii çok farklı meslek kesimlerinden 68 kurucu büyüğümüz var. O dönemde din adına kaygı duyan, meslek olarak, meşrep olarak çok farklı, çok seçkin, dönemin ileri gelenleri sayılan, tarikat mensubu olan veya olmayan muhterem zevat, başta Sultanhamam piyasasındaki iş adamları, paşalar, hukukçular bir araya geliyorlar, müzakereler ve istişarelerle İlim Yayma Cemiyetini faaliyete geçiriyorlar. Biz, kendilerini her vesile ile hayırla yad ediyoruz. Allah mekânlarını cennet etsin.
Tüzükteki “gaye” maddesine bakarsanız orada “milli, ahlâkî, dinî, manevî ve kültürel değerleri benimseyen, koruyan, geliştiren, vatanını ve milletini seven bir toplumun yetişmesine katkı sağlayacak eğitim ve kültür faaliyetlerinde bulunmak” diye zikredilir. Yani kurucularımız Cemiyetin vizyonunu büyük tutmuşlar ve sadece bir cami veya bir Kur’an kursu veya bir okul yapıp orada kalmak gibi lokal bir çalışma değil de çok daha uzun vadeli, yeni bir toplum inşa etme fikrini ve niyetini ortaya koymuşlar. Cemiyetimizin en temel özelliği, bütün toplumun ve ümmetin ortak bir kurumu olma vasfını hiç yitirmeden, bir üst kimlik haline gelmeden sebat edebilmiş olmasıdır. Bu çok önemlidir. “Bizim için Müslüman kimliğimiz bize yeter.” şuuru sayesinde İlim Yaymacılık diye bir şey türememiş. Hizmetlerde sadece Allah rızası gözetilmiş, “Bir öğrencinin yetişmesine katkı sunabilmiş isek vazifemizi yapmışızdır.” mantığı hep ön planda olmuş, “Sağ elin verdiğini sol el bilmesin.” hassasiyeti ile hareket edilmiş.
Sivil kuruluşların eğitim sahasında katkı vermesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Talim ve terbiye sahasında, bu milletin ilim ve irfanının yücelmesine katkıda bulunma yolunda sadece devlet değil, biz de varız diyerek yola çıkan sivil toplum kuruluşlarının bugün geldiği nokta tatmin edici mi? Sizce yolun neresindeyiz?
Elbette ki sivil toplum kuruluşları da millete hizmet etmenin bir aracıdır, en önemli yollarından bir tanesidir. Burada “güçlü devlet” hususuna temas etmek gerekir. Kanaatimce güçlü devlet olmak, bütün işlerini kendisi yapan bir devlet olmak değildir, aslında sivil toplumu güçlü olan devlet güçlüdür. Dolayısıyla devlet ne kadar güçlü olursa olsun, kendisinin de yapabileceği birtakım hususları sivil topluma bırakması, onlar için belli hizmet alanları açması en doğru olanıdır.
Bizim eğitim sahasında ortaya koyduğumuz faaliyetlere gelince bunlar zaten devletinkilere alternatif değil onları tamamlayıcı mahiyette olan, devletin idealleriyle ve hedefleriyle örtüşen faaliyetlerdir. Biz “Din eğitimini biz yapalım.” diye yola çıkmadık, “Din eğitimini devlet yapsın.” diyoruz zaten. Nerede yapsın devlet? Kur’an kursunda, okullarda, İmam-Hatip liselerinde, İlahiyat fakültelerinde. Bunlar nereye bağlıdır? Diyanet İşleri Başkanlığına, Milli Eğitim Bakanlığına, YÖK’e. Yani bunların hepsi devletin kursudur, okuludur, fakültesidir, resmi devlet kurumudur.
Hocam, eğitimde bilhassa da ilahiyat ve din eğitimi sahasında ihtisaslaşma hususuna çok önem verdiğinizi, uzun yıllardır buna yönelik ciddi emekler verdiğinizi, farklı kurumların açılmasına öncülük ettiğinizi biliyoruz. Üsküdar Zeynep Kamil semtinde 2002’de açılan Mahmut Bayram İlahiyat İhtisas Yükseköğretim Erkek Öğrenci Yurdu ve Atik Valide Medresesi’nde 2007’de kurulan İlimler ve Sanatlar Merkezi (İSM) bu gayretinizin en güzel nişanelerinden. İSM kurulurken bir anlamda fikir sahibi olarak ne düşünmüştünüz? Kuruluş safhasındaki hedefleriniz nelerdi, bunlara ulaşıldığını düşünüyor musunuz?
İSM gerçekten de İlim Yayma Cemiyetinde en üst düzeyde eğitim verilen yerlerden bir tanesi. Kanaatimce iyi bir kurumsal yapı oluştu ve çok güzel de hizmet veriyor.
İSM kurulurken en temel hedefimiz, bu takviye eğitimleri alan gençlerin iyi akademisyen olmalarıydı, hamdolsun bu hedef büyük oranda gerçekleşmiş, temel gaye açısından başarı sağlanmış görünüyor.
Öte yandan hedeflediğim iki husus daha vardı: Birisi Diyanet İşleri Başkanlığı ile yürütülebilecek bir çalışmaydı. Malumunuz, DİB yurt dışına din müşavirleri ve ataşeler gönderiyor. Bu gönderilen hocalar elbette seçilmiş isimler ama daha temelden hazırlık yapmış olsalar, gidecekleri ülkelerde konuşulan dilleri bilseler daha verimli hizmet edebilirler.. Bu hedefi henüz gerçekleştiremedik ama ben halen yapabiliriz diye düşünüyorum.
Bir diğer arzum ise İSM olarak İlahiyat fakülteleri ile protokol yapmak ve kuşatıcı mahiyette “saha buluşmaları / bilim dalı toplantıları” düzenlemekti. Bunu ve az evvel bahsettiğim din müşavirleri çalışmasını henüz pek başaramadık, sizler başarırsınız inşallah.
Sizce şuurlu ve sebatkâr bir nesil yetiştirmek için nelere dikkat etmemiz gerekiyor? Yani çarkların arasında dağılıp gitmemeleri, dejenere olmamaları için genç arkadaşlara hangi hasletleri kazandırmaya çalışmalıyız?
Bazı arkadaşlarımız hep olumsuzluklara takılırlar, cevap yetiştirmeye çalışırlar… Olumsuzlukların içerisinde debelenmek yerine fonksiyonel olmak, aksiyoner olmak, sorumluluk almak, hizmet etmek…Yani herkes kendisini şöyle bir tanıyacak: Ben inancıma göre mutlaka bir işe yaramalıyım, vazife görmeliyim. Şu halde ben kimim, hangi vasfa sahibim, nasıl bir katkı sunabilirim, elimden ne gelir? Herkesin yapacağı bir iş var; kimisi fikriyle, kimisi mesaisi ile, kimisi maddi imkânıyla. İşte bu şuur ile gönüllü hizmetler çoğaltılabilirse Allah’ın izniyle insanlara ulaşmak, onları kötülüklerin içerisinden çekip kurtarmak mümkün hale gelir. Gerçekten de gönüllülük birçok insanı mutlu kılar, iyilik yapılanı zaten sevindirir, iyilik yapana da başkasını mutlu etme hazzını tattırır. Sivil toplum kuruluşları olarak gençlere karşı en önemli vazifemiz onlara doğru rol model olabilmek, örnek şahsiyetlerle, müstesna isimlerle gençleri buluşturabilmektir. Bize düşen bütün gönüllü kuruluşlar ve sivil inisiyatifler olarak çocuklarımızın, gençlerimizin zevkle, gönüllü olarak, hiçbir baskı olmadan gelecekleri sosyal ortamlar oluşturabilmektir.
Ayrıca güzel ortamların getirdiği bir fırsat olarak talebenin talebeye rehberliği ve hizmeti de çok kıymetlidir…”Arkadaş arkadaşının dini üzeredir.” diyor Peygamber Efendimiz aleyhisselâm.
Geçmişle bugünü mukayese ederken ifade ettiğiniz bir tespitiniz var: “Profesyonellik arttıkça adanmışlık azalıyor”. Bu işi dengede götürmek mümkün müdür?
Gönüllülüğü yaygınlaştırmamız, geliştirmemiz lazım. Talebeye imkân sunarken bir yandan da onları gönüllülüğe alıştırmalıyız. Hizmet alırken hizmet etmenin tadını ve zevkini almaları, bir insana faydalı olmanın, birisinin gönlünü kazanmanın önemini kavramaları için ortam oluşturmalıyız.
Herkesin katılacağı bir iyilik hareketiyle, topyekûn sahiplenmeyle her şey bambaşka olur, huzur ve bereket gelir. Büyüğü küçüğü, yaşlısı genci, çoğu azı olmaz bu işin. Gönülden yapılan çok basit bir yardım gönülsüz çok büyük yardımlardan daha bereketlidir.
İlim Yayma Cemiyeti kurucularının hepsi büyük insanlar; paşalar, iş adamları, avukatlar… Hem maddi imkân açısından hem manevi açıdan çok değerli insanlar. Kapalıçarşı’da, Tahtakale’de, muayenehanede vs. iş ve meslek hayatlarında da fevkalade meşguller ama yine de sadece masa başı çalışmıyorlar, hepsinin belli bir mesaisi daha var, mesaileri toplantıdan toplantıya vakıfçılık değil. Mesela Sabri Ülker amcaların ve diğer büyüklerimizin yurt nöbetleri var, gece yatakhaneleri geziyorlar, üstü açık olanın üstünü örtüyorlar, yurtta eksik varsa hemen gidermeye bakıyorlar. Yoksa günümüzde bazılarının baktığı gibi oralardan rant ve itibar devşirmek, bir yerlere gelmek için basamak olarak kullanmak gibi bir bakışları yoktu, “Beni burada görsünler, bilsinler sonra başkan olayım, vekil veya belediye başkanı yapsınlar.” gibi dertleri olmadı.
Sanırım İsrafil Kışla’yı niye sizinle tanıştırmak istediğimi anladınız. İyi insan nasıl yetiştirilir, hangi felsefe ile yetiştirilir, yardım işleri nasıl gönülden yapılır, iyilik nasıl gönülden gönüle yaygınlaştırılır, İsrafil Bey bu konunun en canlı örneği,. Ben de ondan Allah razı olsun diyorum.