Sanatçı-Sanat, Girişimci-Yatırım… Aynı İlişki?
Resim fotoğraf değildir. Resim sanatı ise sadece resim değildir. Tarihte bilhassa kilise, resim sanatını kitlelerin dini eğitimi için pervasızca kullanmıştır. Gerçekçi olmak bazen sanatsal sorunlar yaratır. Halbuki resim göstermek, önermek isteneni vurgular. Bu mağara resminde bile böyledir. Modern resimde ise bu durum başka bir boyuta ulaşmıştır. Resim ressama ve her bir izleyene ayrıca hitap etmektedir ve soyuttur.
Bizans yani Doğu Roma’da başlayan Batı Sanatının yolculuğu Rönesans ile bugüne kadar gelişip, değişip gelirken artık geleneklere de bağlı kalmayan evrensel modern sanata dönüştü.
Hatta talep yaratma endişesiyle Popart eklendi ve eğlence dünyasına yamanan sanat artık belki de bir araca indirgendi. Zaten ameller niyetlere göre değerlendirilmeli değil midir?
Böyle bakınca sanatçı ve sanat ilişkisi, girişimci ve yatırım ilişkisi gibi düşünülebilir. Yani girişimci bir sanatçı gibi bağımsız, radikal davranabilse mesela… Öte yandan yatırımını, yani yeni girişimini meydana getirirken ve onu paydaşları ile paylaşırken yine bir sanatçı gibi davranabilir mi, onu bir sanat eseriymiş gibi soyut yanlarıyla istediği şekilde sunabilir mi? Bugün çoğu start-up’ın işlerinin soyut yanlarını iyi anlatamadıkları için güçlük çektiklerini düşünürsek..
Belki de dinimiz İslam’da sanatın estetik ve soyut yanının gelişmiş ama kısmen insan tasvirlerinin sınırlanmış olması dinin dogmalarının aynıyla korunmasını kabil kılmıştır.
Tüm bu düşünceler aklımda dolaşırken bugünkü yazımda İdil İlkin hanımın da yardımıyla Susan Woodford’un “Resimlere Bakmak” adlı kitabından sanatı anlamak adına edindiğim izlenimleri sizlerle paylaşacağım…Yukarıda sorduğum sorulara birlikte cevap vermek adına..
“Resimlere Bakmak” adlı kitabın yazarı Susan Woodford (*) Latincede ‘summa cum laude’ olarak geçen en yüksek not ile mezun olmak anlamına gelen ünvanla Harvard Üniversitesinden mezun olmuş, yüksek lisans ve doktora derecelerini de Columbia Üniversitesinden almış. Halen British Museum’da dersler vermeye devam eden sanat tarihçisi yazar Woodford resimlere bakarken olmazsa olmazları; örnek, teknik, terminoloji, kültür ve coğrafya gibi kavramlarla irdelemiş, ikonografi konusunu ele almış. Kitapta dünya sanat tarihinden çarpıcı örnekler var.
Flaman Ekolü. Resimlerin Asılı Olduğu Odadaki Sanat Uzmanları (Cognoscenti in a Room Hung with Pictures), yaklaşık 1620, Pano üzerine yağlıboya, 96 × 123,5 cm National Gallery, Londra.
Yazıma kitabın son sayfasındaki eserle başlıyorum. Hangi kitabı elime alırsam alayım baştan sona okumadan evvel, ne anlam ifade edeceğini bilmeden farklı kesitlerle bir yapboz gibi ele alıyor ve kitaba beni yakaladığı yerden başlıyorum, özellikle de bu bir teorik anlatım kitabıysa.
Yukarıdaki eseri basitçe ele alırsak duvarlarda onlarca resmin yer aldığını ve nasıl sunulduğunu gösteren özellikle Avrupa’da 17. yüzyıl entelektüel zevklerine ışık tutan belgesel bir eser olduğunu görürüz. Salt resim kavramının anlatıldığı bu resmin ikonografik karşılığı ise resim sanatının ta kendisidir. Yukarıdaki resim özelinde dini ya da mitolojik bir hikaye de görünmez. Tek görebildiğimiz şey konuşulanlar ve insanların dağ gibi sırtını yaslandığı şey kültürdür. İnsanlık aciz kalmamak için türlü şekillerde kendini eğitmiş, medeniyeti ihya etmiş, sanatı, siyaseti, felsefeyi, hukuku ve dini bir bütün olarak sürdürmüş günümüze kadar taşımış ve dünya miraslarını, yani yaşam kültürünü bina etmiştir.
Bu resimde 17. yüzyıl Flaman okuluna bakıyoruz. Belki minyatürlerden de esinlenmişler. Proporsiyonel olarak küçük bir alanı büyük gösterme kaygısı taşıyan bu resim, insan figürlerini oyuncak gibi göstermiş. Bu yüksek tavanlı minik odadan açılan pencere ise dışarısının engin ve kocaman olduğunu, genel anlamda kültür ve sanatın dev gibi, insanların ise savunmasız ve dahası kalıcı olmadıklarını bu korunaklı oda ile göstermiş olabilir mi? Bir yandan bu resim, eserlerin korunması ve sergilenmesi gibi, buluşların da korunması, gelecek nesillere aktarılması, korumacılık, koleksiyonculuk ve belki de ticaretle evden eve, ülkeden ülkeye, koleksiyondan müzeye ve nihayet ait olması gereken yere intikal etmesine ışık tutarak bu silsileyi işaret ediyor da olabilir. Yani kısaca anlatmak gerekirse, resim sanatı burada belli bir topluluk için varken, bundan takribi 169 sene sonra vuku bulacak Fransız ihtilali sonrasında toplumlarla entegre hale gelecekti.
Elbette resim en eski iletişim şekillerindendir. Bu bağlamda öğretici gücü de yadsınamaz. Susan Woodford kitabında Altamira’dan MÖ 15.000 – 10.000 den aşıboyası, (bizim boğazdaki bordo yalıların da boyasına verilen ad) odun ve kömürden yapılan pigmentlerden bir mağara resmine değindikten sonra yan sayfada Bizans döneminden 6. yüzyıla ait bir mozaikle devam ediyor. Mozaikler ilginç, bugünün pikselleri gibi…
Bizans ekolü, Lazarus’ un Yükselişi (The Raising of Lazarus), 6. yüzyıl. Sant’Apollinare Nuovo Bazilikasinda Mozaik, Ravenna
Bu erken Hristiyanlık dönemine ait bir kilisedeki mozaik. Konusunun Lazarus’un yükselişi olduğu kolayca anlaşılır. Lazarus, İsa gelmeden dört gün önce ölmüştür, ancak İsa mezarı açtırır ve Yuhanna inciline göre, göğe bakarak; “Çevremdeki bu insanlar, senin beni gönderdiğine inansın diye sana sesleniyorum” der ve sonra yüksek sesle bağırır: “Lazarus, gel.” Ölü adam ortaya çıktı, elini ayağını oynatamayacak şekilde kefene sarılıydı. (Yuhanna ll: 41-44)
Mozaik, bu öyküyü takdire şayan bir açıklıkla resmeder; Lazarus’u elini ayağını oynatamayacak şekilde kefene sarılı halde, gömülmüş olduğu mezardan çıkarken görürüz. Kraliyet moru bir elbiseye bürünmüş İsa’nın otoriter bir el hareketiyle Lazarus’a seslendiğini görürüz. Yanında, “Çevresindeki insanlar”dan biri vardır, bu mucize onlar için gerçekleştirilmiştir, nitekim bu kişi şaşkınlık içinde elini kaldırmıştır. Resim, altın sarısı bir arka plan üzerinde gösterilen, düz ve açıkça tanımlanmış figürlerle gayet yalın bir şekilde düzenlenmiştir. Mağara resmi kadar canlı değildir, fakat bilenlerin öyküyü hemen tanımasını sağlar. İsa’nın başında şüphesiz kutsal bir hale ve üzerinde o günkü zengin Romalı giysileri vardır. Tabii ressamın yaşadığı döneme ve beklentisine göre fiziksel hatları orta Avrupalı gibi resmedilmiştir.
Bu resmin, bir kilisede süsleme aracı olarak amacı nedir? Bu mozaik yapıldığı sıralarda, 6. yüzyılda çok az kişi okuma biliyordu. Öte yandan kilise, İncil öğretilerinin olabildiğince çok kişi tarafından öğrenilmesini istiyordu. Papa Büyük Gregorius “Yazıların okumayı bilenlere yaptığını, resimler okuma yazma bilmeyenlere yapar.” demişti. Böylece, insanlar bunun gibi kolayca anlaşılan resimlere bakarak Kutsal Kitabı anlayabileceklerdi.
Yani bu eserden hareketle İncil’i anlatmak ve öğretmek için Bizans döneminde çoğunlukla mozaik ve ikonalar, sonra da ifade teknikleri geliştikçe resimler ve heykeller yardımı ile İsa, azizler ve İncil resmedilmiş. Estetik ise bu hikaye ve bilgilerin layıkıyla akılda kalmasına hizmet eden en başat aygıtlardan biri olmuş. Çünkü sonunda estetik akılda kalır ve unutulmaz.
Şimdi kitabın kapak görseline gelelim. Kitap çoğunlukla batı resminden örneklere odaklansa da kapakta Japon sanatçı Katsuşika Hokusai’ın “Büyük Dalga” adlı eserine yer vermiş “Sanatın Olmazsa Olmazları”.
Katsushika Hokusai, Kanagawa Açıklarındaki Büyük Dalga (The Great Wave off Kanagawa), 1830-32
Renkli ahşap baskı, 25,7 × 38 cm, Metropolitan Museum of Art, New York
Bu resimle 19. yüzyılda Japonya’da ne gibi eserler üretiliyordu hayal etmek mümkün olabilmektedir. Batıda ise özellikle Van Gogh, Japon estamplarından (**) çok etkilenecekti. Evet, bakmaktan görmeye giden bu yolculuk nereye doğrudur? Belki hemen ilk bakışta resimdeki figürleri ve örneğin Fuji dağını seçemedik. Dalganın suyu yüzümüze çarpmadı, ama sesi kulağımıza geldi mi? Detaylar kayboldu, göze çarpan ilk çarpıcı şey bu dev dalga oldu. Peki kayıklar, figürler, Fuji Dağı…?
Tüm ayrıntıları ortaya çıkarmak, batan gemileri ve birbirlerine sokulmuş insanları fark etmek biraz zaman alır, diyor Susan Woodford. Dalganın sarmal oluşturarak dönen köpüğü, her biri ayrıntılı tanımlanmış, sayısız küçük pençelere dönüşür. Denizdeki büyük kabarma, sivri uçlu beyaz desenlerle açığa çıkar. Bir bütün olarak kompozisyonun oluşturduğu fırtınalı denizin canlı imgesi ve olağanüstü güzellikteki dekoratif tasarım öylesine etkileyicidir ki tüm ayrıntıları ortaya çıkarmak, batan gemileri ve birbirlerine sokulmuş insanları fark etmek biraz zaman alır.
Bana göre kitabın en can alıcı başlıklarından biri Biçimsel Çözümleme bölümünde yer alan “Düzlem ve Derinlik”. Bu bağlamda duvarlarda cereyan eden her şey, kavram ve kuramların dağarcığında seslendirilmeyi bekleyen birer özne niteliğinde. Resmedilen her şey dönemin kostümlerinden stillerine, yiyeceklerinden popüler simalarına, mimarisinden coğrafyasına ve hatta iklimine kadar ışık tutuyor. Bu arada yer mozaiklerini de unutmamak lazım. Düzlem ve derinlik deyince Anadolu topraklarını bilen biri olarak bu detayı belirtmeden geçmek olmazdı. Bu mozaiklerde perspektif derinliği olmasa da betimlenen konular derinlikli. Batı resminin çıkış noktası da aslına bakarsanız mozaikler. Yani batı resminin kökleri Anadolu’dan hem etimolojik olarak hem de Yunancası ile Anatolia’dan geliyor. Anatolia ise Yunanca doğu demek, yükseliş, doğuş, güneşin doğduğu yer anlamına da geliyor. Bu bağlamda batı resmi doğudan geliyor dersek yanlış bir ifade olmaz.
İstanbul’daki Bizans mozaiklerini görmek isterseniz Büyük Saray Mozaikleri Müzesine, Sultan Ahmet Camii’nin altında yer alan Arasta Pazarına bir gitmenizi tavsiye ederim. Giriş kapısı pazarın içinde. https://muze.gov.tr/muze-detay?SectionId=MOZ01&DistId=MOZ
Şimdi konunun daha iyi anlaşılması için kitaptan birkaç mozaikle, karşılaştırmalı bir inceleme yapayım. İncil’de geçen Ekmek ve Balık Mucize’si nasıl işlenmiş bakalım. Önce mozaikler…
Bizans mozaik sanatçısı, Ekmek ve Balık Mucizesi, 6. yüzyıl Sant’Apollinare, Novo Bazilikasında
Mozaik, Ravenna.
Jacopo Tintoretto
Ekmek ve Balık Mucizesinden detay, yaklaşık 1545-50.
Jacopo Tintoretto, Ekmek ve Balık Mucizesi (The Miracle of the Loaves and Fishes), yaklaşık 1545-50
Tuval üzerine yağlıboya, 154,9 × 407,7 cm, Metropolitan Museum of Art, New York.
Bir Öyküyü Anlatmanın Yolu
Ekmek ve Balık Mucizesi (The Miracle of the Loaves and Fishes)
Aziz Yuhanna’ya göre öykü şöyledir: Ve İsa gözlerini kaldırıp, yanına büyük bir kalabalık geldiğini görerek […] dedi: Bunlar yesinler diye nereden ekmek satın alalım? […]
Şakirtlerinden biri, […] ona dedi: Burada beş arpa ekmeği ile iki balığı olan bir çocuk var; fakat bu kadar adama bu nedir?
İsa: Halkı yere oturtun, dedi. O yerde çok ot vardı. Hesapça beş bin erkek kadar otururlar. O zaman İsa ekmekleri aldı ve sonra oturanlara dağıttı; öylece balıklardan da istedikleri kadar dağıttı.
Ve onlar doyunca İsa şakirtlerine dedi: Hiçbir şey zayi olmasın diye artan parçaları toplayın. Onları topladılar ve o beş arpa ekmeği yiyenlerden artan parçalarla on iki küfe doldurdular. (Yuhanna 6:5-13)
Geleneksel olarak merkezde yer alan ama alışılmadık bir şekilde zor seçilen İsa’nın ifade ettiği çelişkiler, Tintoretto’yu yıldırmaktansa mutlu etmiş gibidir. Görsel açıdan heyecan uyandıran bir resmi oluşturmaktan ve derinlik oluşturan araçlar kullanarak hem gerçeklik yanılsamasını geliştirmekten hem de izleyiciyi şaşırtmaktan sanatçı keyif almıştır.
Bu yaklaşım, kiliseleri süslemek ve inançlılara bilgi vermek için mozaik tasarlayan ilk Hristiyanları harekete geçiren yaklaşımın tam tersiydi. Yukarıda ilk eserde Ravenna’nın Ekmek ve Balık Mucizesini nasıl resmettiği bize durumu açıklar.
Ravenna; mekân ve derinlikle ilgili herhangi bir fikir oluşturmaya çalışmamış, İsa’ yı açıkça ve görkemli bir şekilde merkezde göstermiş, yiyecekleri iki yanındaki havarilere verirken İsa’yı onlardan daha üstün bir konuma getirmiştir. Tintoretto’nun resminde çok büyük bir role sahip olan “kalabalık”ın varlığı mozaikte yalnızca ima edilmiştir; öte yandan, birazdan gerçekleşecek olan mucize, gayet açık bir şekilde ifade edilmiştir.
Şimdi ise Rönesans ve sonrasındaki figür kurulumlarındaki hareket ve durağanlığa örnek verelim:
Susan Woodford’a göre hareket karşı hareketle dengelenmiştir.
Antonio and Piero del Pollaiuolo, Aziz Sebastianus’un Şehitliği (The Martyrdom of St Sebastian), 1475. Ahşap üzerine yağlıboya, 291,5 × 203 cm, National Gallery, Londra.
Yukarıda gördüğümüz eser rönesansın en tipik örneklerinden, bir üçgen kompozisyon içerisinde yedi temel figür var. Figür kurulumu adeta poz veren modellerden oluşmuş gibi. Resim karmaşık ve durağan. Dengeyi sağlayan ise temeldeki üçgen. Sahne sanatları ya da koreografi ile uğraşanlar için iyi bir örnek. Figürler çok hareketli ve ifade olarak yoğun duygular taşıyor olsalar da hareketsizler. Çünkü bu bir resim. Henüz figürler hareketsiz, sanatçı böyle bir ihtiyaç duymamış. Bir sahnenin temsili resmedilmiş.
Şimdi ise baroktan, uçuşan ancak dengenin karşı hareketlerle değil ışık ve gölge ile sağlandığı figürlerin anatomisinin hünerli bir biçimde idealize ve estetize edildiği iki esere gidelim.
Kitapta Klasik Dünyadan Mitler başlığı altında sunulan bu iki resim Reni ve Rubens’e ait.
Peter Paul Rubens, Savaş Alegorisi (Allegory of War), 1638 tuval üzerine yağlıboya, 206 x 342 cm
Pitti Sarayi, Floransa.
Rubens, bir mektupta resminin anlamını şöyle açıklamıştır:
En önemli figür Mars’tır, İanus açık tapınağını (barış zamanında Roma göreneklerine göre kapalıdır) terk eder, kalkanı ve kan lekeli kılıcıyla, telaşla ileriye atılır, insanları bir felaketle tehdit eder. Metresi Venüs’e kulak asmaz. Mars’ı yakalayıp kucaklamaya çalışan Venüs’e Amoresleri ve Erosları eşlik eder.
Mars ise elinde bir meşale tutan Öfkeli Alekto tarafından ileriye sürüklenmektedir. Hemen yakında, savaşın ayrılmaz parçaları olan Salgın Hastalık ve Kıtlık’ı kişileştiren canavarlar durur.
Aynı zamanda, kollarında bir çocuk bulunan bir anne vardır; her şeyi yozlaştıran ve yok eden savaşın doğurganlığa, üremeye ve merhamete köstek olduğunu gösterir… Büyük bir üzüntü içinde olan siyahlar giymiş, başörtüsü yırtılmış, bütün mücevherleri ve süs eşyaları çalınan kadın; uzun yıllardır yağmalanan, zulmedilen ve sefalete sürüklenen talihsiz Avrupa’dır. Tüm bunlar herkes için öylesine onur kırıcıdır ki ayrıntılara girmek gerekmez…
Guido Reni Hippomenes ve Atalante (Hippomenes and Atalanta), yaklaşık 1625, Tuval üzerine yaglıboya, 191 × 264 cm, Gallerie Nazionale di Capodimonte, Napoli.
Şair Ovid’in (Ovidius) yazdığı Metamorfoz adlı eser ressam ve heykeltıraşlardan William Shakespeare’e, tüm yaratıcı kişilere esin kaynağı olmuştur.
Bu masal, mitlerden oluşan hoş bir derleme olan Dönüşümler kitabında yazar Ovidius tarafından anlatılmıştır. Ovidius, bu masalda, Venüs’ün Hippomenes ve Atalante’nin öyküsüyle Adonis’in aklını çelmeye çalıştığını anlatır. En hızlı koşan ölümlü olan Atalante, bir kâhin tarafından hiç sevgilisi olmaması gerektiği konusunda uyarılmış. Böylece, tüm taliplerini koşu yarışına zorlamış, kazanana ödül olarak aşkını sunacağının sözünü vermiş, ancak kaybedeni ölümle cezalandırmış. O kadar güzelmiş ki yine de onunla yarışmak için pek çok kişi gelmiş ve ölmüş. Diğerlerinden farklı olarak Hippomenes, yarışta aşkın kazanması için akıllılık edip tanrıça Venüs’e başvurmuş.
Venüs, Hippomenes’e altın elmalar yapan ağacın üç meyvesini vermiş ve onu kutsamış. Yarış başladığında Atalante hemen öne geçmiş. Ovidius şöyle anlatıyor:
Hippomenes nefes nefese kalmış, rakibi epey uzaklaşmış. En sonunda, ağacın üç elmasından birini ileri yuvarlamış. Kız, şaşkınlıkla donakalmış, pırıldayan meyveyi elde etmek için büyük bir istek duyarak kendi yolunun dışına çıkmış ve almış. Hippomenes onu geçmiş ve tribünler izleyicilerin alkışlarıyla inlemiş. Fakat Atalante kaybettigi zamanı telafi etmek için olağanüstü bir çaba göstermiş ve gene adamı yeniden geride bırakmış. Hippomenes bir elma daha atarak Atalante’nin ilerlemesini ikinci kez engellemiş.
İşte, öyküde Guido Reni’nin resimlemeyi seçtiği an budur Hippomenes, kısa süre önce ikinci elmayı bir tarafa atmıştır, Atalante eğilip onu alır. Zaten elinde bir elma vardır, ama diğerine de karşı koyamaz. Hippomenes’in sol elinde saklanmış üçüncü bir elma daha vardır. Sonunda, onu da aynı şekilde kullanarak hem yarışı hem kızı kazanır.
Henri Matisse
Kırmızı Oda (Kırmızılı Uyum)
(The Red Room [Harmony in Red]), 1908, Tuval üzerine yağlıboya, 180,5 × 221 cm
Hermitaj Müzesi, St.Petersburg
Şimdi ise kitaptan Mekânın İşlenişi adlı başlıkla devam ediyoruz ancak kitapta başka bir yerde yer alan Matisse’in Kırmızı Oda adlı eseri de Mekânın İşlenişi adlı başlıkta yer alabilirmiş. Kırmızı Oda’ya yer verilen sayfalar Düz Yüzeylerde Desenler Oluşturmak adlı başlık altında yer almakta.
Matisse, kolayca anlaşılabilecek bir sahneyi, mekânın ve hacmin zar zor seçilebildiği bir desene indirgemek için renklerle ve şekillerle oynamış.
Bir seferinde, Matisse’i stüdyosunda ziyaret eden bir kadın, “Fakat sanırım, bu kadının kolu aşırı uzun!” diye yorum yaptı. Matisse kibarca şöyle yanıtladı: “Hanımefendi, yanılıyorsunuz. Bu bir kadın değil, bir resim.” Resim, gördüğümüz dünyayla aynı olmak zorunda değildir.
Şimdi Mekânın İşlenişi adlı başlığa bu tezat örnekten sonra dönebiliriz.
İrdeleyeceğimiz eser dünya sanat tarihinin yapı taşlarından biri olan The Last Supper.
Rönesanstaki teknik birikimin zirvesinde olan bu eser bütünsellik duygusunu izleyiciye layıkıyla transfer ediyor.
Leonardo da Vinci, Son Aksam Yemeği (The Last Supper), yaklaşık 1495-8, Alçı taşı üzerine tempera (restorasyon sonrası), 460 × 880 cm. Santa Maria delle Grazie, Milano
Mantık Bazen Sanatsal Sorunlar Yaratır
Tasvir bütünüyle gerçekçi olmasa da bugüne kadar yapılmış en akılda kalıcı ve inandırıcı “Son Akşam Yemeği” tablosunu muhtemelen Leonardo yapmıştır.
Her şey tamamen mantıksaldır. Ancak mantık bazen, sanatsal sorunları çözmez, aksine bu sorunları yaratır. Olağanüstü bir yaratıcılığa sahip Leonardo da Vinci 1495’te yine bir manastır yemekhanesinin duvarına kendi Son Akşam Yemeği resmini yaparken, sunumun tamamını ciddi şekilde yeniden ele almıştır. Tüm sahneyi tek bir bakışta kavrarsınız. Tam ortada yer alan İsa , arkasındaki pencereyle çerçevelenmiştir, mimari perspektifteki geriye doğru uzanan tüm çizgiler başının üstünde birleşir. Heyecanla konuşan yanındakilerle anlamlı bir kontrast oluşturarak, onlardan hem mekânsal olarak hem de içinde bulunduğu sükunetle tamamen ayrılmıştır. Havariler bir sıra halinde yan yana dizilerek oturmazlar, üçlü gruplar halinde kümelenmişlerdir. İçinde bulundukları yoğun heyecanın nedeni, İsa’nın “Sizden biri beni ele verecektir” (Yuhanna 13:21) demiş olmasıdır.
İsa, bu açıklamadan sonra sükunetini korur, bu sükunet başının ve açık kollarının oluşturduğu eşkenar üçgenle vurgulanır. Havariler, yerlerinden kalkarlar; öfkeli hareketler yaparlar ya da İsa’nın sözleri karşısında şaşkınlığa düşerek tutkulu bir şekilde suçsuz olduklarını iddia ederler, bütün sahne aniden yaşanmaya başlar, tek bir dramatik itici güç tarafından birleştirilir. Yuhanna (soldan dördüncü) masada Yuhanna (soldan dördüncü) masada diğerlerinden farklılaştırılmıştır ama yine de diğerlerinden farklılaştırılmıştır; Aziz Petrus öne doğru eğilmiş, arkasından ona yaslanmıştır. Yuhanna masaya yüklenmiştir, başını başka tarafa yöneltmiştir ve yüzü gölgededir.
Bu şaheser, berraklığı ve duygusallığıyla, sadece doğal olmanın ötesine geçer. Mekân beklenmedik bir şekilde geri çekilir, masa çok kısadır (havarilerin hepsi oturmak istese yeterli yer yok gibidir); ama çoğu kişi için bu, sahnenin bugüne kadarki en akılda kalıcı ve tatminkâr versiyonudur.
Kitapta Gelenek adlı başlık altında karşılaştırmalar yapılmış, geleneği öznel bir titizlikle kendi filtresinden geçiren sanatçı referans noktasını bariz bir biçimde izleyici ile paylaşır, diyor yazar. Yani eser nereden, hangi tarihsel alt yapı ya da sanatçıdan gelir, bazı eserlerde açık seçik ortadadır.
Kitabın ilginç yanı her bölümü önemli sorularla son bulması, size aşağıda en fazla ilgimi çeken soruları alıntılıyorum:
Önemli sorular;
Bir sanatçı geleneğe herhangi bir gönderme yapmaksızın tamamen yeni bir şey yaratabilir mi?
Geçmiş geleneklere gönderme yapması, bir sanatçının yaratıcı olmadığı anlamına mı gelir?
Gelenekten yararlanmak sanatçıyı: kısıtlar mı, özgürleştirir mi? (Burada daha önce bir yazımda da belirttiğim Ahmet Güneştekin’in gelene-ek ismiyle verdiği eserler aklıma geldi. https://muratulker.com/y/ahmet-gunestekinin-her-eseri-oykuyu-gectim-bir-romandir/)
Bu yazımda Woodford’un sayesinde resim sanatına kısa ama özlü bir yolculuk yaptık. Sizleri bu soruların cevaplarını düşünmekle başbaşa bırakmadan evvel bir not düşmek istiyorum: Bu soruları düşünmek sizi daha bilinçli yapabilir. Belki de iş yapma pratiklerinize ve iş etiğinize etki eder, sanat felsefesinin yatay tesirlerini olumlu şekillerde iş yaşantınızda deneyimleyebilirsiniz.. Eleştiri ve öz eleştiri pratiklerinin kendinizde, sevdiklerinizde ve takım arkadaşlarınızda oluşmaya başlaması, estetik yönü olan ilgi alanları ile daha kolay gelişebilir. Bu sorulardaki sanat yerine girişim, sanatçı yerine girişimci kelimesini koyduğumuz vakit sorular iş dünyamız için de geçerli oluyor. İşte bu yüzden sanat evrenseldir diyebiliriz.
Mesela yazar The Last Supper’ı izah ederken aşağıdaki sözlere yer vermiştir.
“Mantık bazen, sanatsal sorunları çözmez, aksine bu sorunları yaratır.”
Susan Woodford’u zihnimde unutulmaz kılacak bir cümle bu. Bu derece topluma mal olmuş bir eser için değil de, bu sözü başka bir eser için sarf etse bu kadar etkilenir miydim bilmem ancak bu cümleyi bağlamından kopardığımızda, hatta sanat kelimesini de içinden çıkarsak bile anlam değişmiyor. Mesela mantık bazen girişim sorunlarını çözmez aksine sorun yaratır. Ne demişti Picasso “Sanat gerçeği anlamamızı sağlayan bir yalandır”.
Peki gerçeği anlamamızı sağlayan şeyin gerçekten de bir yalan olması mümkün müdür? İşte size bir olmak ya da olmamak sorusu… Ne dersiniz?
Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez.