Öz Biyografi

BABALAR GÜNÜ GELİYOR!

LinkedIn

BABALAR GÜNÜ GELİYOR!

Hani sormuştunuz, “Okuduğun bir kitabı tavsiye eder misin?” diye. Genelleme yaparsak, Âdem ve İsa hariç hepimizin babası vardır. Hepimiz nihayetinde babasız kalırız ama çoğunlukla baba oluruz ve baba-evlat ilişkisi yaşarız. Hani meşhur bir liste* vardır; her çocuğun babası hakkında muhtelif yaşlardaki idrak ve kanaatinin sıralandığı… Ben listenin sonuna vardım.

Bu babalar gününde ise ben herkese bir hediye tavsiye ediyorum. Sevgili babamın yeniden düzenleyerek bastığımız hayat hikâyesi… Kapağında “gençler için yeniden düzenlenmiştir” ibaresi yer alıyor. Bunu gören oğlum Mustafa, “Tamam şimdi ben bunu okuyabilirim,” demişti. Önceki baskıdan farkı neydi? Sayfa sayısı yarıya indi, sual-cevap gibi düzenlendi, en uzun bahis iki sayfa; herhangi bir sayfadan başlayarak okuyup bıraktığınızda yeniden istediğiniz yerden başlayabiliyorsunuz. Velhasıl dijital çağın sabırsızlığına uygun ve sanki internette sörf yaparcasına okunuyor. Altta sizinle kitaba yazdığım sonsözü paylaşıyorum.** Ayrıca sevgili ablamın babama yazdığı bir mektubu*** ekledim. Mutluluklar dilerim tüm baba ve evlatlara.

Kitaba buradan bakabilirsiniz: https://www.dr.com.tr/Kitap/Sabri-Ulker-Hayat-HIkayesi/Hulusi-Turgut/Edebiyat/Biyografi-Oto-Biyografi/urunno=0001850734001

*MEŞHUR LİSTE:

6 Yaşında: Babam her şeyi biliyor.

10 Yaşında: Babam çok şey biliyor.

15 Yaşında: Ben de babam kadar biliyorum.

20 Yaşında: Babamın da pek fazla bir şey bildiği söylenemez.

30 Yaşında: Bir kere de babamın fikrini sorsam fena olmayacak.

40 Yaşında: Ne de olsa babam bazı şeyleri biliyor.

50 Yaşında: Babam her şeyi biliyor.

60 Yaşında: Ahh! Keşke babam hayatta olsaydı da kendisine danışabilseydim…

** Sabri Ülker Hayat Hikâyesi

Murat Ülker Sonsöz

Murat Ülker, kuruluşunun 75. Yılında Yıldız Holding’in dününü ve bugününü anlatıyor.

“Amcamla babamın üç kişi ile yola çıktıkları ‘teşebbüs’ bugün altmış beş bin kişi ile beş kıtaya yayıldı”

Her işin bir hikâyesi vardır, ilginçtir. Ama bizimki çok daha ilginç hatta şaşırtıcı: Rahmetli amcam Asım Bey ile babam Sabri Bey, bundan tam yetmiş yıl önce, yani İkinci Dünya Savaşı’nın bütün şiddetiyle devam ettiği 1944 yılında, İstanbul’un Eminönü semtindeki ilkel bir imalathanede bir tohum atıp, Ülker bisküvilerini üretmeye başlamışlar. Yanlarında sadece üç yol arkadaşı varmış. Aslında Türkiye bu savaşa katılmamış ama ateş çemberi içindeymiş. Yokluk ve kıtlık kol geziyor, ekmek dahi karneyle veriliyormuş. O kadar ki un yokmuş, şeker yokmuş, hatta yağ yokmuş. Haklı olarak, böyle bir ortamda bisküvi imal etmenin mantığını arayabilirsiniz. Doğrudur. Bugün geriye bakınca, o aradığım mantığı iki kelime ile izaha çalışıyorum:

Hayal ve cesaret, yani öngörü…

Amcamın ve babamın hayat mücadelelerini, kendilerinden dinleme şansına sahip oldum. Dinlediklerimden ders çıkarmaya gayret ederken, her ikisinin çalışma yöntemlerini de gözlemledim. Daha sonra prensiplerini rehber edindim. İşte o gözlemlerim ışığında, Sabri Bey’in yaşam tarzı haline getirdiği iş hayatını bugünle mukayese ederek anlatmak istiyorum. Babam Sabri Bey, gerçekten prensip sahibi bir kişiydi. Yaşantısını da bu prensipler çerçevesinde programlardı. Günlük işlerini önceden planlar, onu harfi harfine uygulardı. Toplantılara, dersini çalışmış olarak girerdi. Sabri Bey’in aktif iş hayatında büyük yeğeni kendisinin en büyük yardımcısıydı. O da aynen babam gibi planlı ve programlı hareket eder, amcasının işini kolaylaştırırdı. Sabri Bey’in günlük iş akışının yanı sıra seyahatleri de diyebilirim ki dakikası dakikasına planlanmıştı. Bu plan kapsamında gidilecek yerler, yapılacak işler, hepsi kâğıda dökülürdü. Bizler, planlı bir babanın yaşantısını görerek büyüdük. Ben de rahmetli babam gibi yirmi dört saatimi planlarım. Yani hem iş ilişkilerim hem de ailevi ilişkilerim ve aktivitelerim, planlıdır. Yakın çevrem de bu planı önceden bilir. Bu arada şu konuyu özellikle vurgulamak istiyorum: “Sabri Bey, toplantılara katılmadan önce dersini çalışır,” demiştim. Bu, aynen bize de sirayet etti. Önceden hazırlanmadığım bir toplantıyı asla yapmıyorum. Bu konuda şöyle bir örnek verebilirim: Bir defasında, yurtdışından iş ortaklarımız gelmişti. Şirketlerimizden birisinin yönetim kurulu toplantısını yapacaktık. Gündemin önceden belirlenmediğini ve müzakeresi yapılacak konunun evrakının bize ulaşmadığını gördüm. Bunun üzerine, yönetim kurulu toplantısını yaptırmadım. Aslında, bu bir kriz gibi görünse de doğrusunu yaptığım inancındayım.

İş yapmasını ve onu sevmesini babamdan öğrendim

ABD Başkanlarından Abraham Lincoln, “Babam, bana iş yapmasını öğretti ama işi sevmesini öğretemedi,” demiş. Oysa babam Sabri Bey, bana iş yapmanın yanı sıra işi sevmesini de öğretti. O bakımdan, sevgili babama minnettarım. Babamız, hayatını ayrıntılı bir şekilde planlamıştı. Biz evlatları ise aile ortamında özgürce oluşan kişiliğimiz şekillendikçe, babamızın o planlı hayatının hepsini yaşamak istemedik. Bir ölçüde, kendi planımızı oluşturup, hayata geçirdik. Babamızın yaşam tarzından ayrılışımızı bir örnekle anlatmak istiyorum. Sabri Bey, her akşam radyodan günün haberlerini dinlerdi. Bizim çocukluk yıllarımızda, önce radyoda, daha sonraki dönemde televizyonda yayınlanan akşam haberlerine Akşam Ajansı denilirdi. Radyolu yıllarda, ajans bülteni yayınlandıktan sonra Hükümet Bildirisi okunur, onu Meteoroloji’nin Hava ve Yol Durumu izlerdi. Sabri Bey, acaba bunları niçin dinleme ihtiyacı hissediyordu? Onun cevabını, iş hayatına atıldıktan sonra buldum. Ülker ürünleri kamyonlarla ülkenin dört bir köşesine sevk ediliyordu. Babam, ister istemez hava ve yol durumu hakkında bilgi toplamaya çalışır, mal sevkiyatının aksayıp aksamadığını öğrenmek isterdi. Babamın ajans dinleme alışkanlığı, her nedense bende oluşmadı. Günlük, saatlik haberleri önceleri gazete ve fakstan okuyordum. Şimdi ise sanal dünyaya girip, internetten takip ediyorum. Sabri Bey’in bir başka meziyeti, her şeyi not tutmasıydı. Yazısının kaligrafisi çok güzeldi. Defterleri, kitapları, gayet muntazamdı. Kitaplarını okurken, özenle korurdu. Sayfalarında, bir tek çizik göremezdiniz. Babamdan ayrıldığım ikinci nokta, işte burada ortaya çıkıyor. Hiç not tutmuyorum. Kitap okurken, önemli gördüğüm satırların altını da çiziyorum.

Pazarlık yaptığımı işiten Sabri Bey’den geçer not almışım

Sabri Bey’in temel tutum ve davranışlarını çözmek kolay değildi. Aslında, Sabri Bey ne isterdi? Doğrusu, onu tam manasıyla bilemiyorum. Çünkü isteklerini açıkça söylemez, talimat vermezdi. Çok nazik bir insandı. Sizin anlamanızı beklerdi. Şimdi, kendi kendimi sorguluyor ve “Sanırım, Sabri Bey’i anlayabildim, onun isteklerini yapabildim,” diye düşünüyorum. Aslında kendisi zaten bir beklenti içinde değildi. Bu konuda yaşanmış ancak babamın vefatından sonra bana yansıtılmış bir olayı anlatmak istiyorum: Sabri Bey’in, yönetimin başında olduğu dönemlerde Ülker’le iş yapan bir arkadaşıyla sıkı pazarlığa girişmiştim. Bu kişi, beni Sabri Bey’e şikâyet etmiş. Sabri Bey, iş yaptığı arkadaşını dikkatlice dinledikten sonra kendisine mutluluk dolu bir ifadeyle şu cevabı vermiş: “Demek ki Murat işi öğrenmiş…” Sabri Bey, yönetim konusunda kulağımıza küpe olacak temel kuralları sadece söylemekle yetinirdi. Şöyle ki:      İşinin ehli, düzgün insanlarla çalışın.       Daima, bir de B planınız olsun. Evet, Sabri Bey’i keşfetmek kolay değildi. Sabri Bey, son on yıllık dönemde işinin başında olsaydı acaba hangi noktalarda aramızda ciddi görüş ayrılıkları çıkabilirdi diye düşünürken, o konuyu da bugün şu şekilde izaha çalışıyorum. Sabri Bey, işin çok büyümesinden endişe edebilirdi. Çünkü kendisi, ağır ağır ve sürekli yürümek isterdi. Bu yöntemi takip edenler için yolun uzun olmadığını düşünürdü. Bugün, iş alanımız Japonya’dan Amerika’ya kadar genişlemiş durumda. Sabri Bey, bu manzara karşısında işlerin başında duracak güvenilir kişi bulunamayacağından, dolayısıyla çalışmaların kontrol edilemeyeceğinden, sevk ve idarede de problemler çıkabileceğinden endişe ederdi. Öyle zannediyorum ki babamın nasihatlerini tutuyoruz. Çünkü endişe edeceğini düşündüğüm konularda, işlerin düzgün gitmesi için elimizden geldiği kadar gayret gösteriyoruz. Her işimizde, iyi bir takım kurduğumuz kanaatindeyim. Çünkü eşim, dostum, arkadaşlarım, kurduğumuz takımdan övgüyle söz ediyorlar. Dostça tespitlere objektif olarak baktığım zaman ben de kendileriyle aynı düşünceyi paylaşıyorum. Özetle şunu söylemek istiyorum: Son on yıllık dönemde, Sabri Bey işin başında olsaydı, eminim ki hiçbir konuda görüş ayrılığımız bulunmazdı. Çünkü ben, biraz daha olgunlaşmış olurdum. Babam da işleri biraz daha delege etmiş, takip ediyor durumda bulunurdu. Herhalde, birbirimizi memnun ederdik. O son on yıllık dönemde, Sabri Bey işleri uzaktan takip etti. Takip ederken de bana şunları söyledi: “Zaman zaman toplantılarınıza geleceğim. Dinleyici olarak katılacağım. Ama bu arada söylemem gereken bir şey olursa, onu da esirgemeyeceğim.” Hakikaten Sabri Bey, şirket toplantılarına uzun yıllar geldi. Dinleyici olarak katıldı. Masa üstündeki evraka bakmakla yetindi. Hiçbir şey sormadı. Demek ki aramızda bir görüş ayrılığı olmamıştı. Ama her şey sütliman da değildi. Zaman zaman endişelerini de dile getirir, uyarılarda bulunurdu.

Çok kültürlülük Ülker’de huzur ve başarı sağladı

Dünle bugünü mukayese ederken öncelikle kurum kültürümüzü irdelemek istiyorum. Yıldız Holding’in bugün tüm faaliyetlerinde, Sabri Bey Yasalarının izleri bulunmaktadır. Sabri Bey’in alışkanlıkları, bize öğrettiği usuller, yasalar, Yıldız Holding şirketlerinin damarlarına kadar işlemiş durumda. Bu vesileyle, Ülker’in kurum kültürü konusunda da bir anekdot nakletmek istiyorum. Yıllar önce büyük bir şirketten, profesyonel bir yöneticiyi grubumuza transfer ettik. Bu arkadaşımız, çalışmaya başladıktan bir süre sonra, şöyle bir değerlendirmede bulundu: “Ülker’de iki önemli tespitim oldu. Birinci tespitim şu: Bu şirketler topluluğunda değişik fikirlere sahip, yaşam ve anlayış tarzları farklı insanlar çalışıyor. Ama gördüğüm kadarıyla, hepsi ortaklaşa bir gayretin içinde. İkinci tespitime gelince: Toplumun değişik katmanlarından gelen bu profesyoneller, aynı zamanda huzur ortamında işlerini yapıyorlar. Kısacası çok kültürlülük, Ülker’de ortak bir kurumsal kimlik oluşmasını engellememiş, üstelik katkı sağlamış.”

Gelelim Ülker’in kurumsallaşması meselesine…

Yıllar önce yabancı bir danışman bize şunları söylemişti: “Kurumsallaşma önemlidir.” Bugün, Ülker’i yönetirken, deneyimlerimiz ve takatimiz ölçüsünde gayret gösteriyoruz. Benimle birlikte iş arkadaşlarım da aynı gayretin içindeler. Evet, kurumsallaştık. Kurumsallaşırken, öğrenmenin peşini de bırakmadık. “Öğrenmenin yaşı yoktur” dedikleri gibi iş hayatında da eğitimin sonu yok. Devamlı eğitimlere giderim. Ders alırım. Bu arada, gençleri de takip eder, kendimi geliştirmeye çalışırım. Rahmetli babam, yetişme çağımda, “Oğlum, doktor ol. Bizim işler zor… Bir sürü insanla uğraşacağına, tababet mesleğini yaparsın, kafan da rahat olur,” demişti. Ancak o dönemde doktorluktaki riskin daha fazla olduğunu gördüğüm için işletmeciliği seçtim. Ardından da bir Türk atasözünde, babanın sanatı, oğluna mirastır denildiği gibi amcamın ve babamın kurdukları tesislerde kendimi buldum.

Sabri Bey’in bize aşıladığı en önemli özelliklerden biri de hayırseverliktir. O, hayır işlerini hayatının bir parçasıymış gibi yapardı. Biz de ondan öğrendik ve hayır işlerini hem hayatımızın hem de kurumumuzun parçası yaptık.

Yurtiçi ve yurtdışı tesisleri global ölçekle yönetiyoruz

Yıldız Holding bünyesinde, şu anda farklı uyruklardan yöneticiler görev yapıyor. İş âleminde yabancı uzmanlarla çalışmak, aslında çok büyük bir devrim. Ama bu, Ülker için bir yenilik değil. Aile şirketimizde işe ilk başladığım zaman tercümanlık yapıyordum. Ülker’de görev yapan yabancı uzmanların tercümanlığı bana verilmişti. “Şimdi yabancı uzmanlarla çalışıyor musunuz?” derseniz, evet çalışıyoruz. Ama yabancı uzmanlarla çalışmanın çok ötesine geçmişiz. Yani, sadece uzmanlarla değil, binlerce yabancıyla çalışıyoruz. Bugün, altmış beş bin dediğimiz Yıldız Holding kadrosunun neredeyse yüzde yirmisi yabancı uyruklu personelden oluşuyor. Bu yabancı uyruklular, Türkiye sınırlarının çok ötesinde, beş kıtadaki işyerlerimizde görev yapıyor. Yıldız Holding, dünyanın dört bir köşesindeki işyerlerinde profesyonellerle lokal olarak çalışıyor. Bir başka ifadeyle, tesislerimizin bulunduğu yerde, lokal hizmet üretiyoruz. Zaten, global olmanın ana kuralı da budur. Ben bir Türk’üm; işyerimin bulunduğu ülkede, Türk usulünü uygularım, demeniz mümkün değildir. İşte o zaman, global olamazsınız, emperyalist duruma düşersiniz. Sabri Bey Yasalarını, dış ülkelerdeki işyerlerimizde de kendi içimizde yaşatıyor, yabancı personeli, global kurallar çerçevesinde istihdam ediyoruz. Zaten, global bir kuruluş olmak denildiği zaman, meseleyi şöyle görüyorum: Ayrı bir ligde oynuyorsunuz. İş yapışınız farklı oluyor, tüketiciniz de… Tabii hepsinin başında, çalışanlarınız farklı.

Godiva’yı, çorba üreten bir firmadan devraldık

1980’lerde Çin’e kadar gitmiştim. O yıllarda Çin, bizim için taa uzaklardaydı. İşte o ilk seyahatim sırasında acaba buralarda ne yapabilirim, diye düşündüm. Aslında biz, kendi içimizde çok konuşan bir aile değildik. “Ne yapabiliriz?” düşüncesini, aile ortamında müzakere etmezdik. Genellikle, bir işin aslı konuşulurdu. Çin’e gitmek istediğimi söyleyince, Sabri Bey bana, oralarda yaşayan bir dost tavsiye etmişti. Sadece Çin’e değil, Amerika’ya giderken de aynı durumu yaşamıştım. Babamın, o tarihte Amerika’da seksen küsur yaşında bir dostu vardı. Bu kişinin evine gittim. Babamın dostu, beni Stanford Üniversitesi’ne götürdü. Çevresiyle tanıştırdı. Etrafı dolaştırdı. İşte bu seyahatim sırasında da Amerikan iş yönetimini keşfetmeye çalıştım.

Yetişme çağlarımda Sabri Bey beni sürekli teşvik etti. Hiçbir zaman sağda solda ne işin var, evde otur, demedi. Babam, öğrenme ve deneyim sahibi olma konusunda kanaatkâr değildi. Hep, bir yerlere gitmemi, hayatı öğrenmemi, tecrübe kazanmamı istedi. Sabri Bey, iş hâkimiyetini birinci planda tutardı. Onun için Ankara fabrikamız kurulduğu zaman, yeğenini işin başına göndermişti. Şimdi düşünüyorum da Godiva’yı Sabri Bey’in döneminde almış olsaydık, belki de bana git, Amerika’da otur diyebilirdi.

Söz Godiva’dan açılmışken, bu yeni global teşebbüsümüzü gerçekleştirdiğimiz sırada, karşılaştığım ilginç bir soruyu ve verdiğim cevabı paylaşmak istiyorum. Godiva’yı aldığımız zaman, şu anda çok büyük uluslararası bir şirkette görev yapan bir bayan bizde pazarlamanın başında çalışıyordu. Bu bayan bana, o günlerde şöyle bir soru yöneltmişti: “Mr. Ülker, Godiva’yı aldınız. Çikolata üreteceksiniz. Bu arada mecbur kalırsanız, üretim tezgâhının başına geçer misiniz?” O bayana, aynen şu karşılıkta bulundum: “Siz, hiç merak etmeyin. Gerektiği zaman çikolata üretimini rahatlıkla yapabilirim.” Bayan yönetici, beni dinledikten sonra rahatladı. Godiva’nın önceki sahipleri çorbacıydı. Bunu küçümsemek için söylemiyorum. Biz ise çikolatacıyız…

Avrupalılar ve Amerikalılar “Yeni Dünya”yı biliyorlar, biz de “Eski Dünya” yı… Amerikalılara bunu söyleyince, anlayamıyorlar. Bana Eski Dünya neresi, diye soruyorlar. Godiva’yı aldıktan sonra, Eski Dünya ile Yeni Dünya’yı kaynaştırma gayreti içinde oldum. Çünkü böyle bir avantajımız vardı.

Sabri Bey Yasaları ile yaşıyoruz, çalışıyoruz

Zaman zaman, “Sabri Bey, Yıldız Holding’in bugün ulaştığı seviyeyi görseydi, acaba en çok hangi gelişmelerden mutlu olurdu?” sorusunu kendime yöneltiyorum. Cevabını da olumlu ve olumsuz yönleriyle vermek istiyorum. Sabri Bey, Yıldız Holding’in bu kadar büyüyüp beş kıtaya yayılmasından tereddüt ederdi. Ama biz, kendisinin prensiplerini bozmadan yola devam ettiğimizi zannediyorum. Sabri Bey, yaptığınız işin ya satıcısı ya da müşterisi olun, derdi. Bugün, Yıldız Holding olarak başta yağ olmak üzere, pek çok hammadde imal ediyoruz. Aynı zamanda bu ürünlerimizin de müşterisiyiz. Yine bugün, dünden beri yaptığımız işleri yapıyoruz. Bisküvi ve çikolatayı ana işimiz olarak üretiyoruz. Şok’la, Bizim Toptan’la perakendede büyüyoruz. İstegelsin’le dijital dünyanın yeni olanaklarını zorluyoruz.

Çünkü müşterimizin ne istediğini biliyoruz. Pazarın talebinden haberdarız.

Gıda sektörü içinde hem üretim hem de dağıtım işindeyiz. Stratejik olarak da buraya odaklanarak yan işlerden yavaş yavaş çıkıyoruz. Bütün bunları yaparken, Sabri Bey Yasalarından dışarı çıkmıyoruz. Sabri Bey, bize daima, başka sahalara bakın bakalım der, değişik alanlarda da araştırma yapmamızı isterdi. Bunu ben, Sabri Bey’in B Planı şeklinde değerlendiriyorum. Hesabımızı daima yaparız. Bu, babamızın bize olmazsa olmaz öğüdüdür. Bu hesabı yaparken borç ve alacaklarımızı önümüze koyarız. Bu hesaplaşma, hep gündemimizde olur. Hesabımızı yaparken nazari olarak işimizi tasfiye edip malımızı sattıktan sonra varsa borcumuzu öderiz. Neticede, fabrikalarımızın ve markalarımızın bize kaldığını görürüz.

Özetle söylemek gerekirse, hesapsız işe girmeyiz. Risk almayız. Ama risk konusunu, bu ifadeyle kestirip atmak istemiyorum. “Hesaplanabilir risk” alırız. Zaten, Sabri Bey de her şeyin hesabını yapardı. Sanırım kısa bir süre önce dünyadaki ekonomik konjonktürden kaynaklanan yeniden finansman sürecimiz ne dediğimi çok iyi anlatıyor. Bugün, takip etmiş olduğumuz yolu görse memnun olurdu diye düşünüyorum.

En kötü ihtimali göze alarak yola çıkarım

Yıldız Holding, her yıl hesabını, kitabını, kazanımlarını ve hedeflerini kamuoyuyla paylaşır. Bu arada biz, genel müdür ve diğer profesyonellerimizle birlikte, yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı tartışır, karara bağlarız. Arkadaşlarım, bir değerlendirme sistemi olan 360 Derece Performans Değerlendirme Yöntemi uygularlar. Bu bir bakıma matematikte sağlama dediğimiz yöntemdir. Bu uygulama sırasında birlikte çalıştığımız profesyonellerin memnun oldukları ve olmadıkları işler sıralanır. Bu bilgileri alır, kendime hedefler koyarım. İşte bu çalışma sırasında, profesyonellerle aramızda gizli bir mutabakat oluşur. Örnek vermek gerekirse, Yıldız Holding’in global anlamda yeni bir kategori meydana getirip inovatif bir şekilde başarıya ulaşmasını hedeflemişsek, bunu gerçekleştirdiğimiz takdirde, kendi ayakları üzerinde duran global bir şirket olduğumuzu görürüz.

Sabri Bey’in yaptığı işlerde ikinci bir şansı yoktu. Mutlaka doğru yapıp, başarıya ulaşması gerekirdi. Kendisi bana, daha okul sıralarındayken bir avantaj tanıdı. O avantajı, şu sözlerle ifade etti: “Oğlum, önemli olan aldığın not değil, derslerini öğrenmendir. Sınıfta kalma yeter.” Babamın tanımış olduğu bu avantaj çerçevesinde hareket ederim. Her şeyi riske ederek adım atmam. Şüphesiz kadere inanırım. Bu, çok büyük bir rahatlık getirir. İş dünyasının riskine girmemeye çalışırım. En kötü ihtimali göze alarak yola çıkarım. Ama pek tabii iyi şeyler olmasını arzu ederim. Ülker Grubu’nun, yeni global adıyla Yıldız Holding’in 75. yılında kurucularımız rahmetli amcam Asım Bey ve rahmetli babam Sabri Bey’i minnetle ve şükranla anarken, dünya coğrafyasına yayılmış bulunan bu tesislerin bize emanet edildiği bilinci içinde şunları söylemek istiyorum:

Bunca tecrübelerimden sonra, insanın cesaretle giriştiği işlerde daha başarılı olduğunu gördüm. En büyük cesaretin ise sabır olduğunu rahmetli babamdan öğrendim. Hayır, demesini bilmenin de bir cesaret işi olduğunu, deneyimlerimle gördüm. Sabri Bey de yeri ve zamanı gelince hayır demesini bilen, cesur bir kişiydi. Cesareti, kendisini aynı ölçüde cömert de yapmıştı. Çok çalışırdı. Çalışmanın olmadığı yerde hayatın olmadığının da bilincindeydi. Her istediğini değil, adil olanı yapardı. Nadiren söz verirdi ama verdiği sözü hemen yerine getirirdi. Kısacası, evladı olmakla iftihar ettiğim babam Sabri Ülker, bana göre kâmil bir insandı. Ülker’in 75. yılında, nasıl bir duygu ve düşüncenin içindeyim? Babam Sabri Bey’in biyografisine sonsözü yazarken, bunun da cevabını vermek istiyorum. Birkaç yıl önce, bir gazetecinin şu sorusuna muhatap olmuştum: “Para kazanıyor musunuz?” Gazeteciye, “Zarar etmiyorum…” dedim. Yine aynı gazeteci bu defa, “Hayatınızdaki en büyük lüks nedir?” sorusunu yöneltti. Ben de şu karşılıkta bulunmuştum: “Nefes almak! Yaşıyorum; bundan güzeli var mı? Hiç şikâyetim yok…”

İstanbul / Çamlıca, 10 Ekim 2019

Murat Ülker

***Ahsen Özokur’dan Sabri Ülker’e Mektup

Sevgili Babacığım,

Her şey hatırıma gelirdi de size mektup yazacağım gelmezdi. Çünkü altmış iki yıl boyunca bizden hiç uzak kalmadınız ki… Hep yanımızda ve yakınımızdaydınız. Dile kolay, bir yıldan beri uzaklardayız… O yüzden şimdi size, bu ilk ve son mektubumu yazıyorum.

Babacığım,

Sizi bir yıl önce ebedi yolculuğunuza uğurlarken hasretinize nasıl dayanacağımı düşünmüştüm. Sonra sevgili anneciğim ile yarım asırdan beri hasretini çektiğimiz Ali kardeşime kavuşacağınızı bildiğim için kendimi teselli ettim. Eminim ki kavuştunuz…

Sevgili anneciğim ve kardeşimizle birlikte, huzur içinde olduğunuza inancım tamdır. Ama ne var ki sizleri çok özlüyorum. Tekrar çocukluk çağıma dönüp elinizden tutarak okuluma gitmeyi hayal ediyorum. Şafakla birlikte kalkıp aynı masanın etrafında göz ucuyla sizi izlerken ders çalışmayı istiyorum.

Siz bana hem baba hem de arkadaştınız. Her sabah, evimizde günü karşılarken karşılıklı masaya oturur, çalışmaya koyulurduk. Siz işinizi, ben de dersimi yapardım. Kareli defteriniz vardı. Üzerine inci gibi notlar yazardınız. Yazı disiplininizi gördükçe size çok imrenirdim.

Çalışmamız bittikten sonra baba-kız karşılıklı kahvelerimizi yudumlarken sohbet ederdik. Bana, hayatınızın akışıyla ilgili bilgiler verirdiniz. Sizi dikkatle ve hayranlıkla dinler, bir şeyler öğrenmeye çalışırdım.

Çocukluğumdan itibaren özgürdüm. Bunu siz sağlamıştınız. Bize hem özgürlüğün sınırlarını çizmiş hem de sosyal yaşamın şartlarını anlatmıştınız. Kısacası, haklarımızın yanı sıra sosyal sorumluluklarımızın neler olduğunu da adeta ezberletmiştiniz.

Sevgili Babacığım,

Bizleri evlat olarak çok güzel bir sevgiyle büyüttünüz. Üzerimize titrediniz, gözünüz gibi korudunuz ama şımartmadınız. İşinizden yorgun argın gelir, o halinizi dahi hissettirmeden, beni sinemaya ve tiyatroya götürürdünüz.

“Kırmızı Paltolu Kızınız”ı kimselere emanet edemeyeceğinizi söyler, gerekçesini de şöyle açıklardınız:

“Benim, çok vaktim yok. Kızımı benden ayırmayın…” Babacığım, tiyatro ve sinemanın yanı sıra birlikte fabrikaları da gezerdik. Aslında bana karşı çok hoşgörülüydünüz. Hatırlarsınız tüm gideceğimiz yerleri ben belirlerdim. Çünkü o alandaki seçiciliği bana bırakarak kişiliğimin oluşmasını sağlamak istemiştiniz.

Çok kibardınız. Bir o kadar da düşünceli… Arabayla bir yere gitmeye hazırlanırken önce annemi ve bizleri bindirip, kapılarımızı kapattıktan sonra direksiyon başına geçerdiniz.

Sevgili Babacığım,

2000 yılının başında yaşınız kemale ermişti. İşinizi kardeşim Murat’a devretmek istiyordunuz. Her nedense paniklemiştiniz. Aradan on üç yıl geçti. Murat size layık bir evlat olduğunu gösterdi.

Bu arada, sizin engin hoşgörünüze sığınarak, iki konuyu açmak istiyorum. 1929 yılında ailece Kırım’dan döndükten sonra atalarımızın diyarına bir daha gitmediniz. Bizim gitmemizi de istemiyordunuz. Ama ne çare ki toprak çekti Murat’la birlikte gittik, doğduğunuz diyarları gezdik ve gördük. Duygulandık.

Şimdi gelelim ikinci konuya… Babacığım, hatıralarınızı pek kimseyle paylaşmadınız, yazılmasını da istememiştiniz. Ama geçen zaman içinde bu konuda dostlardan ısrarlı talepler geldi. Hayat hikâyenizi öğrenmek istiyorlardı. Bu isteklere kamuoyu baskısı da eklenince, “hayır” diyemedik. Biliyorum, böyle bir durum karşısında, siz de “peki” derdiniz.

Bu mektubumla birlikte size hatıralarınızı sunmak istiyorum.

Babacığım; Sabri Ülker’in değil, “babamın kızı” olmak çok güzel bir duygu… Sizi ve sevgili annemle Ali kardeşimizi minnetle, şükranla ve rahmetle anıyoruz.

İstanbul / Çamlıca, 12 Haziran 2013

Kızınız Ahsen Özokur

YORUM YAZIN