Toplum

ONLİNE DEMOKRASİ’NİN ELİ KULAĞINDA…

LinkedIn

EN İYİ “DEMOKRASİYİ” ARAYIŞ
 
İmparatorluklar (Roma, Osmanlı), milli devletler (Türkiye Cumhuriyeti, Japonya), federasyonlar (Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Rusya Federasyonu) diye evriliyor devlet yönetim mekanizması… Peki yakın gelecekte neler olacak, nasıl idare olunacağız, yakın tarihe baktığımızda ülkemiz ne safhalardan geçti, hiç düşündünüz mü?
Nilüfer Göle hocanın ilk baskısı 2000 yılında, 6ıncı baskısı 2021 yılında yapılan ve hala kendinden çok söz ettiren, incelemelere konu olan Melez Desenler kitabını tekrar bir hatırlama ihtiyacı duydum. Bugün yazımda önce kitaba bir göz atıp, sonra onu günümüze ulaştırıp, ardından şimdilerde 97 yaşında olan ünlü Fransız sosyolog Alain Touraine’in Demokrasi Düşüncesi’nden bahsedip bazı fikirlerimi dercettim. Gerçi uzmanlık alanım değil ama eğer varsa demokrasi, bana bunları yazma hakkını da veriyor olması lazım değil mi?
O zaman buyurun hoşlanacağınızı umduğum bir okumaya… Yazımın sonunda size bir soru sordum, fikrinizi merak ediyorum. Burada hep birlikte öğreniyoruz, bir de hoşunuza gidiyorsa ne mutlu bana… Ben kendi adıma eğleniyorum ve mutlu oluyorum. #mutluetmutluol

Nilüfer Göle Hocanın ilk baskısı 2000 yılında yapılan Melez Desenler (1) kitabına göz atmaya başladığınızda , önsözde şunlarla karşılaşıyorsunuz: 

İslam ve Modernlik Üzerine

Türkiye toplumu gelişip zenginleştikçe şimdiki zamanı sevdi. Artık ilericilikten modernliğe geçiş yaptı. Günceli yaşıyor. Bu bizi tarihsel bağlamdan azade ediyordu. Modern zamanlarda yaşamak modern olmak için yeterli değil. Türkiye bugün modernliğin kargaşasını yaşıyor, modernliği tüketiyor, hatta modernliği birbirinden kopuk halkalar halinde üretiyor ama henüz kendi desenini ortaya çıkarmış değil. Ressam Ömer Uluç’un bir söyleşisindeki “bilinç desenin netliğidir” sözünü, resimden topluma taşıyabiliriz; bilinç inceldikçe, bilgi içselleştikçe desen yalınlaşacak, netleşecektir.  

Kısacası modernlik sanat ve bilim istiyor. Modernlik bir yandan “eylemcilerin” diğer yandan “analistlerin” eseridir. Mühendisler, siyasetçiler, girişimciler yani toplumu, devleti, ekonomiyi ve doğayı dönüştürenler eylemciler.

Yeni Bir Dil

“Entel”, kolektif misyonlarından sıyrılmış, kişiselleşmiştir, daha fazla sanatla, yaşamla ilgilidir. Hatta “entel maganda” yakıştırmasının dile getirdiği gibi kendini yaşamın yerine koymuş, yaşamın ta kendisi bile olmuştur.

Türkiye, resmi devlet dilinin yasaklarından samimiyetçi, mahremiyet sınırı tanımaz bir teşhirciliğe geçmiştir. Kameralar bugün Türkiye toplumu için artık devleti daha az, hayatı daha çok kovalamakta, yakın görüntü üzerine çalışmaktadırlar. Bir yandan da konuşulmaz olanlar seslendirildikçe, görünmez görüntülendikçe, tabular yıkılmakta, yasaklar kalkmakta ve birbirini dışlayan birbirine yabancı kesimler bir araya gelmektedirler. Ama Türkiye bir arada konuşamamaktadır. Çünkü yaşadıklarının, söylediklerinin üzerine düşünme, anlama zahmetli bir iştir. Zaman ister, araştırma ister, emek ister, üretme tutkusu ister.

Türkiye’nin ortaya bu seslerden bir beste çıkarabilmesi, desenini netleştirebilmesi için, yani kendi modernliğini ortaya koyabilmesi için bilgi ve kültür süzgecinden yeniden geçerek kimliğini ve eylemini inceltmesi gerekecektir. Yirminci yüzyılda sarkaç eylemcilerin üzerindeydi, yirmi birinci yüzyılda bilgi üreticilerinin, iletişimcilerin ve sanatçıların önemi artacaktır.

Evet aynen öyle oldu. Göle’nin  kitabı Adalet ve Kalkınma Partisi öncesini kapsıyor. Keşke hoca aynı yöntemiyle bugün geldiğimiz yeri de analiz etse… Ama biz zaten içinde yaşadığımız için belki Melez Desenler kitabını okur sonra da bugüne kadar yaşadıklarımızı kısaca bir gözden geçirip gelecekte umabileceklerimizi konuşabiliriz diye düşündüm, bu yazının amacı da buydu zaten…

Arabeskten Seçkinliğe,

Müzik dünyasında beliren bir çizgi, Türkiye’nin yakın geleceğini okumak için anahtar olabilir. 1970li yılların sonunda ortaya çıkan, 1980li yılların simgesi haline gelen arabesk özgürleştirici olmuştur. Yalnızca daha az Batılı, daha çok Ortadoğulu bir müzik coğrafyasını dışa vurmakla kalmamış, aynı zamanda kenar sınıfların dolmuş kültüründen merkeze, televizyona taşınmasına ve yerli bir kentlilik biçiminin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Batıcı proje kendi seçkin eserlerini verememiş, uyarlama ve “aranjman” nitelikli eserlerle esasında Batı’ya da yabancı, ya da ikinci el bir şeyler üreterek tıkanmıştır. Gazete sektöründeki değişimler de bu gözleme uygundur. 1980li yıllarda aydınların gazetesi Cumhuriyet sol resmiyetten seçkin sivilliğe geçememiş, buna karşın Sabah gazetesi varoşların yükseliş dalgasına oturmuş, “arabeski hor görmeyerek” sivilleşmeyi temsil etmiştir. Giderek (eski) Sabah gazetesi incelmiş, kentin merkezine taşındığı gibi, aydınları da kendi bünyesine taşımıştır.

Yani Cumhuriyet Gazetesi Glasnost’u ıskaladı, Beyaz Türklerimiz 68 kuşağını dinlediler ama galiba anlamadılar. Beatles aslında bir halk hareketi, pop müzik Batının arabeski idi. Biz ne onu aldık ne de özümseyip kendi dünyamıza aktarabildik, sadece aranje ettik…

Hayaller Nişantaşı, Gerçekler Kasımpaşa!

Benzer bir biçimde siyasette sosyal demokratlar yeterince yerlileşememiş ve sivilleşememiş, buna karşın 1980 yıllarında yenilenme ve temsil dinamikleri özellikle de yükselme, yaşama ve tüketme arzu dalgasına oturan arabesk ve ANAP kesişme noktasında sağ partilerin eline geçmiştir. Müslüman aydınların modernlik karşıtı yaklaşımlarında yeni bir seçkinlik vücut bulabilir, ki işte tam da bu noktada, kendi içinde önemli bir soru ve tezatla karşılaşıyoruz: Hem Müslüman hem aydın olmak mümkün mü? İslami aydın kavramı ilk etapta aydın kavramını tarihsel mirası nedeniyle ilericilik ve batıcılık ile özdeşleştiren batıcı seçkinlere ters düşmüştür. Ancak daha önemlisi Müslüman aydın kavramının İslami hareket ve kimlik açısından ortaya çıkardığı sorunlardır. Müslüman aydınların eyleme mi öykünecekleri, yoksa anlamlar dünyasının anahtarlarını mı arayacakları sorusunun cevabı aşağıda işleyeceğimiz tezatlara ışık tutacak.

Müslüman ve Aydın

İslam sözlük anlamında çağdaşlaşmaktadır (şimdileşmektedir). İslami düşünce açısından bu zamaneleşme önemli sorunlar yaratmaktadır. Mesela İran ve Suudi Arabistan’ın aksine ulema iktidarı olmayan laik Türkiye’de İslam’ın yorumlanışı çeşitlilik kazanabilmektedir.

Kadınlar İslam’ın yorumlanışına katıldıkça bir simge haline gelen “türban”ı erkek egemenliğinden  alarak “meşru bilgi” sınırlarını zorlamakta, din adamlarına ve erkeklere ait bilgi tekelini kırmaktadır. Genç Müslüman aydınlar bir yandan İslam’ın farklılığından hareketle modernizmi sınarken, diğer yandan da modernlikten hareketle İslami kültürü yorumlamakta ve yeni bir dil konuşmaktadırlar. Modern insanı esir alan güncellik yerine tasavvufu hatırlatarak, teşhircilik karşısında mahremiyeti koruyarak, arzular ve tutkularla tanımlanan birey yerine nefsi ıslaha öncelik vererek, dünyeviliği aşkınlıkla çoğaltarak, akıl yerine gönlü konuşturarak, kalp gözünü açarak, yeni bir insan tipi için zaman ve medeniyet kapısını açmaya çalışmaktadırlar. “Modern Mahrem” bunu simgelemektedir. (Burada Nilüfer Hoca yine ses getiren çalışması Modern Mahrem’e (2)  gönderme yapıyor.)

Müslüman bireyden İslamcı kimliğe geçerken “kadın” artık bir sosyal aktördür. İslamcılık artık bir kültür hareketine evrilmiştir.

İranlı yazar Abdülkerim Suruş “Aydınlık ve Dindarlık” kitabında, aydınların “inanç zayıflığı” ve “garpzedelik”le (batıcılık) suçlanmasını eleştirmekte ve tüm düşüncelerin “dini ve din dışı”, “aydınlığa” ihtiyacı olduğunu yazarak, dinin yanı sıra seküler bilgiyi savunmaktadır.

Aydınlar ideal toplumu ve değerleri kafalarında yeniden inşa ettikleri kadar çevrelerini ve evreni anlamakla da yükümlüdürler. Birincisi ütopyanın tanımıdır. Ütopyalar zenginleştiricidir. Ancak ütopyalar bilme istencinden koptukça dogmatikleşirler. Bilme cesaretinin yerini bilginin siyaset tarafından denetlenmesi alır. İslami aydınlar eyleme öykündükçe inanç esere, metne, besteye dönüşmeyecek, net bir desen değil, tek bir desen verecekler, yeni bir dil değil, bir dogma yaratacaklardır.

Sanki bilim ve ilim iki ayrı şey gibi anlaşılıyor. İçimizdeki kurnazlar, “tilki”ler halka ulaşırken böyle sözel aldatmacaları hep kullanmışlardır. Bu bana göre sosyal, genetik kusurumuzdur. Düşünsenize Kuran’daki sağ taraf kavramını, İngiltere parlamentosunda sağ tarafta oturan liberal/muhafazakar kanadın düşüncelerini halka benimsetmekte kullanmışlardır. Şarkıların aranjmanı bunun yanında oldukça masumdur.

Tilkiliğin şahikasını ise, 1950lere kadar tek particilik oynayan Cumhuriyet Halk Partisi’nin içindeki zengin eşrafın daha fazla söz sahibi olacağı iktisadi politikalara olan ihtiyacı ve tabii eskiye özlem vb gibi muhalif unsurların güç birliği ile batı lisanıyla “demokrasi” olarak yorumlanan hareketin halka ulaşırken “DemirKırAt” üzerine vurulan mührü yani Demokrat Parti’sini  hatta ileride Adalet Partisinin KırAt amblemini kullandığını görüyoruz.

Ve artık Müslümana muhafazakar, muhaliflere Adaletçiler ve şimdi bir de zenginlik için “refah” diyerek hatta bugün içinse “kalkınma” sözcüğünü ekleyerek ilerleyecektik.

Diğer taraf, aslında gerçek muhafazakarlar hala aynı parti etiketini ve uzun süren bağnazlığı koruyarak kendi taraftarlarına “zinde güçler” diyeceklerdi. Karşısındakiler ise iktidarın tüm nimetlerini kullanarak azla yetinen halk kitlelerinin (21milyon kişi) memnuniyetini esas alarak kapitalizm ve bireysel zenginleşmenin ihtirası ile ülkenin gelecek kaynaklarını dahi altyapı yatırımlarına ve emellerine harcarken muhaliflerince;  “siyasal islamcı” olarak adlandırılacaklardı. Hepsi Nilüfer Göle’nin de aslında kitabında yazdığı gibi bir dil şaşırtmacasıydı. Tüm bu olanların Müslümanlıkla ne ilgisi varsa…

Kurumsal İslam

İslami hareket kendi orta sınıfını, aydınlarını, profesyonellerini oluşturmuş ve bu kesimlerin giderek bireyselleşmesi, piyasa ekonomisi, medya ve sanat dünyası içinde yer almaları ile İslami hareketin evrimini, dinamiklerini değiştirmeye başlamıştır. Müslümanların yeni hayat tarzları karşısında seçim yapmak zorunda kalmaları kendi iç dünyalarında da karmaşa yaratmış ve bunu yazı, deneme, edebiyat aracılığıyla da ifade etme yoluna gitmişlerdir. İslami hareketin kültürel alanda kendini çoğaltabilmesi Müslüman öznelliğin ortaya çıkmasıyla mümkün olmuştur. Kültür, insanın ve toplumun kendi kimliği, pratikleri üzerine düşünebilmesi, mesafe alabilmesi ve bunu farklı diller yoluyla (yazı, resim, müzik, film, vb.) ifade ederek, esere dönüştürebilmesi değil midir? Ancak kendi üzerine düşünebilen, eleştirebilen hareketler ve toplumlar, var olanı aşarak doğurganlık yaratabilirler. Yoksa dogmaların durağanlığına esir düşerler.

Değişim dinamiklerini yalnızca siyasal alanına atfetmek, eylemci optiğin dar görüşlülüğünden kaynaklanır. Kültürel dinamiklerin daha yumuşak, daha katmanlı olmaları ve etkilerinin uzun vadede ortaya çıkması, onları daha önemsiz kılmaz. İslam’ın kamusallaşmasıyla birlikte bireysel arzular ile kolektif eylem, inanç dünyası ile laik yaşam tarzları, farklılık istenci ile küresel modernlik, günlük yaşam ile ideolojik ilkeler arasındaki gerilimli alanlar su yüzüne çıkmış ve doğaldır ki üzerine düşünülmeye başlanmıştır.

İşte tam bunlar oluyor derken hızla değişen iletişim şekilleri, popülerleşme tüm kesimleri sanatçı, hoca, politikacı, aktivist, genç/yaşlı hepimizi cezbetti, kameraların ve sosyal medyanın şehveti ile iğfal edildik. Mesela ne kanunlarımız, ne ahlakımız ve bir Müslüman olan ben için dinimiz bu yeni yaşam şeklinin şehvetle bizi şekillendirmesinin  önünde duramadı. Hatta yine ıskaladık yaşamı milletçe. Savrulduk…ki ne savruluş!

Hani derdik ya bu batıdaki yaşam şeklini görünce başımıza taş yağacak. Halbuki bizler onları bile aştık bu yeni dünyada…

Cumhuriyet Muhafazakârlığı

Son yirmi yıla İslami hareketlerin damgasını vurduğu kadar Atatürkçülüğün de yükseldiğini, gençleştiğini ve yenilenme sürecine girdiğini görüyoruz. 80 sonrasında, Atatürkçülük de köktenci bir dönüşüm geçirerek 60lı, 70li yılların sol ideolojik Kemalist vurgusundan sıyrılarak “özüne” döndü, yani Atatürk’ün kendisine, bozulmamış ilk dönem Cumhuriyet ütopyasına; Kemalizm yerine Atatürkseverlik yeni bir ivme kazandı.

Hazcı liberalizme karşı mütevazılığı simgeleyen “yeni” siyasi liderlerin 1990lı yıllara damgasını vurması bu ipuçlarından biri. Zaten Cumhuriyet ahlakının kaynağı devlet adamlığında bulunabilir. Ecevit, Bahçeli ve Sezer, her ne kadar aralarında çatışma da olsa, halkçılık, milliyetçilik ve hukuk devleti ekseninde Cumhuriyet projesinin siyasal düzeyde kendini pekiştirmesini ifade ediyorlar, demişti o yıllarda Nilüfer Göle. Şimdi ne düşünür, kim bilir? Daha da ötesinde münzevi ve mütevazi yaşam biçimleriyle yeni tür bir Cumhuriyet muhafazakârlığına da örnek oluyorlardı. Özal liberalizminin sınır tanımayan, meraklı, atak, teknoloji, tüketim, mal, mülk, zevk gibi dünya nimetlerini ele geçirmek isteyen “yeni zengin” insan tipine karşı, nefsine yenik düşmemiş, ayrıcalık istemeyen, laik ama ahlaklı bir Cumhuriyet muhafazakârlığını canlandırıyorlardı.

Yine kavram kargaşamızın son sürat devam ettiği yıllar;

M. Kemal Atatürk’ün kurduğu ve yönettiği Cumhuriyetin uyguladığı prensip ve yöntemlerin yüzyıl içinde tüm dünyada nasıl ya da ne kadar gelişip kurumsallaştığına bakmadan bir edebi manzumeymişçesine 1920 modeline yapışmak nasıl ilericilik değilse, liberallik de batıcılık demek değildir. Müslüman bir birey olarak muhafazakar/tutucu değilim, olamam da. Ama Müslümanlığı sadece eski devirlerin yaşam biçimi ve giyim/kuşam modasına indirgeyenler de gerici ve bağnazdır.

Bugün Türkiye Cumhuriyetinde sadece halkın uymak zorunda kaldığı kanunları yapan (halkı zapturapt altına almaya çalışan) bir yasama ve yargı varken laikliği, siyasal islamı tartışmak absürttür.

Yazımın başında da belirttiğim gibi “Melez Desenler”i bazı kaynaklardan yararlanarak (3) bugüne getirirsek;

Evet, Turgut Özal’ın içe kapalı ekonomiyi uluslararası bir modele dönüştürdüğü doğrudur.  Özal ekonomide, siyasi ilişkilerde, uluslararası ilişkilerde farklılık yarattı. Onun yönetiminde Türkiye önemli mental bir  değişim geçirdi.  Özal’ın iç ve dış politikada hatalar yaptığı da söylenebilir, ekonomik yöntemleri de eleştirildi, bazı değerleri “paraya” esir ettiği konusu tartışıldı. Bu hayat tarzının toplumun bünyesinde derin yaralar açtığı belirtildi. Ama Özal’ın en eleştirildiği bölüm sahip olduğu gücün başını döndürmesi nedeniyle nepotizm belasına, o zamanki kurumsal yapının izin verdiği ölçüde  saplanmasıydı, denebilir.

Büyüme oranlarında yaşanan istikrarsızlık, yüksek borç-faiz sarmalı ve IMF dahil çeşitli istikrar programlarına karşın yüksek enflasyon 1994-2001 yılları arasında yaşanan ekonomik krizleri, gelir adaletsizliğini ve yoksulluğu beraberinde getirdi. Bu dönemde Adalet ve Kalkınma Partisi kuruldu ve iktidara geldi ve muhafazakar demokrat kimlik siyasetinin gerektirdiği demokratikleşme ve serbest piyasa ekonomisinin en iyi pratiklerinden birini uygulayarak, 2002, 2007 ve 2011 yıllarında olmak üzere art arda 3 genel seçimde oylarını ülke genelinde yükselterek tek başına iktidar oldu.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarda olduğu dönemde yalnızca özelleştirmelerden 63 milyar dolar gelir elde edilmiş görünüyor. Bu paralar büyük çoğunlukla, uzun vadeli geri dönüşü olan imari ve alt yapı projelerine harcandı.

Bilimsellik ihtiyaca göre plan ve buna göre program ve liyakatlı kadro seçimi demektir. Bunlardan biri bile eksik olunca her türlü kriz kaçınılmaz hale geliyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi politikalarının Avrupa Birliği (AB) ve ABD ile uyumlu gözüktüğü ilk iktidar döneminde Türk dış politikasının Ortadoğu’ya yönelik açılımı ve Türkiye’nin bağımsız bir bölgesel aktör olarak ön plana çıkması tartışma konusu olmasına rağmen bu tartışmalar bir “yörüngeden sapma” olarak yorumlanmadı.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin söz konusu dönemde komşularla sıfır sorun politikası ve bölgesel arabuluculuk faaliyetleri çerçevesinde Ortadoğu’ya ilgisini artırması AB ve ABD tarafından memnuniyetle karşılansa da bu tablo 2009 yılından itibaren değişmeye başladı.

Bu dönemde Türkiye’nin, Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlar gibi komşu bölgelerde aktif rol oynadığını ve bölgesel bir güç haline gelmesi hedeflendiğini söylemek mümkündür.

2010larda iktidarın dış politikası daha aktif bir hal almış ve Türkiye bölgedeki çatışmalara doğrudan müdahalede bulunmaya başlamış ve Suriye’deki iç savaşa dahil olmuştur. Komşuları ile olan ilişkilerinde de bazı gerginlikler yaşanmıştır.

Biraz geriye gidersek George W. Bush döneminde Türkiye-ABD ilişkileri oldukça olumluydu. Bu dönemde stratejik ortaklık anlaşmaları imzalandı, iki ülke arasındaki ticaret hacmi arttı. 2001 yılında gerçekleşen 11 Eylül saldırısının ardından, Türkiye ABD’nin küresel terörle mücadeledeki en önemli müttefiklerinden biri haline geldi. Türkiye, Afganistan’daki operasyonlar için ABD’ye lojistik destek sağladı ve Irak Savaşı öncesinde ABD’nin müttefikleri arasında yer aldı.

Ancak, Irak Savaşı başlangıcında Türkiye’nin TBMM oylamasında ABD’nin Irak planlarına karşı çıkması, iki ülke arasında gerilime neden oldu. Ayrıca, 2003 yılında ABD Kongresi’nin Ermeni Soykırımı tasarısını kabul etmesi, Türkiye-ABD ilişkilerini haliyle olumsuz etkiledi.

Daha sonra da Adalet ve Kalkınma Partisi  iktidarı döneminde Türkiye’nin ABD ile ilişkileri hep dalgalı bir seyir izledi.

2016 yılındaki “fetöcü” darbe girişiminin ardından, ABD’nin Türkiye’deki darbe girişimine karşı tutumunu eleştiren Türk hükümetinin ABD ile ilişkileri daha da gerildi.

Türkiye’de son dönemde gündem olan bazı önemli konular şöyle sıralanabilir

Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi (KIBY) ile  ilişkiler. IŞİD ile mücadele. Türkiye’nin İran ile ticari ilişkileri.

Burada hükümetin “Kürt Açılımı” olarak adlandırılan sürecinden de söz etmek lazım. Bu süreç 2009 yılında başladı. Sonra süreç iktidara oy kaybettirince, 1 Kasım 2015’te seçimlerine MHP’yi yanına alarak giren Adalet ve Kalkınma Partisi  meclis çoğunluğunu kazandı.  

YPG politikasına gelirsek; Türkiye, YPG’yi PKK’nın Suriye kolu olarak görüyor ve terör örgütü olarak tanımlıyor, buna göre operasyonlar yürütüyor. ABD ve bazı Batılı ülkeler, YPG’yi Suriye’de IŞİD’e karşı mücadelede önemli bir müttefik olarak görüyor ve destekliyor. Bu, Türkiye ve Batı arasında ciddi bir çelişki yaratıyor.

Son 10 yılda, Türkiye’de siyasi istikrarsızlık ve ekonomik sıkıntılar arttı. 2013 yılında “otoriterleşme” iddiasıyla yapılan Gezi Parkı protestoları, 2016 yılında gerçekleştirilen “fetöcü” darbe girişimi, hükümetin güçlenmesine neden oldu.  

Aynı yıllarda Türkiye-ABD ilişkilerinde başka bir gerilimli dönem yaşandı. 2018 yılında Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri satın alması, ABD ile Türkiye arasındaki ilişkileri daha da gerdi.

Bu dönemde iktidar Türkiye’deki uygulanan Parlamenter Sistemi halk oylamasıyla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine dönüştürerek önemli bir dönüşüm gerçekleştirdi.   Yine bu dönemde bir dizi reform gerçekleştirildi. Bu reformlar arasında, kadın hakları, çevre koruma, ekonomik kalkınma ve eğitim alanlarında yapılan değişiklikler yer almaktadır. Ancak, bu reformların yeterli olmadığı gibi ülke içinde “kutuplaşmayı” artırdığına yönelik görüşler de bulunmaktadır. Bence esas sorun, Nilüfer hocanın kitabına yönelik tahlilimde belirttiğim gibi sözde 1920lerden kalma ilericilikle, sözde Müslümanlık arasındaki gerilimdir. Bu sosyal gerilime kaynak oluşturan iç ve dış olayları yukarıda tarafsızca özetlemeye çalıştım.    

Şimdi şunu belirteyim, Türkiye’deki şu andaki değişimin geldiği boyutu bir düşünün, bütün yukarıda bahsettiğim iç ve dış olaylar yaşanırken CHP’nin karşısında olanlar şimdi Saadet, Deva ve Gelecek Partisi olarak CHP ile iş birliği yapıyorlar.

“Acaba Bir Gün İçtenlikle Konuşabilecek Miyiz Birbirimizle” deyip ben konuyu modernliğin felsefi mirası üzerine kapsamlı fikirler geliştirmiş olan Fransız sosyolog Alain Touraine’in demokrasi düşüncesine (4) bağlayayım.

Demokrasinin; yöneticilerin temsilciliği, yurttaşlık ve iktidarın sınırlandırılması olmak üzere üç boyutu bulunur. Demokrasinin bu üç boyutu arasında ülküsel bir denge yoktur, zira iktidarın her türlü özselliği (özüne yönelik eylemleri) demokrasi düşüncesiyle bağdaşmaz.

Yine Touraine’e göre demokratik bir toplumsal ve siyasal düzeni, ne salt bir farklılıkçılık ne de Aydınlanma Çağı’nın evrenselciliği kurabilir. Demokrasiyi zorunlu kılan, aynı bütünün içinde birbirlerinden farklı, hatta birbirlerine karşıt olan, kısacası aynı zamanda hem birbirlerine benzeyen hem de birbirlerinden ayrılan birey ve grupların bir arada yaşama zorunluluğudur.

Sanki hakiki “beka” sorunu da burada yatıyor. Bir arada yaşamayı öğrenmeden günümüzde bir millet olarak kalmamız ve devlet olarak kalıcı olmamız fevkalade güçtür.

“Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek miyiz?”

Alain Touraine’in çalışmalarının esasını genel olarak bir eylem toplumbilimi oluşturmaktadır ve toplumun kendi geleceğini yapısal mekanizmalar ve toplumsal mücadeleler aracılığıyla biçimlendirdiğine inanmaktadır.

Başka bir deyişle, Özne (nefs/birey) ile Akıl ve Eyleyenler (icra) ile toplumsal sistem arasındaki gerilimli ilişkileri, birinden diğeri pahasına vazgeçmeyi gerektirmeyecek bir bağlamda (uzlaşarak) kurgulamanın siyasal olanaklarını sunan bir yoldur (yönetim biçimi) demokrasi.

Alain Touraine Düşüncesine Genel Bir Bakış

Bir özgürlük kesinlemesi olarak özne, onu bir yandan dünyanın düzenine, bir yandan da topluluğun düzenine uydurmak isteyen tüm ideolojilere karşı savaş verir. Günümüz dünyasına özgü çarpıcı bir gerçekliğin anlatımı olan ekonomi dünyasının bütünlüğüyle kültür dünyasının bölünmüş çeşitliliği/kapalı evreni arasındaki kopukluğu giderebilecek yegâne yol öznenin siyasasıdır. “Ekonomiyle kültür arasındaki kopukluğa getirilebilecek tek çözüm ve ekonomik değişimin efendilerine ya da toplulukçu diktatörlere karşı koyabilecek toplumsal hareketlerin tek olası kaynağı özneye çağrıdır. Özne yalnızca bir özgürlük kesinlemesi değildir, aynı zamanda toplumsal bir harekettir” der Touraine…

“Modernlik tek bir ilkeyi, hele de aklın egemenliğini engelleyen şeylerin yıkımını temel almaz; Akıl ile Öznenin diyalogundan oluşur. Akıl olmadığında Özne, kendi kimlik saplantısına takılır kalır, Özne olmadığı takdirde de, Akıl bir güçlülük aracına dönüşür” demesinden de ben şunu anlıyorum: Bu tip bir dogmatik düşüncenin, mesela dinin akılla desteklenmesi ve sosyal hayatla ancak bu şekilde buluşması, dini dogmaların sadece iman ve ibadet sahasında olmasını gerektirir; buna mukabil sırf salt aklın benimsenmesi ise sosyal yaşamın tüm alanlarının inanç ve itaat şekillerinin aklın zorbalığına teslim olmasıdır. Yani önce dini iman ve ibadet alanına hapsediyor, sonra “sosyal yaşamın tüm alanlarının inanç ve itaat şekillerinin aklın zorbalığına teslim edilmemesi gerekir”, diyor. Ama din de o alana girmeyecekse boşluğu ne dolduracak? Ayrıca Kuran medeni hukuk, devletler hukuku, borçlar hukuku, ticaret hukuku, miras hukuku, ceza hukuku gibi birçok hukuk dalında kesin ve net hükümler içeriyor. Müslümanlar bu hükümlere kesin inanır. Din zaten akıl ve nakil ikilisinden oluşur. Zaten Allah akılsızları imanla bile mükellef kılmamıştır.

Çağdaş dünyada artık hepimiz bir arada var olabileceksek, benim “dogma” tanımım, şahsi görüşlerin dogmalaşmış halleridir.

Alain Touraine’in Demokrasi Düşüncesi

Touraine’e göre demokrasiyi yöneticilerin düzenli aralıklarla yönetilenler tarafından serbest seçimlerle belirlenmesi olarak tanımlamak aynı zamanda demokrasinin varlığı için zorunlu olan kurumsal mekanizmayı da açıkça tanımlar. Demokrasi, devletin eşsiz gücüyle yurttaşlarının haklarını koruduğu siyasal bir alan oluştuğunda var olur.

“Devleti özel yaşamdan ayıran uçurum siyasal kurumlar ve yasa tarafından tanınıp güvence altına alındığında demokrasi var olur. Demokrasi prosedürlere indirgenemez, çünkü devletin birliğiyle toplumsal eyleyenlerin çokluğu arasında bir aracılıklar bütününü temsil eder. Bireylerin temel haklarının güvence altına alınması gerekir; aynı zamanda bireylerin kendilerini birer yurttaş olarak duyumsamaları ve toplu yaşamın oluşumuna katılmaları gerekir” der Touraine.

Demokrasi ilkin yöneticilerin temsilciliğini, başka bir deyişle siyasilerin aracılığını ve temsilciliğini yapacağı toplumsal eyleyenlerin varlığını gerektirir.

Demokratik bir toplumun ikinci özelliği, seçmenlerin yurttaş olmaları ve kendilerini yurttaş olarak kabul etmeleridir. Yönetilenler yönetimle ilgilenmiyor, siyasal bir topluma değil de yalnızca bir aileye, bir köye, bir mesleğe, bir etnik kimliğe ya da dinsel bir mezhebe ait olduklarını duyumsuyorlarsa, yöneticilerin serbest seçimle belirlenmesi işe yaramaz.

Son olarak demokrasinin üçüncü boyutunu, yöneticilerin iktidarının sınırlandırılması oluşturur. Yöneticilerin iktidarı, öncelikle seçimin varlığından ötürü ve daha somut olarak bakıldığında iktidarın hangi sınırlar içinde çalışacağını belirleyen yasalardan ötürü sınırlanmalıdır. Touraine’e göre, bu boyutlardan her biri ötekilerden ayrılma eğilimindedir, ama aynı zamanda her biri birbirini tamamlayabilir.

Tekrar edecek olursam demokrasinin üç boyutu arasında hiçbir ülküsel denge yoktur. Temsilcilik, yurttaşlık ve iktidarın temel haklarla sınırlanışının bir arada bulunması her zaman demokrasinin oluşması için yeterli değildir. Bu üç boyutu bir arada tutan bağın olumsuz/gergin bir içeriği vardır. Bunun nedeni tam olarak temel bir iktidar ve yasallaştırma (meşrulaştırma) ilkesinin var olmayışında yatar. Zira, iktidarın her tür özselliğinin (özüne ait eylemlerinin) yadsınması demokrasi için kaçınılmazdır.

Devletle sivil toplum, aracısız, doğrudan doğruya karşı karşıya geldiklerinde, sonuçta birinden biri kazanacaktır, ama kazanan hiçbir zaman demokrasi olmayacaktır.

“Demokrasi ancak, sivil toplumla devletin kendilerine özgü, hatta çoğunlukla birbirine karşıt mantıkları olduğu kabul edildiğinde ve bunların aralarındaki ilişkiyi yönetmek üzere her ikisinin karşısında özerk bir siyasal sistem bulunduğunda var olabilir. Bu da demokrasinin, tüm toplumun değil, siyasal toplumun bir var olma biçimi olduğunu, ayrıca siyasal toplumun demokratik yapısının sivil toplumla ve devletle ilişkilerine bağlı olduğunu anımsatır” diyerek şu uyarıyı yapar Touriane:

“Demokrasiyi boyutlarından birine indirgeyerek açıklamak yanlıştır. Demokrasi nasıl bütünleştirici ve seferberlikçi bir yurttaşlığa indirgenemezse, olumsuz bir özgürlüğe, keyfi iktidara karşı korunmaya da indirgenemez, çünkü demokrasi, evrenselle özelin, teknoloji dünyasıyla simgesel dünyaların, göstergelerle anlamın bağdaşmasıyla tanımlıdır. “Bu demokrasi, ne basit bir prosedürler bütünüdür, ne de halk demokrasisi; birbirini tamamlayan, ancak hiçbir zaman tek yönelim ilkesinde kaynaşamayacak unsurların hep sınırlı kalacak bir bütünlüğüne ulaşmak üzere gösterilen bir çalışma, bir çabadır”.

Demokrasiyi yöneticilerin temsilciliği, yurttaşlık ve iktidarın sınırlandırılması boyutları ile devlet, sivil toplum ve siyasal toplum arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisi temelinde tanımlayan Touraine, demokratik bir yönetim biçiminin demokratik kişiliklerin var olmasına dayandığını vurgular. Ona göre demokrasinin birincil amacı, pratik dünyanın oluş dünyasından, geleceğin geçmişten ayrılmasına direnebilecek özne-bireylerin yaratılması olmalıdır. Ötekinin yadsınmasını ve akıl dışılığını demokrasi için ölümcül tehlikeler olarak görür. Kısacası demokratik toplum, olası en zengin kültürel çeşitliliği, aklın olası en geniş biçimde (tüm zenginliğinden yararlanarak) kullanılmasıyla birleştiren, evrensel olanı özel olanla, birliği farklılıkla ve kültürü doğayla bağdaştıran toplumdur.

Sonuç ve Değerlendirme

Salt akla dayalı bir toplum tasavvuru, aklın otoriter kullanımına, cumhuriyetçi ideolojinin aşırı biçimlerinden faşist diktatörlüklere dek uzanan bir dizi tahakkümcü toplum modeline kapı aralar.

Öte yandan salt özne merkezli bir toplumsal yaşam tasavvuru da birlik beraberlik olgusundan uzak, bölünmüş bir toplum meydana getirir. Artık akıl ve adalet yoktur o toplumda. Yoksa bu bölünmüş sosyal hayatların birbirleriyle güç ve tahakküm mücadelesi sürüp gidecektir.

Demokrasinin var olma nedeni, ötekinin tanınması, kabul edilmesidir.

Demokrasiyi kurmak için, devleti, siyasal toplumu ve sivil toplumu birbirinden ayırmak gerekir. Bu ayrımın olası en zengin farklılıklar içinde, olası en büyük birliğin bir anlatımı olmaktan çıkması, toplumu, ya devletle sivil toplumun özdeşleşeceği totaliter bir mecraya ya da devletle sivil toplumun birbirinden bütünüyle ayrışacağı radikal bir farklılığın tuzağına sürükleyecektir. Demokrasi ancak, sivil toplumla devletin kendilerine özgü, hatta çoğunlukla birbirine karşıt mantıkları olduğu kabul edildiğinde ve bunların aralarındaki ilişkiyi yönetmek üzere her ikisinin karşısında özerk bir siyasal sistem bulunduğunda var olabilir.

Bugün dünyadaki büyük ve dolayısıyla ekonomik olarak güçlü devletler ABD, Avrupa Birliği, Birleşik Krallık, Rusya Federasyonu hatta Çin ve Hindistan bile birçok din, etnisite, dil ve hatta bazıları federatif yapılardan oluşmaktadır. Artık hanedan veya hakim milli unsur kalmamıştır veya içinde muhtelif ırk (ABD’de zenci/beyaz) veya dil (ABD, Çin, Hindistan), din (AB’de Müslüman/Hristiyan) grupları barındırmaktadır. Cumhurun, çoğunluğun hakimiyeti ve idaresi zayıflamış, her bölünmüş grubun devletten ve sosyal hayatta minimum hak ve eşit muamele istediği azınlıkların birlikteliğine evrilmiştir cumhuriyetler. Farklılıkların tanındığı hatta övüldüğü bir devirde yaşamaktayız. Bu bazen cinsel tercihlere ve hatta olmayan isteklerin karşılanmasına kadar varmaktadır, hani bir zamanlar batılılaşmanın dayatılması gibi…

Yaşadığımız topraklardaki demokratik talepler (dayatma mıdır yoksa doğal etkileşime bağlı dönüşüm müdür, ayrı bir yazının konusu) 1839 Tanzimat Fermanı ile başladı, 1856 Islahat Fermanı derken Birinci Meşrutiyet 23 Aralık 1876da ilan edildi. O Dönemde Anayasa Kanuni Esası; kanun yapıcı  Meclisi Umumi, yürütmeyi de padişah II. Abdülhamit yapıyordu. Bu Anayasa yolu ile birçok değişim gerçekleştirilebilirdi. Ama savaş bahane edildi, 1878de Meclis dağıtıldı, anayasa kaldırıldı, neticede 33 sene yine eski rejim devam etti. Sonra İkinci Meşrutiyet 1908de temsili bir demokrasi için kuruldu. 1913te ise İttihatçılar devri başladı. Sonra Osmanlı Devleti tarihe karıştı, bazı batı ülke yasaları esas alınarak  Cumhuriyet kuruldu.

Demokrasi özlemleri yerini tek parti iktidarına bıraktı. 1950’de halk “yeter artık” demokrasi dedi. 1960’da asker “yok bu iş rayından çıktı” diye karşı çıktı. 1961 Anayasası göreceli olarak daha özgürlükçü bir Anayasa olmuştu. 9 yıl sonra bu defa asker “bu kadar özgürlük yeter” dedi, 12 Mart muhtırası geldi, CHP-MSP gibi bir araya gelmez iki parti bir araya geldi, ama soğuk savaş döneminin “komünizmler ve diğerleri ” çatışmaları ile ülke anarşiye garkolmuştu. 1980de bu kez daha şiddet içeren bir darbe yaşandı. Hala bazı bölümleri geçerli bir darbe Anayasası yapıldı ve yukarıda özetlediğim Özal dönemi dönüşümleri gerçekleşti.

1995te Çiller-Erbakan ikilisinin Refahyol dönemine giden süreç başladı. 1997de asker yine durumdan hoşnut olmadı ve 28 Şubat askeri darbesi ile ülke başka bir yola girdi. 2002de halk merkez sağ ve merkez sol olarak tanımlanan yapılardan vazgeçti ve %34 oy ile “muhafazakar demokrat” Adalet ve Kalkınma Partisi’ni iktidar yaptı.

İlk 10 yıl, yukarıda belirttiğim gibi her şey çok iyi gitti. Sonra ne olduysa oldu! Nutuk kitapçılarda ön raflardaki yerini aldı… Kısacası hizalandık.

Şimdi görünen o ki 184 yıldır temelde ülke yönetme felsefemizdeki sorunlarımız nedeniyle tam anlamıyla farklılıkları bir arada yaşatan demokrasiyi üretemiyoruz. Açıkçası toplum hizalanmaktan vazgeçerek, bir AMAÇ BİRLİĞİnde buluşamazsa hiçbir durumda bu kısır döngüden kurtulabileceğimizi sanmıyorum.

Oysa yaşadığımız yeni çağda ancak demokrasiyi bir toplumun farklılıklarına rağmen bir arada yaşayıp ortak refah, ekonomik ve askeri güç kazanarak var olabilmesi için yönetim şekli olarak benimseyerek ilerleyebiliriz. Eninde sonunda, muhakkak felsefemiz, anlayışımız ve demokrasi modelimiz de bize özgü bir şekilde gelişmeye devam edecektir. Neslin değişmesiyle dijital ve hatta online yani doğrudan demokrasi denilen, vatandaşların ellerindeki cep telefonları ile doğrudan kararlara katıldıkları demokrasi türüne kısa süre içinde geçeceğiz. O zaman demokratik süreçler yukarıdan aşağıya doğru değil de aşağıdan yukarıya doğru işleyecek ve kısır döngünün çözümüne yardımcı olacaktır. Ben bu değişimi varoluşsal görüyorum. Siz ne dersiniz?

Kaynakça

 (1) Göle, N. (2017). Melez Desenler, 6’ıncı baskı, Metis, ss.175.

 (2)  Göle, N, (2019), Modern Mahrem, Metis, ss.200.

 (3) http://arsiv.ntv.com.tr/news/44928.asphttp://www.toplumveutopya.com/nilufer-golenin-bati-disi-modernlik-anlayisi-hilal-kasik/https://kriterdergi.com/dosya-turkiye-yuzyili/turkiye-yuzyili-ve-yeni-toplumsal-tahayyul-uzerine-dusunmekhttps://dergipark.org.tr/en/download/article-file/869806https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/84792;https://www.mahfiegilmez.com/2023/03/akp-ekonomisinin-20-yl.htmlhttps://medyascope.tv/2022/08/15/akp-yildonumunu-kutlarken-21-yilin-21-donum-noktasi/https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-57411675https://kriterdergi.com/siyaset/kurulusundan-bugune-ak-partinin-kalkinma-ve-yatirim-vizyon

(4) İnce, M. (2016). Alain Touraıne’in Demokrasi Düşüncesi Üzerine Bir Değerlendirme, KTÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Y.8 S.12.

Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez. 

 

 

YORUM YAZIN