Biz mi kötüyüz, yoksa şartlar mı?
İçimizde hala iyi kalanlar var mı?
Son anda kurtulmak, yani hayatımızı güzel sonlandırmak elimizde mi?
Global bir köy haline gelen dünyada Kültür Emperyalizminden söz edilebilir mi?
Dünyada “çarklar” nasıl dönüyor?
diye sordum kendime Squid Game’i (Kalamar Oyunu) izledikten sonra, yazımın bir kısmı spoiler içerir. Ama bana sorarsanız, önce hepsini okuyun ve diziyi daha rahat ve düşünerek seyredin. Hala hatırımdadır, Matrix filmini o zaman adaşım olan CIOmuz ile izlemiştim ve ben çok keyif almıştım açıklamalarından, ama diğer izleyicileri bilemiyorum tabi. 🙂 Neyse karar sizin.
Kısa bir süre önce merak edip “Netflix’in tüm zamanların en çok izlenen dizisi” olarak” ünlenen Squid Game’i (Kalamar Oyunu) izledim. Dizinin yazarı ve yönetmeni 50 yaşındaki Hwang Dong Hyuk dizi fikrinin, küresel mali krizin ardından 2009 yılında kendi ailesinin maddi zorluklarından çıktığını söylüyor. Dizi Netflix projesi değil, Güney Kore’de TV kanallarından biri için yapılmış bir dizi… Annesi çalıştığı şirketten emekli olduğu için babaannesiyle birlikte yaşıyorlarmış, maddi olarak zorlanmışlar. Üzerinde çalıştığı bir film varmış ama finansman bulamamış. Bu yüzden de yaklaşık bir yıl çalışamamış. Kredi çekmek zorunda kalmış. Güney Kore dünyanın en borçlu insanlarından oluşuyor. 2019’da Oscar alan Güney Kore yapımı Parazit’in konusu da kapitalizm eleştirisi idi. Güney Kore bir fincan kahve için bile borç alabileceğiniz bir yer. Hane halkı borcu toplam milli gelirden daha fazla. Ama kötü yatırımlar, kötü alışkanlıklar, gereksiz harcama, şanssızlık insanları yüksek riskli kazanç yollarına itiyor. Umdukları olmayınca da borç batağında herşeyi yapma potansiyelleri oluyor. Kısa bir süre önce Türkiye’de de evini, arsasını satıp yüksek fiyattan dolar alıp, sonra varlık kaybına uğrayanlar olmadı mı? Hwang Dong Hyuk Güney Kore usulü yani asyavari kapitalizm eleştirisi yapmış anlayacağınız. Şimdi yazımda sizlerle kültür üretimi ve güdümünden bahsetmek istiyorum, bakalım ne kadar uyuşacağız.
Hollywood, Bollywood’a karşı, ama tabii bir de Yeşilçam vardı. İşin aslı aslında sadece Showbiz, ticaridir diyebilir miyiz? İlk bakışta evet, ama yıllar önce bizim deyimimizle Türki Cumhuriyetler, Turan Ülkesi’nde pıtrak gibi biterken Amerikan Fonlarının Batı tipi yaşam tarzı; AVM, residanz, ofis gökdelenlerinden oluşan imarın finansmanı için avantajlı mali imkanlar sunması dikkatimi çekmişti. Bu uzun vadeli mali avantajları sunarken mutlaka “yardımsever” bir gaye de edinmişlerdi. Müzik ve film endüstrisi de benzer davranıyor. Öncelikle işin cazibesi için senoryalarda tarihi gerçekleri bile altüst etmekten çekinmiyorlar. Coğrafi olarak bir sınıra (İran) kadar sarı, sonra ise siyah saçlı kadınlar başrolde, mesela Hollywood’a göre. uzaylılar kesin var, ama bu ileri toplum nedense iğrenç bir şekilde çirkin resmediliyor. Rönesans’ta bile melekler en güzel tasvir edilmişken … Aslında tüm film sanayi birara sadece Amerikan Rüyası’nı (tüketim toplumu, kişisel refah ve özgürlük) teşvik ediyordu. Kozmetik ve moda da bunu destekler. Bugün ise küremiz iletişim sayesinde artık bir global köy haline gelmiştir diyebiliyoruz.
Peki o zaman acaba kim hangi renklerin bu sene trend olacağını, hangi tarz modanın benimseneceğini, yerel imarda hangi tip mimarinin teşvik edileceğini,; mesela açık havuzlu siteler, edebiyatta roman ve hikaye konularını ve kahramanlarını tespit ediyor? Bir ortak insanlık bilinci mi var? Yok, asla komplo teorilerinden, Big Brother’dan söz etmiyorum. Zira bunlara önceden yazılıp çizilmedikçe, sanki hava tahmin raporu gibi çıkarımlara, ıslaksın çünkü yağmur yağdırdılar gibi, itibar etmem.
Önümüzde ev içi Showbiz Platformları (Netflix, Amazon vb), Metaverse, Gaming ve daha kimbilir neler var. Ama artık peşinden koşacağımız bir Amerikan Rüyası da yok. Dünyamız artık çok merkezli ve iletişimin yaygınlığı ve hızıyla devamlı savruluyoruz, yerel moda trendlerinin etkisiyle bile…
(Dikkat spoiler içerir)
İşte size Güney Kore’den bir örnek, Kapitalizm/Faiz Eleştirisi, hayata zorunlu olarak veda etmekte olan bir bankerin insanlara ayna tutarak, aslında onların gerçek yüzünün vahşiliğini göstererek vicdan yapması ama yine de kişinin içindeki salih duyguların galip gelmesi, hak edilmemiş kazançtan uzaklaşması ele alınmış Squid Game’de (Kalamar Oyunu).
Kalamar Oyununun baş kahramanı yeni boşanmış, annesiyle yaşayan kumar bağımlısı Gi Hun’un yüklü miktarda borcu var, zaman zaman yaşlı annesinden bile para çalmak zorunda kalıyor. Eski karısı da evlenmiş, Gi Hun’dan olan kızı ve eşiyle Amerika’ya taşınmak üzere. Annesi de ona “sen ne biçim babasın, çocuğuna sahip çıksana” diye baskı yapıyor. Mafyadan yediği ciddi bir dayak ertesinde metroda takım elbiseli bir adam ona bir oyun oynamayı teklif ediyor. Gi Hun kazanınca da vaad ettiği parayı veriyor. Ve de üzerinde üçgen, daire ve kare işaretleri olan bir kart veriyor, daha fazlasını oynamak için ara diye … Gi Hun bir süre sonra numarayı arayıp, söylenen yere gittiğinde bayıltılıp nerede olduğu bilinmeyen bir adaya götürülüyor. Koğuş gibi bir yerde, kendi gibi borca bulanmış, parasız pulsuz 455 kişiyle birlikte uyandıklarında, daha ne olduğunu anlamadan, çocukluklarında oynadıkları Yeşil Işık, Kırmızı Işık Oyunu oynayacakları, 5 seviye daha geçince de kazanacakları paranın artacağı söyleniyor. Oyunu oynamaya başlıyorlar. Dizinin en şaşırtıcı sahnesi kırmızı ışık yandığında hareket edip yanan oyuncunun makineli tüfekle vahşi bir şekilde elimine edilmesi. Böyle 254 oyuncu daha vurulup öldürüldüğünde olduğunuz yerde dehşet içinde doğrulup şöyle diyorsunuz:“Dizi şimdi başlıyor. Diğerleri nasıl ölecek acaba?”
Zaten bu merak duygusu ve herkesin içindeki vahşiliğe seslenen kanlı şiddet içeren basit çocuk oyunları en son seviye oyunu olan squid game’e (kalamar oyunu) kadar devam ediyor. Hem de yönetmenin bizi sanki bir vidyo oyunu izlermiş duygusuna kaptırdığı görsel tasarımlar eşliğinde. Daha sonra devreye hayatta kalma yarışını zevkü sefa içinde izleyen maskeli zenginler giriyor. Ve de kardeşinin peşine Cüneyt Arkınvari şekilde düşen bir polis memuru. Niye yalan söyleyeyim öykünün buraları hem basit hem demode. Ama Squid Game de aynı La Casa De Papel gibi dizi kimliği iyi oluşturulmuş bir görsel tasarım harikası olduğu için dizinin organ nakli gibi öyküye çok da hizmet etmeyen noktaları göze batmıyor.
Bu arada oyunda bir kural var, eğer oyuncuların çoğunluğu vazgeçmek isterse oyun fesh oluyor. İlk hata yapanın gerçekten öldüğü oyundan sonra haliyle oyunu feshetmek için oylama isteyenler oluyor. Sonucunda ölüm olan bir oyunda bile 100 kişi devam, 100 kişi fesh oyu veriyor. Aslında öykü çok basit. Ödül yaklaşık 40milyon Amerikan doları. 1 kişi kazanacak diğerleri ölecek. Neyseki dizide herkes aç gözlü değil. Ama tüm oyunu kurgulayan kişi insanlardan iyilik yapma adına umudunu kesmiş ve para için herşeyi yapabileceklerini düşünen bir bankacı. Aslında ona parasını emanet edenlerle, ondan borç alanların ne kadar vahşi ve aç gözlü olduklarını ortaya çıkarmaya çalışan birisi … son nefesini vermeden önce!
Film aslında bize eşitsizlikler üzerine kurgulanmış kocaman bir sosyal deney yaşatıyor. Yönetmen daha önce filme alınmış Ölüm Oyunu (Battle Royale) ya da Açlık Oyunları (Hunger Games) gibi çizgi romanlardan etkilendiğini de itiraf ediyor. İnsanlık deneyi şu soruları sormamızı istiyor sanki: 40milyon dolara ulaşmak için 454 kişinin öleceği senin sağ kalma ihtimalinin olduğu bir oyuna katılır mısın? Hangi şartlarda? Ya da böyle bir oyunu sadece insanların aslında kötü olduğunu göstermek için düzenler misin? Yine hangi şartlarda? Çok paran olup da canın sıkıldığı için böyle bir şey yapar mısın? Ya da böyle bir oyunu izleyip insanların ölümü üzerine bahis oynar mısın? Ya da böyle bir oyunu oynatabilmek için kardeşini bile öldürür müsün? Dizi, kapitalist sistem bizi önce eşitsiz kılıyor, sonra borçlandırıyor, biz de paraya taparak herşeyi yapar hale geliyoruz, diyor. Filmin konusu sistem değil de bence biziz. Bu kadar kötü olabilir miyiz? Eşit olmayan şartlarda hayat mücadelesi verdiğimiz doğrudur. Peki bu durum insan hayatını ucuzlatmak zorunda mı? 456 oyuncudan sadece biri dindar ve her oyunda kurtulduğu hamleden sonra dua ediyor, şükrediyor. Bir oyunun sonunda son hamleyi yapıp kurtulma ihtimali varken arkadaki aç gözlü, sabırsız oyuncu tarafından itilip öldürülüyor. Burada acaba yönetmen ne demek istiyor?
Evet bu dizi ciddi şiddet içeriyor. Kuşku yok ki yayılmasında, mutlaka izleyin, diyen ilk izleyenler kitlesi önemliydi. Netflix de online ve offline piar araçlarını kullanarak dizinin uzun süre gündemde kalmasını sağladı. Peki içinde bu kadar şiddet, kan, psikolojik gerilim varken insanlar niye bu diziyi birbirlerine taviye ettiler? Hatta bazen dizinin içindeki distopya ruhu, gençlerin diliyle söyleyecek olursam insana daral getiriyor. Niye herkesin bu diziyi izlemesini istediniz? Şiddetten keyif alacaklarını bildiğiniz için mi?
Bu arada Guardian gazetesi yazar/yönetmen Hwang Dong Hyuk’a çok ilginç bir soru sormuş:
“Netflix gibi bir global şirketin parası olmasaydı global kapitalizm eleştiriniz de asla görülmeyecekti? Bu bir çelişki değil mi?”
Dong Hyuk’un yanıtı şöyle: Netflix’in eşitsizliği daha kötü hale getirdiğini düşünmüyorum. Buraza bir tezat yok yani. Proje üzerinde çalışmaya başladığım zaman amacım en azından Netflix sıralamasında ABD’de bir gün birinci olması amacımdı. Ama sonuçta daha başarılı oldu ve bu zamana kadar Netflix’in en fazla izlenen dizisi oldu. Bu oldukça şaşırtıcı bir durum ama global izleyici kitlesinin vermek istediğim mesajla iletişim kurduğunu gösteriyor.”
Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez