Bu Gayret Niye?
Prenses Kadriye Hüseyin, muhtemelen ismini duyduğunuz ama belki şimdi hatırlamadığınız bir şahsiyet. Ben de karşıma bir yazı çıkınca hatırladım ve sizlerle paylaşmak istedim. https://www.insaniyet.net/dar-i-gurbette-muhmel-bir-kabristan-unutulmus-ervah-i-muslimine/
Bize Prenses Kadriye Hüseyin’i hatırlattığı için insaniyet.net sitesine teşekkür ederim.
Belki çok seyahat ettiğimden belki de bazı tanıdıklarımın ve bildiklerimin seyahat esnasında yurtdışında vefat etmiş olduklarından hep aklımdadır… Mesela Avustralya’da vefat eden Prof Dr Mahmud Esad Coşan’ın Eyüp Sultan kabristanına getirilen naaşı orada kalsa idi, Güney Afrika Cape Town’daki Osmanlı islam alimi Ebubekir Efendi hocanın mezarı gibi bir ziyaretgah olur muydu?
Keza ülkemizin doğusuna ziyaretlerimde görüp de etkilendiğim Van, Ahlat’taki eski Türk kabristanını aslında bir nevi memleketin tapusu diye düşünmüştüm. Sonra babamın köyü Küçük Lambat ve dedemin köyü Korbek’teki mezarlarımızın, hatta Küçük Lambat köyünün tamamen haritadan silinmiş olduğunu görünce düşüncemin doğru olduğunu anladım. Bana bütün bunları düşündüren gurbet diyarında ihmal edilmiş bir kabristan yazısını, Prenses Kadriye Hanım’ı, günümüz Türkçesiyle sizlerle paylaşıyorum.
Ama tabii şunu da çözemedim; Bir taraftan türbeler ve şaşaalı kabirler için bunlar medeniyetimizin tuğrasıdır derken, öbür taraftan insanlığın geçmişine bakınca ne Harun ne Davut ne Süleymanlar’dan bir şey kalmamış. Hatta sadakayı cariye denilen çeşmeler ve yollar bile sonrasında yok olacaksa neticede bu gayret niye. İkilemde kaldım. Vesselam.
Prenses Kadriye’nin hayatını incelemek isterseniz aşağıdaki kaynaklardan yararlanabilirsiniz:
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/397184
Küçük bir şehir büyüklüğünde ve Paris’in öbür ucunda bulunan “Père Lachaise” kabristanını gösteren bazı nefis ve acayip heykellerin ve türbelerin resimlerini evvelce görmüş olduğumdan, fırsat olduğunda ziyaret etmeyi arzu ediyordum, diye başlıyor Prenses Kadriye ve devam ediyor…
Bu defa gezip seyretmeyi başararak arzumu yerine getirmiş oldum.
Bulutlu ve soğuk bir sabahtı. Bilmediğim ve asla görmediğim mahallelerden geçerek yarım saatlik bir süreden sonra otomobilimiz kabristan kapısının önünde durdu.
Kocaman bir servi ormanı gibi görünen bu ölülerin dinlenme yeri Paris’in şaşasından, sürat ve telaşından uzakta sessizlik ve sükûn içinde duruyordu.
Sadâsız, sessiz, cansız bir âlem!
Birçok yolla ayrılmış olan bu kabristan ormanını, azametli koyu renk serviler bölüyor ve kabirlerin beyazlığıyla ikiye ayırıyordu.
Salkım söğütlerin vaziyeti, muhafazakâr yelleri ise yorgun gökleri dinlenme gölgesine davet ediyordu.
Garip, büyük, muazzam türbelerin üzerlerinde, yanlarında bulunan seçkin anlamlı heykeller ise her şahsın ölümden önce toplumdaki yerini bildiriyordu. Çok meşhur isimler okudum. Ressamlar fırça ve boya tahtalarıyla sevimli levhalarının unvanıyla bir sonsuz şaşkınlık deryasına dalmış olup, şairler, edipler kitap ve kalemlerinin komşuluğuyla bir hayal âleminde dalgın, müzisyenler en değerli sözlerin gösterisiyle zaman geçiriyor; cerrâhlar, hekimler neşter ve hikmetiyle meşgul, zabıtlar kılıçlarına dayanarak ta uzakları seyre koyulmuşlar, siyasiler hayat mücadelesinden kurtularak mesut bir sima ile henüz bir hakiki hayat âlemine girmiş olduklarından dolayı zevkle ortalığı süzüyorlar, diye hayal etmiş Prenses.
Hepsinde bir fevkalâde huzur görünüyor. Nihâyet hayatın heyecanından kurtulmuş ve kalplerin atışlarından özgür bir hâlde dinleniyorlardı. Bitmez tükenmez yollarından yürüdüm. Tepelerinden indim. Yokuşlarından çıktım. Her tarafı gezdim. Nihayetsiz bir manzara seyrettim. Sağımda solumda, yani her yerde çimenler, çiçekler, şiirler, şekiller, her yerde rahat, sükûn, sükût, hüzün ve ferah gördüm. Her köşe düzenli ve süslü! Bu ölüler bahçesine şaşkın bir şekilde hayran oldum.
Havasında esinti olan bu sükûnet insan ruhunu yüce âlemlere sevk ederek rahatlatıyordu. Ne kadar da başka bir hâldi! Dikkatimi çeken yollara doğru ziyaretimi sürdürdüm. Birdenbire bir yol ağzında bir bina dikkatimi çekti. Kırmızılı beyazlı rengi biraz cami şeklinde görünüyordu. Ağaçların yeşilliklerin sıklığından pek de seçemediğim için ta amaçladığım yere kadar yürüdüm. Karşısına gelince şaşkınlığımdan, hayretimden durakaldım. Acaba ben rüya mı görüyordum? Hayır! Bir hakikat karşısında bulunuyordum. Etrafına ve yanındaki mezarlara kutsal gölgesini neşreden bu alacalı namazgâhta İslâm’ın heybeti vardı!.. Fakat neden etrafına kordon çekilmiş? Acaba virane hâli ile bir kimsenin üzerine yıkılmasın diye mi giriş yasaktı? Ya yanındaki kabirlerde kimler yatıyor? Böyle ayrıca neden herkesin dikkatinden uzak kalmış? Hassas kalplerden uzak tutulmuş, süslü ve çiçekli bahçenin içinde bu kadar viran, kimsesiz ve unutulmuş bir köşe nasıl mevcut olabilirdi?
Türbelerin bazısı neden böyle kırık dökük kalmış? Neden böyle sarmaşıklarla sarılmış, hem öyle sarılmış ki yerle yeksân olmuş!
Bakışlardan uzak, Fatiha’lardan mahrum, bu unutulmuş biçarelerin türbelerine yaklaştım. Taşlarının üstündeki isimleri okumaya başladım, İslâm vatandaşlarımız!
Müslüman, hep Müslüman zavallı garipler! Kabirden kabre giderek isimlerini okudukça yüreğimin titreyiş ve çarpıntılarından rahatsız oluyordum.
İsimlerin pek çoğu silinmiş, kabirlerin çoğu çökmüş bir küme topraktan ibaret kalmıştı.
Ah ya Rabbi! Bu ne üzüntü veren bir görüntü! Bu ne yürek parçalayan bir ziyarettir! Türk’ü Mısırlısıyla, Hintlisi Afgan ve İranlısıyla, Marakeşlisi, Cezayirlisiyle hep birlikte yatıyor! Türbesi yıkılıyor, toprağa karışıyor, mescidi, namazgâhı harap oluyor da aynı dinden, dilden ve cinsten olanlar tarafından bunlar yenilenip imar edilerek namları kalıcı edilmiyor, ruhlarına Fatiha’lar bahşedilmiyor!
Müslümanlık kardeşlik, şefkat, adalet ve bağışlama değil midir? Cihanın her köşesinden akın akın gelen Müslümanların Paris, bir buluşma yerleri olduğu hâlde asrımızın Müslümân servet sahipleri, büyükleri, bencillik ve bireysellikten soyutlanarak birlikte ittifâk etseler, hep din kardeşlerinin şu toprakta beraber yattıkları gibi, dünyada da el ele verip büyük ve cömert bir hamle ile Paris’in münasip bir mevkiinde bir yüce cami binasına gayret ve vatanından, ailesinden, sevdiklerinden uzak ve garip vefat edenlerin şu kabirlerini tamire bir himmet ile ruhlarını şâd eyleseler ne olurdu?
Tabii bir görüşe göre ki ben de benimsiyorum, bir işaret taşı yeterlidir, zaten faniyiz yok olacağız, tekrar dirilişe değin…
Yazık ki bu düzenli ve süslü bahçenin en metruk ve viran köşesi, büyük üzüntülerle gördüğüm şu küçük sarmaşıklı kabristanımızdır.
Yağmur yağmaya başlamıştı. Namazgâhın etrafına sarılan kahkaha çiçeklerinin pembe ve mavi yürekleri yağmur damlalarıyla dolmuştu.
Kalbimin sızısından, acısından o derece üzülmüştüm ki büyük damlaların şiddetine rağmen orada, o kimsesiz biçare kabirlerin gizlediği merhum ruhlara okuyordum, bütün canımla o unutulmuşların ruhlarına Fatiha’lar okuyordum.
Prenses Kadriye Hüseyin
Paris, Haziran 1911