Sanat

DEĞİŞİM İÇİN BAZILARI ÖLMELİ!

LinkedIn

*ChatCPT’ye bir sanat challenge’ı olarak kitap kapağını nasıl tasarlardın diye sorunca bu görseli hazırladı. Yazının kapağı yapay zekaya ait.

DİJİTAL ÇAĞDA SANAT VE GÜÇ

Haydi sanat sahasından bir okuma yapalım. Son zamanlarda iş dünyası, seyahat, siyasi tarih, teknoloji okumaları yaptık, sanatı ihmal etmiş olmayalım. Kitabımızın ismi Takedown, Art and Power in the Digital Age (*). Yazar kitabında sanat dünyasındaki son gelişmeleri, kapsayıcılık konusunu ve çelişkileri tartışıyor. Aslen İranlı olan yazar ve gazeteci Farah Nayeri, gazetecilik kariyerine Paris’te Time dergisi için muhabirlik yaparak ve The Wall Street Journal’a da katkıda bulunarak başlamış. Hatırlarsanız daha önce sanat ve kadın üzerine yazdığım yazıda da benzer yaklaşım içinde olmuştuk. https://muratulker.com/y/kadin-ressamlarin-en-buyuk-sorunu-nedir/

(*) Nayeri, F. (2022). Takedown: Art and Power in the Digital Age. Astra Publishing House.

 

Farah Nayeri “sanat güçtür” sözleriyle başlıyor: Sanat eserleri her zaman insan duygularını ortaya çıkarma konusunda olağanüstü bir yeteneğe sahip olmuştur. İnsanlık üzerindeki eşsiz etkisi nedeniyle, siyasi güce sahip olanlar tarafından hep şüpheyle karşılanmıştır. Bu kişiler krallar ve saray mensupları, papalar ve kardinaller, diktatörler ve onların dalkavukları olagelmiştir. Tarihte, kendi iktidarları yerine  toplumsal kargaşayı önlemek için sanatı ve sanatçıları izlediler, kontrol ettiler, sansürlediler ve bastırdılar. Ancak bugün Batı’daki sanatçılar nihayet tacın ve sarayın, kilise ve din adamlarının ve tek parti tiranlığının prangalarından kurtulmuş durumdalar. Çalışmaları artık resmi otorite konumundaki kişilerin sansürlerine, hatta kınamasına maruz kalmıyor. Bunun yerine sanatçılar, bireysel olarak vatandaşlar ve seçmenler tarafından giderek daha fazla hesaba çekiliyor. Liberal demokrasi Batı dünyasında yer ettikçe, insanların sesi daha gür çıkıyor. Ve daha önce ayrımcılığa maruz kalan ve ezilmiş kadınlar, etnik azınlıklar, sömürgeleştirilmiş halklar için eşitlik talep ediyor.

Kitabın orijinal kapağı ise yukarıda. 

Yazara göre son on yılda ABD’de yaşanan MeToo ve Black Lives Matter hareketleri gibi sosyal çalkantılar sanat dünyasındaki değişimin tartışılmaz katalizörleri oldular ve kapsayıcılık anlayışı yaygınlaştı ve benimsendi.

Dünyamızda tahminen 7.8 milyar insan yaşıyor ve bunların yaklaşık 3.9 milyarı, yani yarısı kadındır. Ama kadınlar sanat ve müzeler dünyasında eşit bir şekilde yer almaktan hala çok uzaktalar.

Bugün Batı’da kadınların dışlandığı neredeyse hiçbir meslek kalmamasına, bazı mesleklerde neredeyse cinsiyet eşitliği sağlanmış, hatta kadın egemenliği olsa da, kadın sanatçılar hala görünmezlikten şikayetçiler. Tabii bir de Batı’da yaygın inanış olan Hristiyanlıkta ne tarihte ne de bugün kadınlara hz. Meryem dışında kilisede bir rol verilmiş değil.

Hala kadın sanatçılar “yeterince iyi değiller” diye yazılıyor. Neden mi? Belki feminist isyan ve kargaşa dalgalarının görünür bir değişim meydana getirememiş olması veya militan feministlerin yorgun, bezgin olmalarındandır. Kadınlar sanat ve müzeler dünyasında erkeklerin sayıca fazla olduğunun farkındalar; ancak eşitsizliğin büyüklüğünü ölçmekte başarısız oldular; kadınlar silinip gidiyorlardı. İşte böyle düşünen yazar son on yılda bir gazeteci olarak toplumsal cinsiyet konularını giderek daha fazla ön plana çıkarmaya başlamış.

Artık günümüzde müzeler, galeriler, küratörler bu kapsayıcılığın temsilcileri olarak görülmek istiyor. Sanat dünyası birkaç on yıldır dramatik ve radikal bir dönüşüm geçiriyor. Uluslararası bienallerin çoğalması ve tüm kıtalarda yeni sanat merkezlerinin gelişmesiyle, dünyanın her yerinde sanat yaygınlaşıyor. Sosyal medya bu kültürel “mini devrimin” en büyük destekçilerinden biri oldu. Farah Nayeri, kadınların ve uzun süredir yeterince temsil edilmeyen azınlıkların dijital çağda nihayet nasıl masada bir yer edindiklerini ve bazen söz sahibi olduklarını gösteriyor. Kişisel sergiler sayesinde, sanat tarihi ders kitaplarında yer almasalar bile, büyük müzelerin kapılarından geçebiliyorlar.

Erkek sanatçıların eskiden beri kadınlara, sanatlarının özneleri olarak bolca fırsat tanıdığı özel bir alan var. Yazar herhangi bir sanat tarihi ders kitabında geçmişte playboy orta sayfa resimlerinin resimsel eşdeğeri olarak hizmet eden sayısız çıplak kadın tasviri bulunabileceğinden bahsediyor. Bu, erkeklerin kadınlara üretime katılan değil, eserlerinin malzemesi olarak davranmalarındandı. Ama artık bugün yetişkin erkeklerin yetişkin kadınlara yönelik suistimalleri nedeniyle hapse atıldığı postfeminist, MeToo çağında, bir sanatçının reşit olmayan bir kızı uygunsuz bir şekilde resmetmesinin derin bir huzursuzluğa neden olabileceği yaygın bir şekilde kabul edilmektedir. Ama toplum, çocukların ve reşit olmayan modellerin yer aldığı sanatı çok daha az kabullenirken, rızası olan heteroseksüel yetişkinler arasındaki cinselliği temsil eden sanatı çok daha kabullenir hale geldi.

Bir sanat eserinde bir kadın çıplak gösterildiğinde, bunun onun seçimi olduğu varsayılıyor. Aslında pek çok kadın sanatçı kendilerini çıplak olarak resmetmeyi tercih etmez.

Bu açıdan bakıldığında, sanat her zamankinden daha özgür ve sınır tanımaz hale mi gelmiştir? Şimdi bir zihniyet devrimi ile karşı karşıyayız. Ama beyaz olmayan sanatçıların temsili konusu ise hala eski hamam eski tas!

Kuşkusuz, yakın tarihte siyahi sanatçıların özel ilgi gördüğü anlar olmuştu. Yazara göre şimdiyi farklı kılan, söz konusu sanatçıların müze koleksiyonlarına girmesi, önemli solo sergiler açması ve önde gelen eleştirmenler tarafından değerlendirilmesidir.

Dijital iletişimin bu süre zarfında yaptığı en önemli şey, müzeleri, sanat kurumlarını ve onları yöneten kişileri hesap vermeye zorlamak oldu. Bu kurumlar toplumun iyiliği için görev üstleniyorlar. Paha biçilmez koleksiyonların emanetçileridirler. Medyanın ve aktivistlerin artan ilgisi sayesinde bugün kamuoyu, büyük müzelerin sponsorlarının ve yöneticilerinin kim olduğu, paranın nereden geldiği ve nelere yatırıldığı konusunda çok daha bilinçli ve halkın bu paranın etik ve ahlaki açıdan temiz olması yönündeki talepleri giderek artıyor.

Kitabın belirttiği üzere bu tamamen yeni bir olgu. 2008deki küresel mali krize kadar müze yöneticileri milyarderlerden gelen yüklü çekleri, servetin kaynağı hakkında soru sormadan kabul ediyorlardı. Ünlü mimarların öncülük ettiği cömert müze ek yatırımlarının yapıldığı günlerde tüm yardımlar minnetle karşılanıyordu. Bazen en büyük hayırseverin adı binanın üzerine yazılıyordu.

Kitaba göre sorgusuz sualsiz savurganlık dönemi ölümcül ve uzun süreli bir pandemiden çıktığımız ve takiben kemer sıkma dönemi sonrasında geride kaldı. Artık üç şeye önem verilmesini bekliyoruz: Eşitlik, Etik ve Ekoloji.

Günümüz Batı müzelerinin işletilmesi inanılmaz derecede pahalıdır. Kalıcı koleksiyonlarının bakımı zaten emek yoğun ve zor bir iştir. Kitaba göre iyi bir sanat müzesinin Batı’da yıllık bütçesi 100 milyon ila 200 milyon dolar arasındadır. Avrupa müzeleri söz konusu olduğunda, bütçenin büyük bir kısmı hükümetlerden, yani vergi mükelleflerinden gelir. ABD müzeleri çoğunlukla özel olarak finanse edilir ve bağışlarla ayakta kalır, hayırseverlik ana iş modelidir. Kurumlar giderek daha fazla hayırseverliğe, cepleri derin insanlardan gelen bağışlara bağımlı hale geliyor. Bu fonlara Avrupa’da her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuluyor, çünkü bütçe açıkları ve kamu borçları ile karşı karşıya olan hükümetler kültür harcamalarını kısıyor.

Ancak inceleme ve hesap verebilirlik çağında, sosyal medya aracılığıyla bağıra bağıra olmasa da şu sorular soruluyor: “Para nereden geliyor? Nasıl kazanıldı?” Birçok müze ziyaretçisi ki bunlar aynı zamanda bu kurumları finanse eden vergi mükellefleridir, müzelere verilen paranın temiz ve etik kazanılmış olması talebini daha fazla dile getiriyor. Ama bu fonlar nadiren karşılıksızdır. Bir hayırsever müzeye çeşitli şekillerde baskı yapabilir.

Kısacası, etik dışı davranan ya da “çevreyi kirleten” kurumsal sponsorlar konusunda kamuoyunun bilinçlendirilmesi gerekirken, sanat finansmanının bir kaynağı olarak sponsorluk bir gereklilik haline gelmiştir.

Artık ahlakın “hangi sanatçının hangi sanatı yapabileceğini” ve “kimin konuşabileceğini” belirlediği bu “iyi” sanat dünyasında, bazen ilgiyi hak etmeyen sanatçıları manşetlere taşıyabiliyoruz, diyen yazarın gözlemine göre, satıcılar, müzayedeciler ve koleksiyoncular gösterişli bir şekilde daha çeşitli olmak için çabalarken göstermelik davranışlar görebiliyoruz.

Whitechapel’in (1) baş küratörü Lydia Yee: Müzeler ve galeriler risk almak zorundadır ve sanat eserlerinin hepsi zamanın testine dayanamayacaktır. Artforum’un (2) geçmiş on yıllardaki sayılarına baktığınızda, “Kapaktaki kimdi?” diye soracaksınız. Bazı sanatçıların kalıcı bir kariyeri olurken bazılarının olamaz. Refik Anadol, öncü dijital sanatçımız MoMA onu kabul edince güzel bir örnek oldu.

Yazara göre bu çağda sık rastlanan, insanların sanat eserlerinin, sergilerin sosyal medyada alaşağı (takedown) edilmesidir. Beyaz sanatçılar, siyahilerin konularını resmettikleri ya da Amerikan yerlilerinin acılarını yansıttıkları için eleştiriliyorlar. Eserleri yok edilmekle tehdit ediliyor hatta imha ediliyor. Tek bir tartışmalı sanat eseri bile içeren sergiler açılır açılmaz kapatılıyor. Açık hava heykelleri tahrip ediliyor.

Müzelerin ve galerilerin içinde, en tepedeki kişilerin günlük davranışları, saldırgan ifadeler ve davranışlar nedeniyle özel Instagram hesaplarında, anonim de olsa kınanıyor. Üst düzey pozisyonlardaki insanlar, daha sonra internette yankı bulan sözleri nedeniyle işlerini kaybediyor. Bu yayınların hedef aldığı yöneticilerin birçoğu muhtemelen bunu hak ediyor. Peki ya hak etmeyenler?

PEN Amerika’nın genel müdürü Suzanne Nossel, Dare to Speak yani Konuşma Cesareti (3) adlı kitabında bu ikilemi çok iyi tanımlıyor. Saldırgan sözlerin, uygunsuz ifadelerin ve yanlış beyanatların bir kişinin internette eleştirilmesine neden olabildiğini ve hatta bunun hem iyi hem de kötü yönde olabildiğini yazıyor.

Yazara göre işin iyi tarafı, sözlerimizi duyan ya da okuyan herkes tarafından hesaba çekiliyor olmamız. Kötü tarafı ise, bunun zehirli ve sansürcü bir sonuca varması, çünkü ihbarlar “metastaz” yapabilir, suçla orantısız bir ceza verilebilir; bu ceza, kamuya açık ve çevrimiçi olduğu için daha da şiddetlenir.

Kitap Batı dünyasının dört bir yanındaki şehir meydanlarının, ya bizzat iktidarda olan ya da iktidardakilere yardım eden kişileri yüceltmek, kutlamak ve büyütmek için dikilen heykeller, anıtlar ve duvar resimleriyle dolu olduğundan bahsediyor. Gerçekten ilginç değil mi, bizdeki tezatı düşününce?

Bunlar büyük liderlerin, kahramanların anıtları, seçkin düşünürlere ve bilim adamlarına övgüler veya savaşta hayatını kaybedenlerin anısına dikilmiş anıtlar. Bunlar, güçlüler ve muzafferler tarafından tanımlandığı şekliyle büyük ve iyi olanı yüceltmek üzere tasarlanmış. Bu geleneksel kamusal sanat türü, tanımı gereği demokratik değildir; çünkü vatandaşlar, şehirlerinin dört bir yanına dağılmış olan kaidelerin üzerine kimin ya da neyin park edileceği konusunda söz sahibi değiller! Savaş sonrası döneme kadar kamusal sanat sadece ismen kamusaldı. Halk içindi ama halk tarafından onaylanmıyordu ve halkın ihtiyaç ve isteklerine uygun muydu? Bu eserleri yapan sanatçılar yöneticiler ve hükümetler tarafından seçiliyordu ve eserlerin kendileri de yüceltilmiş birer propagandaydı. Vatanseverliği ve ulusal gururu artırmak, liderliğin cesaretini ve gücünü övmek ve askerlerin savaş alanındaki fedakarlıklarını haklı çıkarmak için tasarlanmışlardı.

Savaş sonrası yıllarda, Batı toplumları giderek daha demokratik hale geldikçe hükümetler kamusal sanatın izleyici kitlesine, yani sıradan vatandaşların isteklerine daha fazla dikkat etmeye başladılar; çağdaş sanatçılara estetik ve kültürel değeri olan açık hava heykellerini yaptırmaya başladılar. 1960lardan itibaren Moore, Calder ve Picasso (4) gibi sanatçıların eserleri, kent manzaralarına renk ve tazelik katmak ve vatandaşları çağdaş heykel formlarıyla tanıştırmak amacıyla şehir merkezlerinde ve iş bölgelerinde çoğalmaya başladı. Zamanla, daha genç ve daha az tanınmış çağdaş sanatçılar kamusal anıtlar üretmek üzere görevlendirildi.

Yazar, güç ve nüfuzun hala ağırlıklı olarak beyaz ve erkeklerin elinde olduğu hususuna dikkat çekiyor. Artık nöbet değişimi şart, ama bu ne kadar sürede gerçekleşecek?

Sanatın demokratikleşmesi ve müzelerin çoğalması, sanatçıların eserlerini halkın kolayca ulaşabileceği bir yere getirdi. Bir sanat eserini yakından görmek için yüksek bir mevkide olmaya gerek yok. Sanatı deneyimlemek, kitap okumak ya da film izlemek kadar erişilebilir hale geldi. Müzeleri yılda milyonlarca kişi ziyaret ediyor; sadece Louvre on milyon ziyaretçi çekiyor. Milyonlarca kişiye de internet üzerinden ulaşılıyor. Bir zamanlar mesajlarını duyurmak için gazetecilere ve yayıncılara bel bağlayan müzeler, artık izleyicileriyle doğrudan ve dijital olarak da iletişim kurabiliyor. Bu, eve kapanan ebeveynlerin çocuklarını dünyanın en büyük sanat kurumlarında sanal turlara çıkarabildiği COVID-19 döneminde büyük bir avantaj olmuştu. Müzelerin güçlü sosyal medya varlığı sayesinde, izleyiciler popüler ve yaygın olarak takip edilen hashtag’leri kullanarak müzelerle ve müzeler hakkında anında sohbetler başlatabiliyor. Tepkiler olumlu olduğunda, bu kurum için bir kazan-kazan anlamına geliyor. Avrupa’nın önde gelen küratörlerinden ve kıdemli müze müdürlerinden Daniel Birnbaum, yazar ile röportajında: “Sosyal medya, muazzam güce sahip bir hızlandırıcı ve yükseltici. Sosyal medyanın bu yeni popülist kültüründe genellikle ya doğru taraftasınız ya da yanlış; ya kötü adamsınız ya da bir kahramansınız.”

Demokratik ve dijital bir çağda yaşıyoruz. Bu ikisi biraraya gelerek vatandaşlara, toplumun genelinde uzun süredir devam eden adaletsizlikleri, eşitsizlikleri ve ayrımcılıkları kınamaları için her zamankinden daha fazla söz hakkı veriyor. Ve bu açık sözlülük, aktivizm artık sanat dünyasına da ulaşmış durumdadır. Ama bireylerin sanat üzerindeki gücünün sınırları ne olmalı ve bunları belirleme hakkına kim sahip olmalı? Ya da ne iyidir? Kim karar verecek?

Dipnotlar

(1) https://www.whitechapelgallery.org/

(2) https://en.wikipedia.org/wiki/Artforum

(3) https://www.amazon.com/Dare-Speak-Defending-Free-Speech/

(4) https://www.istanbulsanatevi.com/sanatcilar/soyadi-m/moore-albert-joseph/albert-joseph-moore-hayati-ve-eserleri/; https://tr.wikipedia.org/wiki/Alexander_Calder; https://tr.wikipedia.org/wiki/Pablo_Picasso

 

 

 Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez.

YORUM YAZIN