Tim Ferriss 2008 yılında kişisel gelişim kitabı “4 Saatlik Hafta”yı (The 4 Hour Workweek) (1) yazdığında çok ilgi toplamış, uzun süre çok satanlar listesinde kalmış ve İnkilap tarafından Türkçeye çevrilmişti. Ferriss bugünkü daha kısa süre çalışma talepleri bağlamında bir “4 saatlik hafta” dan bahsetmiyordu kuşkusuz. O daha çok sıradan yaptığımız işleri terkedip, iyi olduğumuz işlere odaklanarak kendimizi hem zengin hem de farklı bir yaşam biçimine sahip kılabileceğimizden söz ediyordu. (Bu arada Ferriss’in şu anda BrainQuicken markasıyla beyni güçlendirdiğini iddia ettiği bir gıda takviyesi satarak geçimini sürdürdüğünü de belirtelim). Peşinden Katie Weeks 2011 yılında “The Problem with Work: Feminism, Marxism, Antiwork Politics, and Postwork Imaginaries (Çalışma Sorunu: Feminizm, Marksizm, Çalışma Karşıtı Politika ve Çalışma Sonrası Tahayyüller) kitabında (2) ilk kez bir işte çalışmanın meşruluğu konusunu tartışmaya açmıştır. Daha sonra 2018de Dennis Normak ve Anders Fogh Jensen’in Danimarka’da “Yalandan Çalışmak” (Pseudo-work) isimli kitapları (3) yayınlandı. Bu kitapta Danimarka’da ve diğer global iş gücü pazarında insanların kendilerini nasıl işler icat ederek çalışıyormuş gibi yaptıkları, aslında çalışmadıkları, bu nedenle haftalık çalışma saatinin kolayca 15e indirilebileceğini savunuyorlardı. Peşinden bu kez Norveç’ten Pernille Garde Abildgaard’ın “The Secret of Four Day Week” (4 Günlük Haftanın Sırrı) kitabı (4) geldi. Bu kitapta Abildgaard “bir iş, ne kadar süren varsa o kadar sürede biter” demeye gelen “iş tamamlanması gereken süreye göre kendini genişletir” şeklindeki Parkinson Kanunu’ndan yola çıkarak haftalık çalışma süresinin kısaltılabileceğini, bunun için de pomodore gibi zaman yönetimi tekniklerinin, slack, yammer, sanal asistan gibi bilgi paylaşım teknolojilerinin, asana gibi proje yönetimi programlarının kullanılabileceğini anlatıyordu. İsveç, Danimarka, İngiltere, Yeni Zelanda, Avustralya, Hollanda, Amerika, İngiltere’den örneklerle haftada dört gün çalışmanın liderliğini yapan şirketlerden örnekler veriyor, örneğin İngiltere’de Branson’un Virgin Grup’unun ve Mix isimli reklam ajansının nasıl haftada 4 gün çalışmaya geçtiğinin hazırlıklarını ayrıntılı olarak inceliyordu.
Son olarak da Kyle Lewis ve Will Stronge’un “yeni sol” akımın temsilcisi Verso yayınevinden “Overtime: Why We Need A Shorter Working Week” isimli kitabı basıldı (5). Bu kitap da Türkçe’ye Fazla Mesai: Neden Daha Kısa Bir Çalışma Haftasına İhtiyacımız Var, ismiyle çevrildi. İşin boyutunu, gelinen noktanın zihniyet yapısını iyi özetlediği için bu kitabın üzerinde biraz duralım diyorum. 1856 yılında Avustralya’da taş işçileri günde sekiz saatlik çalışma sisteminin inşaat sanayiine uygulanmasının zamanının geldiğini düşünerek yürüyüş yapmışlar ve bu zafer 95 yıl boyunca kutlanıp en nihayetinde ise İşçi Bayramı kutlamalarıyla eş zamanlı hale gelmiş. Kitap bu öyküyle başlıyor ve taş işçileri örneğinin bizlere en az 2 şey öğrettiğini söylüyor:
- Çalışmanın zorluklarından özgürleşme imkanı bize ancak, bu özgürleşme talep edilip uğrunda mücadele edildiğinde tanınmaktadır.
- Çalışma zamanının azaltılmasının hangi istihdam formunda ve kapitalizmin hangi döneminde olursa olsun, çalışan insanların bir özlemi olduğunu göstermektedir.
Buradan yola çıkarak yazılan kitap ister taş işçilerinin zamanında olsun ister şimdi bizim için gerekli olanın işitilmek, sevdiklerimizle zaman geçirmek, bağımsız etkinliklerde bulunmak ve bir patrona, işe bağlılıktan özgürleşmek gibi tüm bu ve benzerlerinin aslında insan olmanın asli gereği olduğuna dikkat çekmekte ve nihayetinde zamanı yaşam ile eş tutmaktadır.
İş yerinde harcanılan zamanı kısmak uğruna verilen bu mücadelenin bir kez daha siyaset gündeminde olduğunu da belirten kitap Covid salgınının kitlesel işsizliğe neden olmasından çok daha öncesinde hayata geçmiş olan siyasi girişimlere değinerek dünya genelinin artık ücretlerde azaltmaya gitmeksizin daha kısa çalışma haftalarını benimsemeye başladığını ve bunun artık marjinal bir kampanya değil aksine sosyalist siyasette geçen on yılda meydana gelen bir yenilenmenin merkezinde yer aldığına işaret etmektedir. Acaba komünizmin iflasından sonra sosyalizmin vaadi bu detaya mı sıkışmış, hiç sanmıyorum. Ayrıca bu şekilde artan emek maliyetleri ile pahalılaşan fiyatları kim ödeyecek?
Bütün yaşamımızı etkileyen bir faktör olarak çalışmanın yaşamımızdaki ana etken olduğunu dile getiren yazarlar çalışma haftasına yönelik kampanyaların şimdilerde kazandığı ivmenin itibarsızlaştırılmış bir emek piyasası bağlamında ortaya çıktığını ve “hayatını kazanmak” teriminin ise zamanının geçtiğini vurgulayarak zamanla tüm dünyada daha yüksek bir sermaye payının ve ona eşlik eden daha düşük bir emek payının kişisel gelirlerin bölüşümü açısından daha yüksek bir eşitsizlikle bağlantılı olduğunu gösteren araştırmalara değinmişler.
Kitapta Friedrich Engels’in İngiltere’de işçi sınıfının durumunu ele aldığı 1845 tarihli çalışmasıyla 2018 senesinde Prof. Philip Alston tarafından BM adına yazılan rapor arasındaki benzerliklere yer verilmiş ve evrensel kredilendirme ve yardım ödemelerinin devreye sokulmasının günümüzün somut bir örneğini oluşturduğu ifade edilmiş. Yazarlara göre dikkate değer bir kollektif örgütlenme ve siyasal bir düzenleme olmadan emek piyasası ekonomik güvence ve herkese özgürlük için güçlü bir mekanizma sağlamada başarısız kalmaktadır. Evet haklılar, insanın gayesi hayatını kazanmak değil iyi insan olmaktır. Ama yine insan için kendi gayreti ile kazandığı kutsaldır. herhalde güvence adı altında körfez ülkelerindeki bazı şehir devletlerinde olduğu gibi herkesin maaş/mansıp adı altında devletten koşulsuz bir para alması kasdedilmemektedir. “Güvence” muhtaç olunduğundaki belli bir süre için olmalıdır. Yoksa batıdaki gibi işsizler ve sığınmacıların istismarına açıktır.
Yazarlar daha kısa bir çalışma haftasının tek başına yalnızca çalışmaya bir müdahale olmayıp aynı zamanda yeşil bir politika olduğunu ve daha az çalışarak ekonomilerimizin süratle karbondan arındırılmasına bir dayanak sağlayıp diğer alanlarda da etkisinin olacağını düşünüyorlar. Ayrıca ev içi ücretli veya ücretsiz, çoğunlukla kadınlaştırılmış emeğin feminist bir mesele olduğunu söylüyorlar. Ben bu ilişkiyi çözemedim.
Kitabın genelinde çalışma haftasının kısaltılmasının toplumların üzerinde nasıl çok yönlü faydalı etkiler bırakacağını vurgulayan yazarlar detaylı bir şekilde düşüncelerini aktarırken tarihten bir örnek veriyorlar. Marksizm ve Sendikalizmin bir bileşimi olarak maden sanayiinin gelecekteki gelişimi için nasıl bir yol izlenmesi gerektiğine dair görüşlerin yer aldığı 1912 senesinde Britanya emek hareketinin mücadelesinin doruk noktalarından biri olan Manifesto’nun aslında sırf daha iyi işler için çağrıda bulunmayıp bunun yerine asla ücret karşılığında çalışmaya zorlanmayacağımız bir gelecek talebinde bulunduğunu belirtiyorlar.
Serbest zaman mücadelesinin yaklaşık dört yüzyıl önceki doğuşundan bu yana kapitalizme eşlik ettiğine dikkat çeken yazarlar “zaman özgürlüktür” düşüncesini diğer kitaplardaki gibi tekrar ediyorlar. Çünkü onlara göre hayatta kalmak için yapmamız gereken günlük işler; Örneğin yemek yeme, dinlenme gibi zorunluluklar serbest zamanın kullanımıdır ve nihayetinde bizim için önemli olan da bu zamandır. Buna karşılık kapitalizmde zaman parayla ifade edilir ve kâr amacı güden işletmeler için bir üretim gideridir. Bu nedenle Marx’ın zamanın bu boyutunu ilişkili taraflara ait farklı çıkar kümelerinin bir yansıması olarak gördüğüne değinen yazarlar asıl meselenin uğrunda çalıştığımız yaşamdan zevk alabilmek için serbest zamana ihtiyacımız olması ama bunun patronların, iş için gerekli zaman ile rekabet ettiğini söylemeleridir. Evet hepimiz sayılı gün olan zamanımızı nasıl değerlendireceğimiz için mücadele etmeliyiz. Bizim zamanımızı kullanışımız toplum için manidar bir fayda sağlamalıdır.
Marx’ın çalışma eleştirisinin nihayetinde insan özgürlüğüne ve modern toplumun bireye dayattığı baskı biçimlerine yönelik bir kaygıdan kaynaklandığını ve çalışan olmanın ikili karakterini yansıtmak amacıyla “özgür emekçi” kavramından bahsettiğini belirten yazarlar istihdamın temel olarak bireysel özgürlüğe karşı olduğunu; kendimizi bir başkasına ya da şirkete belli bir miktar zaman için kiralamak anlamına geldiğinin altını çiziyorlar. Çünkü büyük çoğunluğun hayatta kalmak için bir işe ihtiyacı vardır ve bir işimiz olmadığında ancak açlıktan ölmekte özgürüzdür! Bu hiç arzu edilmeyen bir durumdur, kapitalizm bunun için mazur görülemez.
Pek çok toplum teorisyeninin dikkatini Marx’ın “saklı mesken” olarak tanımladığı işyerine verdiklerini belirterek devam eden kitap siyaset felsefecisi Elizabeth Anderson’un devletlerce uygulanan kamu yönetimi ile şirket yöneticilerince uygulanan iş yaşamının parallelliğine değinen görüşlerine yer vermişler. Anderson’un “yaşamımızın mahrem yönlerinin devlet tarafından demokratiklikten uzak ve ayrıntılı bir şekilde kontrolüne müsade edilmezken işverenimiz söz konusu olduğunda bunu neden doğal karşılamamız gerektiğini sorgulamasına” dikkat çekmişler. Daha sonra şu sonuca varmışlar: 19. yüzyılda olduğu gibi bugün de kapitalizmde vaktin nakittir, özgürlüğümüz kıymetlidir ve kendimize ait serbest zaman ile işverene ait zaman arasındaki çekişme bitmemiştir. Artık bireysel yaşam verilerinin paylaşılması tüm toplumlarda düzenlenmektedir. Zaten kişiselleştirilmiş pazarlamadan hem pahalı hem de etkili olmadığı için bir türlü istenen sonuçlar alınamamıştır. İşyerinin “saklı mesken” olduğunu kimse inkar edemez. İşyerleri ve iş arkadaşları artık tıpkı okul veya askerlik arkadaşlıkları gibi olmuştur. Covid salgını ile beraber evden çalışırken tecrübe ettiğimiz gibi iletişimin hızlı ve yaygın hale gelmesi, sosyal hayat aktivitelerinin çoğalması ve erişilebilir olması işyerlerinin ve işarkadaşlıklarının hayatımızdaki yerinin inkar edilemez olduğunu göstermiştir. Yoksa işsizler gibi kahve köşelerinde pineklemek tercihim olmazdı. Zaten insanı manevi doyuma ulaştıran birçok aktivite de artık işyeri kaynaklı olabilmektedir.
Daha sonra yazarlar düşüncelerini aktarmaya John Maynard Keynes’in en anılmaya değer ve sıkça alıntılanan metinlerinden biri olan “Torunlarımızın Ekonomik Olanakları” ile neyi vurgulamak istediğini açıklayarak devam etmişler. Onlara göre antik yunan etiğinden yoğun biçimde etkilenen Keynes’in bakış açısına göre ekonomik etkinliğin amacının ne olduğu meselesinin tekrar masaya yatırılması ve bunun yanında sanat, mimari, spor, eğitim ve insanların kendi iyi yaşam tahayyüllerinde ardına düşmek isteyecekleri öteki uğraşlarına uygun yaşam tarzı veya iş biçimleri gerekmektedir. Çünkü Keynes devam etmekte olan gelişim sayesinde insan ihtiyacına dair bir açıklama niteliğinde ihtiyacımız olan ürünleri üretmek için giderek daha az iş saati gerekeceğini, haftalık çalışma saatinde azalmayı öngörmekteydi. Ancak yazarların asıl sorguladığı Keynes’in öngördüğü azalmanın neden bir türlü gerçekleşmediği. Keynes’in hatasının Ekonomik Rasyonalite’yi hafife almak olduğunu düşünen yazarlar, siyaset felsefecisi Andre Gorz’un “Kapitalizm, Sosyalizm, Ekoloji” kitabında yaptığı bir özet ile Freud’un uygarlık teorisini yeniden yorumlamasında, Herbert Marcuse’un arzunun bastırılması ve çalışma saatlerinin azaltılması yoluyla potansiyel kurtuluşun nasıl olması gerektiğine yönelik düşüncelerini de kitapta detaylı aktarmışlar. Keynes insanın hırsının sınırı olmadığını ihmal mi etmiş? Peki artan serbest zamanda ne yapacağız? Eğlence ve tembellik bizi ne kadar tatmin edecek? Entellektüel ve sosyal seviyemize göre bu yeni hayat düzeninde nasıl tatmin olacağız? Herhalde önce eğitimin buna göre şekillendirilmesi gerekecek.
Kapitalizm koşullarında işlerin büyük çoğunluğunun insan becerilerinin yalnızca işletmeye yararlı olduğu ölçüde geliştirildiğini belirten yazarlar açıklamalarına ekonominin herkesçe kabul edilen ve sürekli yanlış yorumlanan babası Adam Smith’in bile iş bölümünün ve standardizasyonun biz insanlara neler yaptığının farkında olduğunu, Bertrand Russel’in zorunlu emeğin asgariye indirildiği bir kültürün muazzam potansiyelini görenler arasında olduğunu, Georges Bataille’nin aslında asıl anlamdan yoksun olanın modern rutin çalışma düşüncesi olduğunu söylediğine de vurgu yapmışlar.
Yazarlar önceliklerimizin yeniden dengelendiği; çalışma merkezli toplumdan, çalışmanın komünal sefayla, bedensel enerjimizin özgürce harcanmasıyla ve şimdiye kadar bilinmeyen insan yetilerinin keşfiyle yarıştığı bir topluma doğru geçiş yapılması gerektiğine inanıyorlar.
“İşyeri tahakkümünün baskıları ve emek sürecinin standartlaşmasının sonuçları bizlere kapitalizm yerine tercih edeceğimiz alternatiflerin neye benzeyeceğini düşündürmelidir” diye de belirten yazarlar bu konuda çığır açtığı düşünülen Kathi Weeks’in Çalışma Sorunu isimli çalışmasını sosyalist modernleşme ve sosyalist hümanizm temelinde kapsamlı bir şekilde ele almışlardır. Yazarlar “çalışma zamanının azaltılması bir sonraki ekonomik sistemin parçası olmak zorundadır ve son yıllarda hem Birleşik Krallık’ta hem de başka ülkelerde Covid salgını dahil yapılan çalışmalara bakıldığında bu açıkça görülmektedir” diyerek şöyle devam ederler:
“Hepimiz kapitalist ekonomi koşulları altında emek saplantılı bir dünyada yaşıyor olsak da onu eşit şekilde deneyimlememekteyiz. Hiçbirimiz eşit değiliz fakat kadınlar gibi kimileri ötekilerden de daha eşitsizdir ve modern çalışma yaşamında bir çok kadın daha az serbest zamana sahiptir. Çünkü kapitalizmde cinsiyetçi bir iş bölümü vardır. Ev içi rollerin hepsi çalışmayı içerir ve asıl sorun bu çalışma hesaba katılmadığından ekonomik bir değeri de olmaz.” Yazarlar gerçekleri ardarda sıralarken işlerin özelliklerini, sebep sonuç ilişkisini gözardı ediyorlar. Nasıl bazı işler uzaktan görülemiyorsa, bazı kişiler de çok çalışıp çok kazanma hırsına sahiptirler. “übung macht meister!” mesela ev işlerinden bahsedersek, bulaşık, toz alma, wc temizliği, ütü, çamaşır, çöp çıkarma, pet bakımı bunlar sonu gelmeyen döngülerdir. Nasıl bunlardan kurtuluruz? Yoksa serbest zamanımızı bu işlere mi harcarız da, daha mutlu olur muyuz? Aslında ele almamız gereken bir gizli sorun da workaholism, işkoliklik! Bunun tedavisi bulunmadan beni ve ekibi az çalıştırmak kabil değil ki …
Yirminci yüzyılın son yıllarında artık kadınlar çeşitli sahalarda iş hayatına büyük sayıda dahil oldular. Ancak kadınların ücretsiz işyeri evlerinden kapitalist işyerlerine geçmelerine karşılık cinsiyet normlarının değişmesi hala zordur. Kadın eşitlik hareketleri başarılıdır ancak hala kadınlar ağırlıklı olarak bakıcı, temizlikçi olarak kaldılar. Bu meslekler daha az iş güvencesine sahiptir. Hızla yaşlanan toplumlar daha fazla bakım odaklı olmaya devem edecektir. Buna karşılık çoğunluğu kadın olan bakım işgücünün ücret ve koşulları ise hala son derece yetersizdir”. Yurdumuzda bunun sorun olmamasının sebebi belki de halen kadınların işgücüne katılımının düşüklüğüdür.
Gördüğünüz üzere haftalık mesai saatinin azalmasına yönelik olarak hem insan kaynaklarının etkin yönetimine yönelik çalışmalar hem insan çalıştırmanın ekonomi politiğine yönelik tartışmalar, düşünceler, araştırmalar devam ediyor. “Su akar yolunu bulur” derler. Bu tartışmalar da eğer bir “harekete” dönüşürse yolunu bulacaktır. Haftada daha kısa süre çalışma bir hayal olarak mı kalacak yoksa evrim yoluyla mı gelecek yoksa covid devrimi ile evden çalışma kılığında geldi de haberimiz mi yok, kısa sürede anlarız, diye düşünüyorum. Ben gelecekten korkmuyorum, herşeyi de denemekten yanayım. Açıkçası salgından önce evden çalışmaya karşıydım şimdi hibrit çalışmanın çok verimli olduğunu düşünüyorum. Haftada 4 gün çalışmanın verimli olduğu kanıtlanırsa niye denemeyelim?
Ama şunu da belirtmeden geçemiyeceğim. Ben okulda geçer not almaya çalışan bir talebeydim. Esas meselenin ileride hayatımda lazım olacak dersleri öğrenmek olduğunu bilir; ona göre de çalışınca teşekkür belgesi bile alırdım. Halbuki hayatta durum öyle değil ki, en birinci olmak mecburiyeti var, hem şahsi kariyer için hem de işinizin muvaffakiyeti için. Zira okulda bir sınıfta herkes geçebilir ama şahsi kariyerinde yükselebileceğin mevkiler genellikle bir ya da iki kişiyle sınırlıdır. İşinizde ise birinci veya ikinci değilseniz, o işin bekası sorun olabilecektir. Şimdi başarmaksa hedefimiz, ne zaman, ne kadar çalışacağımız değil, neyi, ne şekilde başaracağımızdır.
Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez
Kaynakça:
(1) Ferriss, T. (2008). 4 Saatlik Hafta: Az Çalış Çok Kazan ve İyi Yaşa! İnkilap Kitabevi.
(2) Weeks, K. (2014). Çalışma Sorunu: Feminizm, Marksizm, Çalışma Karşıtı Politika ve Çalışma Sonrası Tahayyüller, Ayrıntı.
(3) Normak D. ve Jensen A.F (2018). Psedo-Work: How We Ended Up Being Busy Doing Nothing, Gyldental.
(4) Abildgaard P.G.(2020), The Secret of The Four Day Week, Frylund.
(5) Lewis K. ve Stronge W. (2021) Fazla Mesai, Neden Daha Kısa Bir Çalışma Haftasına İhtiyacımız Var, Minotor Kitap.