Güneştekin: Vicdanlı ve Cesur
Biraz iş biraz gezme görme nedeniyle Ege’deyim. Fırsat buldukça da hem sanat hem iş goyalarına devem ediyorum. Geçen hafta bir sanat goyam da İzmir’de Kültürpark Atlas Pavyonu’ndaki Ahmet Güneştekin’in “Gavur Mahallesi” sergisine oldu. Ahmet Güneştekin yaşadıklarından, tanık olduklarından hep sorumlu hisseden, bir derdi olanı gören, anlayan ve onun derdini dert, konu edinen bir sanatçı. Bu serginin de en güzel yanı bu, sizi zorla bir mesele hakkında düşündürüyor. Zaten Kültürpark İzmir’in kurtuluşunda terk edilmiş, azınlık mensuplarının oturduğu mahalleymiş. Sergi adını oradan alıyor. Sanatçıdan vicdanlı ve cesur diye bahsetmişlerdi bir yazıda, doğru bir söylem. Sanatın benim için en güçlü, en kıymetli yanlarından biri umut vermesi, sizi en acı gerçeklikle bile yüzleştirirken içindeki o umudu da uyarması. Ben de bu sergiden umutla ayrıldım. Duygularımı da aşağıda paylaştım.
Sanırım yazıya Kültürpark’la başlamak lazım. Kültürpark İzmir’in Konak ilçesinde bulunuyor. 1922’de yaşanan İzmir Yangınında harabeye dönen 360.000 m2‘lik bir alan üzerinde 1936 yılında kuruldu. 1939’da ise alanı daha da genişletilerek 420.000 m2 büyüklüğe ulaştı. İlk günden beri de İzmir Enternasyonal Fuarı’na ev sahipliği yapıyor. Daha çok fuar diye anılan Güzel İzmir’in bu mesire yeri, aslında memleketin sanat tarihi ve etkinlik kültürü açısından da oldukça kıymetli olmuştur.
Ama bugün konumuz burası değil… İçerisinde yer alan Kültürpark Atlas Pavyonu’ndaki Ahmet Güneştekin’in “Gavur Mahallesi” sergisi. Hepimiz kendi çağımızın, yaşadığı dönemin tanığıyız ama bazılarımızın gözü bir başka görebiliyor ve aktarabiliyor, işte sanat bunların en güzel aracılarından biri. Ahmet Güneştekin de yaşadıklarından, tanık olduklarından hep sorumluluk hisseden, bir derdi gören, anlayan ve konu edinen bir sanatçı. Serginin de en güzel yanı da bu, sizi zorla bir meseleye maruz bırakıyor.
Sanatla haşır neşir olmak benim gündelik hayat pratiğim; ben herkese her lokmada mutluluk vadeden bir işi her sabah kalkarak aynı hevesle baştan yapıyorum. Bunun bir gereği de gözünü, kulağını, kalbini açmak, herkesi dinlemek ve anlamaktan ya da anlamaya çalışmaktan geçiyor. Sanatçı da uzun yıllardır sanat yolculuğuna tanıklık ettiğim çok değerli bir dost olmasının yanı sıra sanatıyla düşünmeye zorluyor. İşte bu da öyle bir sergiydi. Belki de şu ana kadar 600bin kişi ziyaret etmiş.
A.Güneştekin hafızaya çok önem veriyor ve kritik bir hatırlatma yapıyor ki bu hayatın her alanında geçerli; “hafızamızı tazelemezsek, yaptığımız hataları tekrar etme riski var” bu iş hayatı için de geçerli, kişisel konular için de… Malumunuz ben Kırım Göçmeni bir aileden geliyorum, göçü konu alan eserler haliyle beni daha derinden etkiliyor. Serginin İzmir’de, mübadele şehrinde olması oldukça anlamlı. Bu aslında bire bir yüzleşme olanağı, koca bir alanda eser ve siz varsınız, doğrudan bir etkileşim. Görsel, işitsel olarak karşınızda duran eser üç boyutlu, çoğunlukla daha etkili oluyor.
Bizim ailemizle ilgili de bugünkü halimize bakıp çeşitli dedikodular üretiyorlar, diyorlar ki “bunların dedesi Kırım’dan kim bilir kaç küp altınla gelmiş”. Keşke öyle olsa… Doğrusunu anlatayım; dedem babası tarafından İstanbul’a okumak için gönderilmiş. Ruslar askere almasın diye. Babam hep derdi bize “biz evladı fatihandanız”. Yani biz yerli Tatar değiliz, Anadolu’dan göçmeyiz ama kim bilir nereden, ne zaman… Dedem okurken babası hac dönüşü hastalanmış ve İstanbul’da onun yanında vefat etmiş. Sonra aile 93 harbinde hani şu Ruslarla Ayastefanos Antlaşması’nın yapıldığı savaş, Ruslardan kaçarak, 150 km yolu yalın ayak yürüyerek İstanbul’a gelmiş, Mustafa Paşa Cami’sinin iç avlusuna sığınmışlar. Ninem cislavetleri için “daha yolun başında çamurlara saplanınca ayağımdan çıkıverdi, yalınayak kaldım” derdi. İşte cislavet görünce her defasında ilk aklıma ninemin sözleri geliyor. Sıdıka halam kundaktaymış o zaman, mecburen bir kağnı arabasına vermişler. Bir mucize eseri olarak İstanbul’da tesadüf edip kavuşmuşlar. 90 yaşından fazla yaşayan rahmetlik halamın hiç hasta olduğunu bilmem, belki de kundakta yaşadığı bu göçtür sebebi!
Sergiye dönecek olursak… Serginin altyapısını 3 yıldır kurguladığını söylüyor Güneştekin. Peki neler vardı derseniz:
Hafıza Tepesi:
Ninemin kaybettiği cislavetlerin hikayesinin hemen ardından bu eserle başlıyorum anlatmaya; ilginç değil mi sanatçıyı tetikleyen duygu, bir travmanın dışavurumu çeşitli şekillerde bizlere ulaşıyor. O eserle etkileşiminizle kişisel yaşamınızda izler buluyorsunuz, bu aile büyüklerinizin size miras bıraktığı bir anı ve yaşanmışlık olabilir, veya okuduğunuz, gözlemlediğiniz içinize işleyen bir olay, bir kitap.
Göç Yolu
Tonlarca ham mermer kullanılmış sergide, açık alanda olduğu gibi koridorlarda da karşılaştığınız bu yerleştirmelerde o dev ve tekinsiz duran mermerlerin arasından geçiyorsunuz. Bu parçalı koca mermerlerin aralarına sıkışmış bavullar da yolculuktaki kesinti, sıkıntı ve göçün duygusal eziciliğini oldukça etkili bir biçimde sunuyor.
Kırkyamalar
Eski giysilerin sökülen, aşınan yerlerine yama dikerek onu tekrar bir şekilde faydalı hale dönüştürmek; toplumda farklı bireylerin bir araya gelip bir bütünü oluşturması gibi… Ben seviyorum bu yama işini, vazgeçmemek, kararlılık barındırıyor içinde.
20 Kilo 20 Dolar
Güneştekin’in bu videosu, Türkiye’de yaşayan Yunanistan pasaportlu Rumların zorunlu tehcir sırasında yanlarına sadece “20 kilo” kişisel eşya ve “20 Dolar” karşılığı Türk Lirası alma kısıtını anlatıyor.
Bu videoyu görünce babamın anlattığı bir hikaye geldi aklıma. Osmanlı tebaası oldukları için Kızıl Devrim’den yıllar sonra nihayet seyahat izni almışlar memlekete gidebilmek için. Yanlarında bir miktar para götürme izinleri varmış. Alelacele her şeyi satmışlar fakat parayı götüremeyeceklerini anlayınca büyükannem hazırlık yapmış ve yorganın içine dikmiş altın liraları. Bir rivayete göre kümese gömmüşler. Yanlarındaki müsaade edilen azıcık parayla gittiklerinde babam diyor ki, gümrükteki memurun masasının üstünde sadece tabancası duruyormuş. Dedem evrakları vermiş, ardından adam paraları görmek istemiş ve almış paraları çekmecesine koymuş. Bizimkiler paralarını istediklerinde silahını göstermiş. Rica minnet biraz para alınca hemen bir çuval kara ekmek almışlar. Ardından şilep yolculuğu başlamış, zira normal vasıta yokmuş, sadece o ekmekleri yiyerek İstanbul’a varmışlar. Babam derdi ki “İtalyan şilebiydi bizi getiren. Şefin yemek pişirme usulünü görünce zaten yiyemedik.” Hatta geldiklerinde şilep o zaman limana yanaşmıyormuş, kayıklarla karaya çıkmak gerekiyormuş. Babam “sahilden dayıma işaret ettik de geldi bizi karaya çıkardı” diye anlatmıştı. Ezcümle ailem buraya sıfırla gelmiş. O yüzden de bu anıları dinleyerek büyüyen beni bu sergi pek hüzünlendirdi.
Mübadilin Kayığı
Serginin orta yerinde boyaları dökülmüş, yer yer çürümüş bir kayık var. Üstünde ise üst üste yerleştirilmiş onlarca valiz. Kayığın ucunda ise ismi “Karayazı” yani “kara baht, kötü talih”…
Çoğu göç hikayesinin – bizim ailemizin ki de dahil- bir yerinde deniz var… Denizin içinde susuzluk, koca dünyanın içinde yerleşememek… Bu esere yaklaştıkça bir kedi sesi geliyor, bizim goya ekibinden de kedinin peşine düşenler oldu meğer her gün 100 kadar kişi soruyormuş ama bu kedi başka kedi, hoparlör kedisi. Bunu fark etmeden önce kedi sizin kurtarma güdünüzü gıdıklıyor, keza güzel bir hatırlatma.
Konstantiniyye Serisi
Eserin tam kalbinde sizin de yer aldığınız bu seriyi çok beğeniyorum. İnsanı doğrudan paydaş kılarak düşünmeye zorluyor adeta ya da aidiyet hissini tetikliyor, artık ele aldığı konu neyse.
Bu arada gezerken çoğaldık. Ahmet Güneştekin, bizim goya ekibi ve Güneştekin Sanat ekibi dolaşırken grubumuza katılanlarla kalabalıklaştık. Kimine göre salt sergi gezmek, kimine göre duygusal bir yolculuğu beraber yürümekti, anısını da çektik buraya bırakıyorum.
Sanatın benim için en güçlü, en kıymetli yanlarından biri umut vermesi, seni en acı gerçeklikle bile yüzleştirirken içindeki o umudu da uyarması. Bu sergiden de yine öyle ayrıldım.