İSLAM’IN KAYIP ALTIN ÇAĞI
S. Frederick Starr’ın, Kayıp Aydınlanma: Arap Fetihlerinden Timur’a Orta Asya’nın Altın Çağı adıyla yazdığı kitabının (*) tanıtımını yaptığı youtube üzerinden bir söyleşiden alıntılarımı aşağıda düşüncelerimi ekleyerek sunuyor ve linkini de ekliyorum.
F. Starr, ABD’nin 19. yüzyıldaki en büyük virtüöz piyanistlerinden biri ve önemli bir bestecidir. Jazz klarnet sanatçısı olan 84 yaşındaki Starr, arkeolog ve Rusya ve Avrasya konusunda bilinen bir uzmandır. Aynı zamanda çok geniş bir Forte piyano koleksiyonuna sahiptir. Orta Asya dahil sahanın da uzmanı olan Dr. Starr’ın bize İslam kültürünün ne olduğu ve hangi aşamalardan geçerek bugünlere geldiği konusunu anlatması bir ayrıcalıktır.
Starr bence meşhur müsteşrikler gibi konusunda uzman, yıllarını sahada harcamış, zorluklarla karşılaşmış, bileğinin hakkıyla konusunda otorite olmuştur. Ama bu imkanları nasıl edindiği ve motivasyonu bence muammadır. Ulaştığı kaynak ve bilgileri takdir etmekle birlikte, anlattıklarının amacı ve bizim toplumumuza bugün neler hissettireceği konusunda endişeliyim. Zira amacı salih amel ve rızayı bari (Allah’ın rızası) olan saygın bilim adamlarının milliyet ve şöhret beklentileri olmamıştır ki…
Frederick Starr’ın Kayıp Aydınlanma kitabı bize ne kadar cahil olduğumuzu gösteriyor. Asya’da MÖ. birkaç binli yıllardan başlayan kitap, arkeolog olarak çalışma deneyimiyle zenginleştirilmiş. Matematik, astronomi ve tüm bu alanlardaki bilgisi ile meczetmiş. Kitap 15 dile çevrilmiş.
Ben kitabı, yazarın kitabının özetini yaptığı bir toplantının youtube kaydının (https://www.youtube.com/watch?v=wXcontNVjVU) Türkçe çözümlemesi üzerinden yorumladım. Bence ilginç olan noktaları ünlemle işaretledim ve sual/fikirlerimi “kalın” yazarak belirttim. Yazarın sohbet toplantısını metne dökerken biraz kısalttım. Bu arada yazının sonuna da kitapla ilgili akademik yayınlarda ve popüler dergilerde çıkan sekiz özet, eleştiri yazısını ekledim.
İsteyen dinler, isteyen okur. Ama dikkate değer bir “art niyetli” çalışma, neden/niçinini düşünmek gerek. Tabii şunu da söylemek gerek, söyledikleri neticede tarihte geçmiş olaylara dayanıyor.
(*) Starr. F.(2019). Kayıp Aydınlanma: Arap Fetihlerinden Timur’a Orta Asya’nın Altın Çağı, Kronik, ss.702..
Bakalım S. Frederick Starr ne demiş:
Konumuz İslam’daki büyük bölünme (!) (1), İslam’ın ilk ortaya çıkışından yaklaşık 400-500, hatta 700 yıl sonra gerçekleşiyor.
İslam’da “büyük bölünme” diye adlandırılan bir tarihi hadise yoktur. Hatta İslam düşünürlerinin serbestiyetini garanti eden meşhur kural: Bir müçtehid, içtihadında isabet etmişse Rab onu mükafatlandırır. Eğer isabetli bir içtihatta bulunamamışsa, Rab onu yine de mükafatlandırır, der. Yani İslami özgür düşünce bu denli özendirilmiştir (i).
Orta Çağ’da Orta Asya üzerine 650 sayfalık bir kitap yazmak için yola çıkmadım. Aksine, böyle bir kitabı okumak için yola çıktım ve etrafıma bakındım. Böyle bir kitap aramamın nedeni ise tamamen şans eseri (!) (2) 90’ların ortalarında başlayan dört ya da beş yıl boyunca Afganistan da dahil olmak üzere tüm o bölgenin otoyollarını ve ara yollarını herkesten daha iyi gezme şansına sahip olmamdı.
Bu şansa sahip olmak ancak ensesi kalın dayısı olmakla olur değil mi? Fıkra gibi, burada çok güldüm.
Wasik adında eski bir Rus Jeep’im vardı, tank gibi benzin yakıyordu ama bir Amerikan Jeep’inin ya da bırakın Land Rover’ı, Toyota’nın bile çıkamayacağı tepelere çıkabiliyordu, özellikle de geri geri gittiğinde.
Ve bununla birlikte, arkeolojik çalışmalardaki ilk kariyerim nedeniyle insanların yol boyunca gitmediği pek çok tuhaf yere gitmek için maaş (!) (3) alıyordum. Bu şehrin ya da o şehrin kalıntılarını, bildiğiniz pek çok şey gördüm ve kaçınılmaz olarak sizin de yapacağınız gibi orada gerçekten ne oldu, orada kim yaşadı? Neler oldu? Bu insanlar MS 700 ile 1250 yılları arasında, tüm bu çeşitli alanlarda neyi başardılar? Bunlar neden gerçekleşti? merak ettim.
Bu alınan maaşlar karşılığında o kuruluşların arkeolojik kazanımları bende merak konusu olarak kaldı.
Bu sorular zihnimde dönüp duruyordu ve işte o zaman o kitabı aramaya başladım. Kitap yoktu ve ben de sonunda yazdım ve sizlere sunuyorum.
Bu insanlar hayret vericiydi. Bu bir altın çağdan çok daha fazlasıydı. Yani Moğol İmparatorluğu, Moğol İmparatorluğu’nu takip eden imparatorluklar, Osmanlılar, İran’daki Safeviler. Bu arada bunların hepsi bugünkü Türkiye’ydi (!) (4). Müthiş mimari, çok güzel yazılmış, süslenmiş kitaplar; onları okudular ve üzerinde düşündüler ama bu klasik eserlerle karşılaştırılabilir derinlikte ve vizyonda yeni kitaplar eklemediler. Onlar 16., 17. ve 18. yüzyılları kopyalıyorlardı.
Türkiye imiş oralar, bu çok basit ve yersiz bir tanımlama olmuş. Zira Orta Asya kavim göçü binlerce yıla dayanıyor ve onların anıldıkları bin bir adları vardı. Türk, Türkiye kelimelerinin ırk ve yurt olarak Turan dahil kullanımı ancak birkaç yüzyıllık bir hadisedir.
Dolayısıyla daha sonraki dönemin, 16. yüzyılın büyük Pers başkentlerine, İsfahan’a ve benzerlerine gidersiniz ve bunu görürsünüz ya da geçen hafta bulunduğum Semerkant’a gidersiniz ya da İstanbul’a ya da Agra’ya ya da Delhi’ye gidersiniz ve şaşırtıcı binalar görürsünüz. Ama temelde dört ya da beş yüz yıl önce üzerinde çalışılmış olan mühendislikle aynıdır. Yaklaşık 750-1250 yılları arasında çok sayıda dahi yetiştiren bir çağdan bahsediyoruz.
Teyit etmek için size birkaç tane şahsı tanıtmama izin verin. İlklerden birini ele alalım, Harezmi, Özbekistan’ın batısında, Kazakistan’ın Aral Gölü’ne yakın bir bölgesinde yer alan Harezm’dendir. Cebir’i yeniden keşfetti. Yunanlılar ve İskenderiye bu konudaki temeli yapmışlardı. Ama o bunu yeniden keşfetti, tek bir formül olmadan, sadece kavramsal olarak açıklayarak ifade etti. Bu konuda o kadar iyi bir iş çıkardı ki Cebir adını verdiği kitabı sonunda Latinceye çevrildi. Harezmi, matematik ve astronomi ve diğer birçok alanda büyük bir sihirbazdır. Algoritmaları isimlendirmeye geldiğinde isim haklarını aldı. Algoritma kelimesi onun “Al Kharezmi” isminin değiştirilmiş halidir.
Genel kanı, Harezmi’nin Bağdat’a gittiği yönünde. Hiç de Orta Asyalı değil. Tamamen Bağdat’ın Arap dünyasında şekillendi ve biçimlendi. Bu aslında doğru değil (!) (5).
Belki bu böyle de olmayabilir, deyip deliller sunulmalıydı.
Tamamen olgunlaşana, tamamen eğitilene kadar oraya gitmedi ve Harezm’de şekillendiği yer, çok çok sofistike sulama sistemleri sayesinde oldukça verimli olan bir bölgeydi. Dünyanın en gelişmişi bu bölgedeydi, kilometrelerce uzunluktaki yeraltı kanallarından bahsediyoruz. Buharlaşma olmaması için dikkatlice kapatılan yer seviyesindeki kanallardan bahsediyoruz. Ve bu inanılmaz bir şey. Ama diyelim ki şehrin öbür ucundaki bu tarladan bu tarlaya şu kadar su taşımak istediniz. Yaklaşık olarak ne kadar suya ihtiyacınız olduğunu bilmeniz gerekir. Yani karmaşık sulanan vahayı işletmek için gerekli olan hesaplamalar tam da Harezmi gibi birini harekete geçirecek türden şeylerdi. Başka bir deyişle, sulanan bir vahadaki yaşam ile matematikteki bu gelişmeyi teşvik eden entelektüel ruh hali arasında çok ama çok ilginç bir ilişki var.
Aynı zamanda astronomiyle de ilgilenmiş, dünyanın çapını ölçmüş vs. O zamanlar bu çok modaydı. Bu konuyla son derece ilgili olan diğer kişilerden biri de benim kahramanım Biruni’ydi. O benim gezegendeki en büyük düşünür adayım.
Klasik İskenderiye’deki Yunanlılar ya da Helenistik İskenderiye ile 16. yüzyıl, hatta belki 17. yüzyıl arasında hiç kimse Biruni’ye yaklaşamadı. Şimdi Biruni hakkında konuşalım.
O da dışarıdan, Özbekistan’ın batısından geldi. Hayatını orada geçirmiş. Ve şimdi Türk (!) (6) olan kuzey Türkmenistan’da. Orası her turistin yolunu bulabildiği bir yer değil (!) (7). Ve sonra, istemeden de olsa, kısa bir diplomatik ve siyasi kariyere sahip olduktan sonra, kendisini Afganistan’da yükselen bir Orta Asya hükümdarı olan Gazneli Mahmud tarafından kaçırılmış olarak buldu. Gazneli sarayını entelektüel bir şekilde süslemek istiyordu. Geçerken kuzeybatı Hindistan’ı tahrip etmişti (!) (8). Ama Biruni’yi oraya götürdü ve hayatının geri kalanında ona iyi baktı. Biruni kesinlikle olağanüstü üç şey yaptı.
Hakikaten merak ediyorum; Biruni’ye Türk demek için şimdi Türkmenistan Türk mü olmalı? Binlerce yıllık bir ticari yol ve Müslümanlık sonrası Orta Asya’dan Küçük Asya’ya ve hatta daha sonra Endülüs’e kadar güvenle sadece malların ve insanların değil, düşünce ve fikir hayatının da serbestçe dolaştığı bir coğrafyadan söz ediyoruz tarihte! Gazneli Mahmud’un biz bir medeniyet kurduğunu biliyoruz, yani tahripkar olmadığını!
İlk olarak dünya tarihini icat etti, basitçe icat etti. Olayların sebeplerini tekrar fark etti. Çeşitli kültürlerin, Arap, Yahudi, Hint, Roma, her neyse, Yunan, hepsinin kendi takvim sistemleri olduğunu fark etti. Ve hepsinin büyük olayları olduğunu fark etti, ancak bunları ilişkilendirmenin kesinlikle bir yolu yoktu. Yani dünya tarihi diye bir şey yoktu. Sadece bir sürü tarih vardı.
Batı’da, kuzey Türkmenistan’da oturan bu adam, tüm bu takvim sistemlerini topladı, sadece sayıları karşılaştırarak değil, güneşin, ayın ve diğerlerinin hareketlerini nasıl hesapladıklarını sorarak tam olarak nasıl çalıştıklarını anladı. Ve bunu çözdükten sonra, bir sistemden diğerine nasıl tercüme edileceğini buldu. Bunu yaptıktan sonra da bir makine icat etti. Nasıl çalıştığını sadece hayal edebiliriz ama bir tarafa tarihi girdikten sonra hangi takvim sisteminden bahsettiğinizi belirtin, düğmeye basın, yukarı kaldırın ve diğer taraftan size istediğiniz diğer takvim sisteminde tarihi söylesin.
Biruni’nin bir başka tutkusu da yerküreyi ölçmekti ve yaklaşık 16 mil farka kadar harika bir iş çıkardı. Bu konuda çok iyiydi. Aslında, kendisinden sadece yarım kuşak büyük olan ve Orta Asyalı olan başka bir adamın çalışmalarını geliştirdi ve çalışmalarını şimdiki İran’da yaptı. Ama bu önceki Hucendi adındaki diğer adam büyük ölçüde yanılmıştı ve aslında dünyanın boyutunu çok büyük ölçüde küçümsemişti.
Bu nedenle Kolomb, çok daha sonra, yarım bin yıl sonra, yatırımcılarıyla buluşuyor. Yatırımcılar, “Christopher, bu kulağa harika bir proje gibi geliyor ve bahsettiğin bu üç gemi için para vermekten çok memnunuz, ama oraya varman ne kadar sürecek?” diye soruyorlar. Hucendi’nin kitabı Latinceye çevrilmişti. Böylece Kolomb o kitaba başvurup Hindistan’a varabileceğinden yaklaşık 3 hafta daha hızlı varacağını öngören bir rakam bulur. Bu da Kolomb’un Batı Hint Adaları’na vardığında neden kafasını kaldırıp merhaba Hintliler dediğini açıklıyor.
Eğer Biruni’nin kitabı çevrilmiş olsaydı, bugün burada oturuyor olmayabilirdik çünkü Kolomb asla kredi alamazdı. Çok riskli bir operasyon olurdu, çok uzun bir yolculuk olurdu vs. Ama tercüme edilmedi. Daha sonra Biruni devam etti ve bu çalışmayı dünyanın çapına yaydı. Ve eğer yakınlarda bir hırdavatçı varsa ya da aslında bir hırdavatçıya bile gerek yok, yapabileceğimiz aletler kullanarak bu çalışmayı geliştirdi ve rafine etti. Üç ya da dört parça kereste bulabilir ve akşam bitmeden aletleri hazırlayabiliriz. Bu basit ekipmanı Pakistan’da, bugün Taliban’ın elinde bulunan Lahor’dan çok da uzak olmayan bir tepenin zirvesinde kullandı. Ve hesaplamayı 16 mil farka kadar indirdiği yer burası.
Ve bunu yaptıktan sonra daha da şaşırtıcı bir şey yaptı, bir küre inşa etti. Tutkularından bir diğeri de eski Yunanlıların yaptığı gibi enlem ve boylamların yerini belirlemekti. Ve Yunanlılardan bu konumlardan birkaç yüz tanesini miras aldı. Ama ne zaman bir yere giden bir gezginle karşılaşsa, “Dinle, şimdi şöyle yap ve sonra bana verileri geri getir” derdi. Böylece birkaç 100 enlem ve boylam daha biriktirdi. Bunların her biri için elbisesine bir pin taktı. Sonra kafasını kaldırdı ve dedi ki, bir dakika. “İrlanda’nın en batısından ya da Afrika’nın batısından Doğu Asya’ya kadar olan tüm noktalar dünyanın sadece 5’te 2’sini oluşturuyor. Diğer 5’te 3’ünde ne var?” diye sordu. İşte bu bir bilmece, “Her şeyin su olduğunu söyleyen Aristo’yu takip edebiliriz.” dedi. İşte burada Aristo mantığını benimsedi (!) (9).
Ben ve herkes Aristo mantığını anlayabiliyor. Ama insanlar günlük hayatta bile bulanık mantığa (ii) göre düşünüyorlar. Bu söylemle aslında Biruni aşağılanmış olmuyor mu? (Bulanık mantığı bulan kişinin de Lütfi Aliasker Zade’nin de Azeri asıllı Amerikalı ve babasının da Azeri asıllı İranlı olduğunu belirteyim).
Avrasya kara parçasını doğal süreçlerin yarattığını biliyoruz ama aynı süreçlerin neden dünyanın diğer 5’te 3’ünde geçerli olmadığını açıklayacak bir hipotezimiz yok, dedi.
Bu nedenle, Hucendi’nin hiç okyanus görmediği sonucuna vardı (!) (10). Bu nedenle aynı süreçlerin orada da mevcut olması gerektiği ve orada bizim için bilinmeyen bir veya daha fazla kıta olduğu sonucuna vardı.
Sanırsam Biruni de hiç okyanus görmemişti ve deniz ile okyanus ve olabilecek sair karalar üzerinde ve büyüklükleri hakkında bir bilgisi yoktu. Onçin Amerika’nın varlığına hükmetti demek, aşırı (Türk) milliyetçi bir söylem olmuş, “Eniştem beni niye öptü misali?!?”
Kabul edilebilir tek hipotezin bir adım daha ileri giderek, “Peki, bu kıtalarda yerleşim var mı?” diye sormak olduğunu söyledi.
Şimdi enleme bakıyor ve en kuzeydeki iğneden en güneydeki zirveye kadar bakıyor ve kuzey İskandinavya ya da Rusya’dan Afrika’nın ortasına ya da güney Hindistan’a kadar her yerin yerleşim bölgesi olduğunu fark ediyor. Bu nedenle, eğer bu bilinmeyen kıtalar ıssızsa, en kuzeydeki zirvenin kuzeyinde ya da en güneydeki zirvenin güneyinde olmaları gerektiğini düşündü. Ve işte mantığa geri dönüyoruz.
Doğa güçlerinin Avrasya’daki bu kara kuşağını neden kürenin ortasında ve diğer yarısında 3/5 ya da ikisinde yarattığını açıklayacak bir hipotezimiz yok. Diğer 2/3’lük kısım ise en uçtaki kuzey bölgesinin kuzeyindeki tüm toprakları itmektedir.
Dolayısıyla bunun neden olduğunu açıklayacak bir hipotezimiz yok. Bu nedenle, “Daha fazla veri elde edene kadar kabul edilebilir tek hipotez, orada bir veya daha fazla bilinmeyen kıta olduğu ve orada yaşanabilir olduğudur.” dedi. Amerika’nın varlığına hükmetti. Bu tam 1000 yıl önceydi.
Biruni hakkında konuşmaya devam edebilirim. Antropolojiyi de o icat etti. Hindistan üzerine şaşırtıcı bir kitap yazdı. Gerçekten karşılaştırmalı din, ve sosyal şeylerle bağlantılı ilk çalışmadır.
Hint biliminin neden bu kadar iyi olduğunu açıklamak istiyordu ve ama şu soruyu sormama izin verin, neden ilk etapta Hindistan’la, Hint bilimiyle uğraşıyordu? Aslında bize göre hiçbir yerde, bizim için çok merkezi olmayan bir yerde yaşıyordu.
Arap rakamları dediğimiz Hint rakamları Arapça değildir. Bunların kullanımı Biruni’nin, Harezmi’nin olduğu yere kadar geldi ve orada önemini kavradılar, Arapça yazdılar ve böylece Araplar bunu aldılar ve nihayetinde rakamlar Avrupalı oldular. Hintliler harika şeyler yaptılar. Örneğin negatif sayıları icat ettiler, ancak bu Batı’da çok daha sonra kabul gördü.
Yani onlar, Orta Asya’daki bu insanlar, bugün Çin’e giden Büyük İpek Yolu hakkında duyduğumuz tüm büyük medeniyetlerle temas halinde olan insanlardı, yani Çin ve Hindistan ile doğrudan temasları var ve diğer tarafta Avrupa ve Orta Doğu ile doğrudan temasları var. Herkesle teması olan tüccarlar. Çinliler malları sınıra bırakıyor ve Orta Asyalılar onları alıyor. Ticaret yaparak çok zengin oldular.
Böylece dünyanın en zengin şehirleri 1000 yıl önce Orta Asya’daydı. En büyük şehir şu anda Türkmenistan olan Merv’deydi. Bazı şehirlerin çevresi 125 mil uzunluğundaydı. Yani büyük, zengin merkezlerden, arkeologların İskandinavya’da bulduğu, Sri Lanka’da bulduğu kadarıyla kullanılan para birimlerinden bahsediyoruz. Uluslararası para birimleri kullanıyorlar, zenginler, herkesle iletişim halindeler, harika şehirler inşa ediyorlar. Ve tabii ki bu da bahsettiğim coşkuyu ortaya çıkarıyor.
Peki ya bu insanlar kimdi? Bence onların polimat (iii) olduklarını kabul etmeliyiz (!) (11). Her şeyle ilgileniyorlardı, uzmanlaşma yoktu.
Bu hem doğru hem yanlış. Evet bugün Batı ilminde olduğu gibi bir uzmanlaşma yoktu. Ama konularına göre bilimler tasnif edilmişti ve bilim sadece somut (pozitif) değil soyut ilimleri (ledünni) (iv) de içeriyordu.
Yani mesela, İbn-i Sina, tıp, jeoloji, astronomi hakkında yazan bir adamdı. Hepsi öyleydi ve çok üretkendiler, çok yazdılar. Çoğu, kısa makaleler ve bildiriler diyebileceğimiz yüzlerce ya da düzinelerce kitap yazdı, bu arada bunların hiçbiri, yaklaşık %15-20’den fazlası bize ulaşamadı. Biruni’ninkiler bundan daha azdır ve günümüze ulaşan eserlerinden sadece birkaçı modern baskılarda düzenlenmiştir, çünkü Ortaçağ Arapçası iyi bir Arabist için bile şaşırtıcı derecede anlaşılmazdır. Ve bunlardan çok daha azı Fransızca, Almanca, İngilizce veya Rusça’ya çevrilmiştir. Yani, bahsettiğim her şey gerçekte olanın sadece küçük bir parçasına dayanıyor. Açıkçası günümüze ulaşan kitapların en önemlileri olduğunu düşünmemek için bir neden yok.
Diğer önemli kitapların bazılarının kaybolduğunu ya da ortaya çıkmadığını biliyoruz. Onlar polimatlardı, her şeyle ilgileniyorlardı ve Ömer Hayyam’ı kastediyorum, hepimiz Rubaiyat’ı (v) ve benzerlerini biliyoruz. Fitzgerald’ın harika bir yorumu var. Aslında bu bir çeviri değil. Hayyam aynı zamanda muhteşem bir matematikçiydi, neredeyse kübik denklemleri icat etti. Geometri ve cebirde büyük bir yenilikçiydi. İkisini bir araya getirdi ve her türlü alanda muazzam bir yenilikçiydi ve aynı zamanda astronomi ile de uğraştı.
Neler oluyor? Neler yaşanıyor? Kim bu insanlar? Bu soruları sorabilirsiniz. Hepsinden önce himaye denen bir şey vardı. Bilirsiniz, eğer bir hükümdarsanız, sarayınızın etrafında kötü bile olsa birilerinin olması asil bir şey olarak kabul edilirdi. Sadece soytarılar ve palyaçolar değil, insanları etkilemek ya da belki de başa çıkmak için bazı ciddi entelektüeller gerekirdi. Ama oldukça iyi bir himaye usulü ve seviyesi vardı.
İbn-i Sina ise, kendisinin gençliğini detaylı bir şekilde anlatır. İlaç ve tıp alanında çalışmalar yaptığı sırada hükümdar hastaydı ve ölümüne az kalmış gibi görünüyordu. Saraylı doktorların İbn-i Sina’dan yardım istemekten başka çareleri kalmamıştı. Hükümdarı tedavi etti. Bu tedavi sonucunda hükümdar ona sordu, senin için ne yapabilirim? Kütüphaneni açabilirsin şeklinde cevapladı. Ve otobiyografisinde kütüphanenin bir tasvirini paylaşmıştı. Ayrıca Buhara’daki kitapları da tarif ediyor. Bu o vakit ve şehirlerde alışılmadık bir durum değildi. Merv’den bahsetmiştim, Türkmenistan’daki bu büyük şehrin çok sayıda büyük kütüphanesi olduğunu biliyoruz, o kadar iyi ki insanlar düzenli olarak Orta Doğu’dan geliyor ve bir ya da iki yıllarını araştırma yapmak için orada geçiriyorlar. Başka bir deyişle, buna sempati duyan bir altyapı vardı, ama bundan da öte, çılgın fikirler ya da alışılmadık fikirlerle ortaya çıkmanın arzu edilir, normal ve faydalı kabul edildiği bir ortam vardı. Yani herkes oyuna dahil oldu.
Bahsettiğim insanların birçoğu, belki de çoğu, en azından sözde Müslümandı ve yine bazıları oldukça dindardı (!) (12).
Teessüf ediyorum. Zira Rab’den başkasının bilemeyeceği bir şeyi yani imanı ve samimiyeti, bin yıl sonra tarihe bakarak insanları yargılamak benim asla yapılmamasını istediğim bir şeydir.
Aralarında Zerdüştler de vardı. Ömer Hayyam’ın hocası, İbn-i Sina’nın öğrencisi olan bir Zerdüşt’tü. Hristiyanlar da vardı. Orta Asya’daki bu insanlar metinlerin Latince asıllarını okumamışlardı, Arap çevirilerinden okumuşlardı. Suriyeli Hristiyanlar çeviri işinin çoğunu yaptılar. Aralarında Yahudiler de vardı ve bunlar arasında tüm bölgedeki en özgür düşünceli insanlar vardı.
Çok çeşitli ve kendi içinde temelde hoşgörülü ve entelektüel bir toplumdu ve bu da inanılmaz paradokslar yarattı. İbn-i Sina’yı büyük Tıpta Kanun çalışması sayesinde tanıyoruz, Tıp Kanunu harika bir kitaptır. Çok fazla araştırma yaptı, ama aynı zamanda şu anda İran olarak bildiğimiz coğrafyada yaşayan Razi adında bir adamdan da büyük miktarda istifade etti. Çalışmaları göz önünde bulundurulduğunda bir Orta Asya figürü diyebiliriz, Razi’nin tüm çalışmaları da tamamıyla Orta Asya kaynaklıydı ve tüm öğrencileri de Orta Asya’dandı. Ancak Razi, tıp üzerine devasa, çok büyük, çok ciltli bir eser yazma hatasına düşmüştü. Bunu kopyalayıp dağıtmak bir ömür sürerdi. İbn-i Sina kısa bir tıp kanunu kitabı oluşturdu ve kolay üretilip kopyalanabilmesi sayesinde Hindistan’ın doğusunda ve Avrupa’nın batısında tıbbın kanunu haline geldi.
Razi tam bir özgür düşünürdü, kesinlikle çok şüpheciydi ve bu konuda da yazdı. Denemelerinden birini okuduğunuzda Razi’yi tanırsınız, onu hatırlarsınız ve onunla tanışmış olursunuz. Sonra hadi biraz peygamberlerden konuşalım der ve bir dizi peygamber sıralar. Sonra Zerdüştlerden bahseder ve işte herkesi tanıyorsun. Sonra der ki hiçbiri aynı noktada birleşmiyor, bu garip: Şimdi eğer herkes bize Tanrı’nın sözünü getiriyorsa ve bu peygamberler birbirleriyle aynı fikirde değillerse, bir şeyler yanlıştır. Bu peygamberlik fikrine herhangi bir yerde hayal edilebilecek kadar derin bir saldırıdır (!) (13). Ve bu, Razi’nin ürettiği bir dizi çok, çok şüpheci yazılardan sadece biriydi ve o, bu tür şeyler üreten pek çok kişiden biriydi.
Razi zaten dindar değildi, hatta Müslüman da değildi. Bu tarihi bir vakıadır (vi).
Bugün Tahran’a giderseniz orda Razi hastanesini görebilirsiniz. O dönemde var olan, bunu doğuran ve bu başarının bir parçası olan düzinelerce ve düzinelerce insandan bahsetmiyorum bile… Peki ne oldu? Tüm bunlara ne oldu? Bilirsiniz, belli bir noktada durdu. Sonsuz değildi. Şimdi, en başta sunmak istediğim bir argüman var ki bence çok büyük bir önem taşıyor ve bakın, 500 yıl sürdü. Bu süre 1. Elizabeth ile bugün arasındaki zamandan daha uzun bir süre! Şimdi arkamıza yaslanıp hayranlık ve saygı duymalı ve bunun oldukça iyi bir süre olduğunu söylemeliyiz.
Evet sonunda dağıldı ama bu Moğollar yüzünden olmadı. Vasco da Gama yüzünden de olmadı. Da Gama, dümen ve yelkenlerin nasıl yeniden yapılandırılacağını ve böylece Afrika’nın güneyinde nasıl dolaşılabileceğini bulmaya çalışıyordu. Onun ve diğerlerinin bunu yapmasının nedeni, 15. yüzyılın sonlarında Orta Asya’nın büyük bölümündeki yöneticilerin yüksek gümrük tarifeleri uygulaması ve ticaret için güvenliği garanti edememeleriydi.
Bu yüzden insanlar boş verelim, başka bir yol bulalım dediler. Yani sebep Vasco da Gama’nın kendisi değildi Moğollar da değildi. Aslında ticaret Moğollardan sonra da devam etti. Ama entelektüel çiçeklenme birkaç asil istisna dışında Moğollardan çok önce sona erdi.
O halde soru şu: Neden 11. yüzyılın sonunda sona erdi? Ne oldu? Neler oluyordu? İşte benim sorularım ile bu akşam burada bulunan bu grubun ilgi ve endişeleri arasındaki bağlantı noktası da bu.
İzin verin Ömer Hayyam’a geri döneyim. Orta Asya’nın batı ucundan, yani İran’ın en doğusundan geliyordu. Horasan, güneşin doğuşu anlamına gelen Horasan, aynı zamanda sanırım IŞİD gruplarından birinin adı. Yanılıyor muyum? Evet aynısı. İran’ın en doğusu, Afganistan’ın batısı ve Türkmenistan’ın büyük bir kısmı tarihi Horasan bölgesidir.
Başkent ise1930’lu yıllarda Metropolitan Müzesi tarafından kazılan Nişabur adlı bir yer. Bugün orada görülecek fazla bir şey yok. Hayyam orada eğitim gördü ve Abbasi hanedanıyla birlikte Orta Asyalılar tarafından ele geçirilen Bağdat’a gitti. Bağdat’taki büyük para, özellikle de bilimi, öğrenmeyi, şiiri himaye eden para. Orta Asya’dan, özellikle de Batı’dan, Afganistan’ın Balk bölgesinden gelen bir aileye ait. Yüzyıllardır işletiyorlarmış. Bu aile orada büyük bir Budist manastırı işletiyormuş. Sonra Araplar gelip yağmalayıp tecavüz edince dediler ki, bu insanlarla daha iyi anlaşsak iyi olur. Yoksa ölürüz. Öyle de yaptılar. Servetlerini Bağdat’a taşıdılar ve orada devam ettiler. Ve bu arada, tıp onların büyük ilgi alanlarından biriydi ve büyük bağışçılar olarak yaşamaya devam ettiler.
Yani Bağdat 8., 9., 10. yüzyıllarda Orta Asya kültürünün merkezi olduğu kadar Arap kültürünün büyük bir merkezi değildi. İşte bu yüzden Hayyam gibi insanlar oradaydı ve oraya yerleşen gençlerden biriydi, çünkü Selçuklular ortaya çıktıktan sonra, Selçuklu Türkleri, (bu göçebe Türk halklarından bir diğeriydi), Halifeliği fethettiler ve oraya yerleştiler.
Ve bu fırsatlardan yararlanmak için giden insanlardan birinin adı Gazzali (vii) idi. Ve bu da Horasan’dan çok parlak bir genç adam, her şeyle ilgileniyor, her şeyi okuyor, herkesle birlikte çalışıyor ve çok erken bir dönemde yükselen yetenek olarak seçiliyor ve Selçuk hükümdarı ile Horasan’dan başka bir adam olan veziri aracılığıyla çalışıyor.
Nizamülmülk (viii) aslında gerçek bir mafya (!) (13). Gazzali’yi bulup işe aldı ve ona: “Bak, bir sorunumuz var.” dedi.
Kendisine tarihin “Nizamülmülk” ismini verdiği bir şahsı mafya olarak adlandırmak! Bu artık bir yargılama bile değildir. Buyurun siz adlandırın.
O zamanlar iki halifelik vardı. İslam’ın iki büyük merkezine sahiplerdi, sadece teolojik merkezler değil, siyasi merkezler. Selçuklular ve Türkler vardı ve sonra Kahire’de, Mısır’da Fatimiler vardı. Fatimiler bildiğiniz gibi Şiidir, Selçuklular ise Sünni.
Nizam çok parlak bir genç adam bulmuşken ona şöyle söyler, senden gerçek, doğru düşünceyi gerçek ortodoksiyi öğrencilere öğretecek bir dizi okul kurmanı istiyoruz ve sen de sistemi yöneteceksin ve en büyüğünün başına geçeceksin, ki bu da tam burada, bu şehirde olacak. Gazali bunu yaptı. Genç yaşında kalıcı kadro verilen ve temelde etrafındaki herkesin bunu bilmesine, onun bir dahi olduğunu bilmesine izin veren genç yardımcı doçent olarak düşünüyorum. Muazzam bir eğitmen olmalıydı. Ve eğer akılcılığın hakikate giden bir yol olduğunu düşünüyorsanız kendinizi kandırıyorsunuz diyordu. Bunu yaparken devletin tüm gücünü arkasına almıştı ve Eşariler (ix) ve Mutezileler (x) arasında büyüyen ciddi bir teolojik tartışmanın merkezindeydi. Gazali hiç kuşkusuz bu tartışmada rasyonalistlere karşı, aklın şampiyonlarına karşı, mantığın şampiyonlarına karşı, yani ciddi mantığa, Aristoteles’e ve bilime karşı bir taraf tutmuştur.
Öncesinde birkaç nesil boyunca Halifelik rasyonalistlerin kontrolü altındaydı. Halife Memun’un zamanında gelenekçiler acımasızca tasfiyeye tabi tutulmuş ve etkilerinin bugün hala devam eden bir kutuplaşma yarattığını belirtmek gerekir.
Mesele, Gazzali’nin bu konuda bir kitap yazmış olması değildir. Müslüman dünyasında bu meseleler yüzünden karşı karşıya gelen iki silahlı güç vardı ve olup biten her şey, söylediği her söz tüm Sünni devletin, mega devletin tam desteğine sahipti. Ama önce hükümdar ve arkasından vezir art arda ölünce Gazali aniden himayesiz kaldı.
Sonra bir Sufi cübbesi giydi ve Mekke’ye gitti. İnanç hakkında harika kitaplar yazdı, bu arada Thomas Aquinas’ın saygı duyduğu ve Orta Çağ’daki birçok Yahudi düşünürün de büyük bir ilgi ve sempatiyle incelediği ve okuduğu kitaplar yazdı. Yani Gazzali’nin başka bir yönü de vardı. Bu, Kahire ve Bağdat arasındaki önemli bir farktı. Bağdat derken Orta Asya kültürünün tüm mirasını kastediyorum. Bu bir bölünme yaratmıştı ve Müslüman dünyasına yayılan bir dalga haline gelişti.
Eşari teolojisinin detaylarına girmeden anlatırsam, temelde verdikleri mesaj, hakikatin otoriteye dayandığı ve Kuran’da ve Peygamber’in sözlerinde hayatın tüm sorularına cevap veren bir bilgelik derlemesine sahip olduğumuz için şanslı olduğumuz ve ihtiyaç duyulan şeyin yetkin bir ulema, hayatın doğru sorularına cevap bulmak için nereye bakacağını bilen kendine güvenen, yetkin mollalar olduğuydu. Burada bir yorumlama ya da spekülasyon yoktu.
Bu, hayatın tüm kararlarının dayandırılabileceği tartışılmaz tek bir hakikat bütününe geri dönme meselesidir. Diğer taraf, Şii tarafı idi (!) (14). Tüm bu konularda temelde aynı fikirde olmasalar da, yorumlama formülünde basitçe şu şekilde bir yer tutuyorlardı: Evet, bunların hepsi doğru, bu kutsal metinlere değer veriyoruz ancak gerçek şu ki hayat devam ediyor ve kolayca anlaşılamayan koşullar var ve bu nedenle yetkili bir yoruma ihtiyacımız var, diyorlardı.
İslami düşünce ve anlayış çeşitliliğini cahilce Sünni – Şii şeklinde tanımlamak, İslam uygarlığına hakaret olmaz mı?
Ancak açıkçası bu noktada Bağdat ve Kahire’deki Sünni ve Şiiler arasında meydana gelen bu büyük ayrılıktan (set çekilmesi) sonra ince ayrıntılara giriyoruz. Bu olaydan sonra gerçekten de fazla hareket alanı kalmamıştı. Duvarlar örüldü ve Gazali’nin belirlediği dar sınırların dışına çıkmaya cesaret eden herkes bunu kendi risk alarak yapıyordu. Bunu yapanlar oldu, bunlara ne olduğunu kitabımda yazdım.
Kitabımda daha sonrakileri de anlatıyorum. Ama sonrakiler bir araya geldiğinde büyük çağın insanlarıyla hiçbir şekilde örtüşmüyor. Peki, tüm bunlardan ne sonuç çıkarıyoruz? Her şeyden önce, İslam dünyasındaki asıl büyük coşku, entelektüel coşku, Arap dünyasından çok Orta Asya’da meydana gelmiştir. Bu çok önemli bir ifade çünkü eğer bu doğruysa, Orta Asyalılara bizim baktığımızdan tamamen farklı bir gözle bakmamıza neden olmalıdır (!) (15).
Evet onlar Hidayete erdiler ve İslam’ın nuru ile aydınlandılar. Tıpkı sonra tarihte Endülüs halkının olduğu gibi! Aslında İslam Hicaz’da yayılışından başlayarak tüm kavimler benzer aydınlanmalar yaşamışlar ve İslam uygarlığının tarihteki yapı taşları olmuşlardır. Onlar arasında etnik ayrımcılık yoktu. Zira İslam’da kural üstünlüğün Allah’a duyulan saygı, sevgi neticesinde bağlılık ve samimiyetle ölçülüyordu ve bu konudaki karar verici de Allah’tı. Zaten o yıllarda etnisite sadece kabile/aşiret/boy seviyesindeydi.
Eğer Japonca bir kitap yazarsanız, bu sizi Japon yapmaz. Arapça kitap yazmaları da onları Arap yapmaz (!) (16).
Zaten ortak payda İslam’dı. Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak, Allah’ın boyası ile boyanmak; İslam Milleti olarak Kuran’da tarif edilmişti.
Entelektüel merkez doğudaydı ve açıkladığım nedenlerden dolayı çok daha fazlası öyle. Var olan bazı harika Arap bilim adamlarının başarılarını küçümsemek istemiyorum, ancak sayıları ve derinlikleri özellikle de Türk ve Farsi (İranlı değil) bilim insanlarının yaptıkları ile kıyaslanamaz. Örneğin Harezmi kendi ana dili olan Harezmce konuşuyordu. Sonra bu dil yok oldu.
Haçlı Seferleri benim bahsettiğim bu inanç içi çatışmanın küçük bir yan gösterisiydi. Ve son olarak bence bunun miraslarından biri de ulemayı, mollaları ve benzerlerini ve ilahiyatçıları temelde metinlerin okunması ve şu ya da bu metnin hayatın şu ya da bu sorununun çözümünün anahtarı olarak atanması üzerinde tam kontrol sahibi bırakmaktı ve bu durum günümüze kadar hemen hemen hiç değişmeden geldi (!) (17).
Hayır böyle bir ruhban sınıfı İslam’da hiç olmadı.
Müslüman dünyasında bu karmaşık meseleye her iki taraftan da bakan pek çok insana şapka çıkarıyorum. İran’daki genç akademisyenlerin kayıp aydınlanmayı tercüme etmelerinden ve orada sunmalarından etkilendim ve çok yetkili bir dini kurum tarafından yakında yayınlanacak. Tartışmalar devam ediyor. Sünni dünyada tartışmalar var ve bunları duymak ve çok etkileyici olan bu insanlardan bazılarıyla iletişim kurmak için pek çok fırsatınız var. Asıl soru bu kadar ağır bir geleneğe karşı galip gelebilecekler mi? (!) (18)
Burada yine kafa karıştırıcı bir husus var! Bahsolunan gelenek değil, İslami Hukuk Usulüdür (Fıkh Usulü). Yoksa düşünce şekli olarak ehli sünnet içinde de birden çok düşünce ekolü (itikadi mezhepler) (xi) zaten vardır.
Evrimi ve değişimi engelliyor gibi görünmek istemem ama tüm doğru eylemleri otoriteye ve metne dayandıran bir sisteme sahipseniz, bütünü bozmadan bir kısmını değiştirmek çok zordur. En büyük zorluk da bu. Nasıl sonuçlanacağını kim bilebilir? (!) (19)
Halbuki İslam Tarihi bu örneklerle doludur. Teymiyye (xii), Matüridi (xiii), Eşari, Selefi (xiv) gibi ekoller tarihte zaman içinde ortaya çıkarak birlikte var olmuşlardır.
Tüm bunlardan çıkardığım mütevazı sonuç, en azından bu 500 yıl boyunca, dindar Müslümanlar ve bazıları çok dindar olmayan Müslümanlar, bazı şüpheciler ve ateistler ile Hristiyan, Yahudiler ve Zerdüştler, insanoğlunun herhangi bir yerde başardığı kadar asil bir başarı olan bir şeyi birlikte yaptılar ve bugün hakkında ne düşünürsek düşünelim, bana öyle geliyor ki bu kayda değer. Ve belki de bunun mirasçılarının, bahsettiğimiz inancın çekirdeğinin Orta Doğu olmayabileceğini de belirtmek gerekir. Hz. Muhammed’in Sözleri’ni kodlayan El Buhari yerine orada olabilir. Buhara’dan geliyor, adı bu. İslam’ın en kutsal ikinci metni. Sanırım 8 yetkili derlemenin 5’i Orta Asyalılar tarafından yapıldı, başkası tarafından değil. Sekizinden beşi Sufizm olarak düşünülebilir. Hindistan’a kadar Sufizmi şekillendiren asıl hareketler Orta Asya’dan geliyor. Yani bu insanlar inancın merkezi olma konusunda herkes kadar, belki de daha fazla hak iddia ediyorlar. Biz onlara bu şekilde davranmıyoruz. Onlara eski Sovyetler gibi davranıyoruz ve çoğu açıdan bu şekilde davranmıyoruz. Gerçeklik böyle göstermiyor. Bence bu hikayenin bazı çıkarımları var ve belki de bunları ortaya çıkarma konusunda biraz daha bilinçli olsaydık, daha etkili politikalar üretebilirdik.
Son sözü söyleyecek olursam: girişte “İsteyen dinler, isteyen okur. Ama dikkate değer bir “art niyetli” çalışma, neden/niçinini düşünmek gerek.” diye yazmıştım. İlginç olan noktaları ünlemle işaretlediğimi, ve sual/fikirlerimi “kalın” yazarak belirttiğimi de ifade ettim. Yukarı çıkıp tekrar bakarsanız 19 ayrı yerde Starr’ın bulgularına ünlem koyduğumu ve kendi fikirlerimi beyan ettiğimi görürsünüz. Sanırım “art niyetli” nitelememin nedenini de anlarsınız. Kaynakça (xv)’te eklediğim linklere gidip, kitapla ilgili akademik yayınlarda ve popüler dergilerde çıkan sekiz farklı özet ve eleştiri yazılarını okumanızı öneririm. Bazıları bir ezberle Starr’ın çalışmasını yere göğe sığdıramıyorlar. Kitaptaki tarihi yaklaşım ve kaynakça eksikliklerini vurgulayanları okuyunca ise sanırım ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.
Kaynakça ve Açıklamalar
(i)https://islamansiklopedisi.org.tr/muctehid; https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/153827; https://islamansiklopedisi.org.tr/ictihad
(ii) https://tr.wikipedia.org/wiki/Bulan%C4%B1k_mant%C4%
(iii) https://tr.wikipedia.org/wiki/Hez%C3%A2rfen
(iv) https://islamansiklopedisi.org.tr/ledun-ilmi
(v) https://tr.wikipedia.org/wiki/Rubaiyat
(vi) https://islamansiklopedisi.org.tr/fahreddin-er-razi
(vii) https://islamansiklopedisi.org.tr/gazzali
(viii) https://islamansiklopedisi.org.tr/nizamulmulk
(ix) https://islamansiklopedisi.org.tr/esariyye
(x) https://islamansiklopedisi.org.tr/mutezile
(xi) https://islamansiklopedisi.org.tr/mezhep
(xii) https://islamansiklopedisi.org.tr/ibn-teymiyye-takiyyuddin
(xiii) https://islamansiklopedisi.org.tr/maturidi
(xiv) https://islamansiklopedisi.org.tr/selefiyye
(xv) https://belleten.gov.tr/tam-metin/3647/tur; https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/749053;
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2665026; https://www.ekdergi.com/yitik-bir-aydinlanmadan-isimalar/; https://www.lacivertdergi.com/dosya/2022/02/24/ortacag-ancak-islamin-altin-cagi-olabilir;
https://kitabiyatilahiyat.samsun.edu.tr/wp-content/uploads/sites/211/2024/01/Kitabiyat-I%CC%87lahiyat-1.-Sayi-9-16.pdf; http://www.karamdergisi.com/Makaleler/1208849892_11.%20EFE%20TM.pdf; https://t24.com.tr/yazarlar/enver-guney/sapere-aude-ogrenmeye-cesaret-et,43493
Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez.