2009’dan başlayalım. “Mavi Senfoni”nin satışı ile. . . 2. 2 milyon TL’lik bu satış rakamıyla birden gözler size çevrildi. O tarihe kadar pek çok kişi sizin sanat koleksiyonunuzdan habersizdi. Biraz kapalı kutuydunuz açıkçası.
Ben kapalı kutu olmak bir yana her an erişilebilir bir mesafede oldum. İşimle insanların yakınındaydım. Ben her bakkalda, satış noktasında 25 kuruşa alınabilen ürünlerle varım. Bu kadar göz önündeyiz aslında. Ürünlerimizle, markalarımızla, işlerimizle hep ortadayız. “Mavi Senfoni”nin alımında da, göz önüne çıkalım gibi bir planımız yoktu.
Mavi Senfoni’yi almaya nasıl karar verdiniz?
“Mavi Senfoni”, müzayedeye şahsen katılmadan aldığım tablolardan biri. Müzayedeye gidip de görmedim. Zaten müzayedelere kendim katılmam.
Neden?
Vakitsizlikten gidemiyorum. Ama tabii ki eserleri görüyorum. Eseri imkanım olursa müzayede öncesinde gidip görüyorum. Eğer fiziki olarak görmemişsem kataloglardan inceliyorum ya da o eseri daha önce galerilerde görmüş oluyorum.
“Mavi Senfoni”yi satın alma hikayeniz nasıl gelişti?
Eserin müzayedeye çıkacağını duydum. Araştırdım, arkadaşım Oktay Duran’ın tabloyu satacağını öğrendim. Ondan rica ettim bana satmasını ama “müzayedeye vereceğim” dedi. Nasıl yapayım diye düşündüm, çünkü o tarihte New York’ta yönetim kurulum vardı, oraya gitmem gerekiyordu. Daha önce yaptığım gibi birini görevlendirdim, “Şu fiyatlara düşünüyorum, olursa benim için alın” dedim. Ben bu konularda hırslı değilim, olursa olur, olmazsa olmaz. Çünkü bazen çok isteseniz de olmaz, bazen de tam tersi olabilir. Mesela geçenlerde çok hoş bir hilye aldım ortasında suluboya Medine’nin resmi… O hilyenin altında çocukluk sohbetlerim geçmişti. Şimdi rahmetli olan bir arkadaşımın evindeydi. Onun evinde saatlerce oturup konuşurduk, o hilye de duvarda dururdu. Sonra satılmış. O almış, bu almış. Bir gün birisi bana geldi ve “Acele satmam lazım, alır mısın?” dedi. “Olur” dedim. Aldım, tamiratını yaptırdım. Şimdi bende. Hiç aklımda olmayan bir şey. İstesem o hilyeyi, böyle bir hatırası var deyip arasam, muhtemelen bulamazdım. Nasıl bulacaksın? Hadi buldun, belki sahibi satmayacak. Onun için nasip, kısmet işi…
“Mavi Senfoni”yi de duyunca almak istediniz.
Evet dediğim gibi Oktay Bey’den bana satmasını istedim ama o müzayede işlemlerini başlatmış. Ben de birisini görevlendirdim ve Amerika’ya gittim. Hem toplantı yapıyorum hem internetten haberlere bakıyorum, bir şey var mı, satıldı mı, diye. Sonra “Mavi Senfoni”nin satıldığı haberlerini gördüm. Ne yapalım satılmış, dedim kendi kendim1e. Ayrıntısını çok net hatırlamıyorum ama nasıl olduysa arkadaşlar beni arayıp haber vermeden önce “Mavi Senfoni’nin satıldığı haberini internetten okudum.
Siz müzayede öncesinde bir rekor rakam olacağını düşünüyor muydunuz?
Ben o rakamın bir rekor olacağını düşünmüyordum açıkçası. Resme bir yatırım, bir iş gibi bakmadığım için biraz o konuda cahil olabilirim! Eseri ben manası açısından sevmiştim, ama fiyat konusu benim bildiğimden daha önemliymiş meğerse. Ondan sonra o kadar ilgi oldu ki…
Burhan Doğançay ile bir tanışıklığınız var mıydı bu satış öncesinde?
Doğançay Müzesi’ne gitmiş, eserlerini gittiğim diğer müzelerde de görmüştüm. Ayrıca Burhan Doğançay’ı şahsen tanıyordum ama pek yakın değildik açıkçası. Satış sonrasında çok yakın bir muhabbetimiz oldu. Burhan Bey aradı, teşekkür etti, sonra kalkıp geldi. Ben böyle bir şey beklemiyordum. Bodrum’a evine de davet etti. Sonra rica ettim ve bana bizim markalardan oluşan bir kolaj yaptı. Bir de hanımın çizdiği eskizlerden Burhan Bey’in yaptığı bir kolaj var. Burhan Bey çok iyi birisiydi. Amerika’ya gittiğimde de vaktim olursa, iki arada bir derede mutlaka ona uğrardım. Futbolculuğundan tutun da devlet memurluğuna kadar hatıralarını anlatırdı. Bana da çok ilginç gelirdi.
Burhan Doğançay “Mavi Senfoni”nin satış rakamının diğer sanatçılar için de önemli olduğuna değinirdi hep. Burhan Bey’in bu öngörüsü hakkında, siz ne düşünüyorsunuz?
Bizim verdiğimiz fiyatla Burhan Bey’in “Mavi Senfoni”si Türk ressamlarına eşik atlatmış oldu. Buna da vesile olduysak ne mutlu. Sonrasında Mübin Orhon’un soyut kompozisyon eserini de böylesine güzel bir örnek oluşturabilecek bir fiyattan aldık. Mavi Senfoni’nin alımından sonra Amerika’dan döndüğümde gittim, müzayede salonunda tabloyu gördüm “Çok iyi yaptık” dedim. Eseri satın aldıktan sonra asayım duvarıma, bakayım durumları olamadı. Hemen Contemporary İstanbul’da sergilendi ve orada insanların akın akın ziyaret ettiği ilk eser oldu. Hakikaten Burhan Bey’in öngörüsü tutmuş oldu, insanlar ilk defa sanatla o seviyede ilgilendiler. Daha sonra ben birazcık kıskançlık yaptım ve “Mavi Senfoni”yi evime götürüp astım. Bir yıl evimde kaldı. Şimdi ise Yıldız Holding binasının konferans salonunda. Çalışanlarımız, konuklarımız bu eseri görebiliyorlar.
Siz “Mavi Senfoni”nin karşısına geçtiğinizde ne görüyor, ne hissediyorsunuz?
Hakikaten güzel bir tablo. Her baktığımda bir başka ayrıntıyı görüyorum. Eserdeki her bir kıvrıma tek tek baktığınızda ayrı bir şey görüyorsunuz. Onların bir kısmı da benim bildiğim şeyler; yaşadığım şehir, geçmişimiz. . . O açıdan çok etkileyici. Her köşesine bakıp ayrı ayrı düşünceye dalmamak, etkilenmemek mümkün değil. Çok emek verilmiş bir eser. Uzun zaman bakabileceğiniz, her seferinde yeni bir şey keşfedebileceğiniz bir tablo. Beni mutlu ediyor. Beni mutlu etmeyen bir resmi de ben almam. Hayat zaten yeteri kadar zor. Sizi mutsuz edecek bir şeyden uzak durmak lazım.
Hep sadece sizi mutlu eden tabloları mı alırsınız?
Bir eseri almadan önce mutlaka uzman görüşü alırım. Danışmanların görüşüne değer veririm. Ama benim için asıl kriter mutlaka arkasında yatan fikri anlamak ve beğenmektir. Bende yarattığı duyguya da önem veriyorum. Mesela Abidin Dino’nun karakalem çalışmaları var. O karakalemlerde yerine göre kızgın figürler, bedeniyle uğraşan insanlar görüyoruz. Onlara baktığımda oradaki çabayı görüyorum. İnsanlar çalışıyorlar, hayata boşvermemişler, bir şey yapmaya çalışıyorlar, yorulmuşlar, hatta başarmışlar. O da bana mutluluk veriyor.
Onlar sizin ilk aldığınız eserlerden mi?
İlk aldığım eser demek zor şimdi. Dedelerimden babamın babası olan İslam dedemi ben hiç görmedim. Annemin babası olan Muharrem dedemle beraber zaman geçirme şansım oldu. Hatırlıyorum, hiçbir şey bulamazsa güzel yazıların olduğu takvim yapraklarını ya da gazetede çıkmış bir şeyleri keser, çerçeveletip asardı. Hep böyle bir arzusu vardı. Babamda da bunu gördüm. Mesela biz çok ev değiştirdik. Yeni bir eve taşınınca hep salona asılacak bir tablo beğenir alır, asardık. Hep öyle gördük. Babamın zamanında insanların birbirine iyi dileklerin, temennilerin yazılı olduğu güzel levhalar, tablolar hediye ettiğini gördüm. Hatırlıyorum bir keresinde çok utanmıştım. Bir arkadaşımın evindeyim. Arkadaşım da gözün bir şeye takıldığında çıkarıp onu sana veren bir kişilikteydi. Eski İstanbul adetlerindendi bu. Güzel bir tablo vardı duvarda; bir göl manzarası. Bakınca insan dalıp gidiyor. Ben bir iki kere baktım tabloya ama başıma bir şey gelmesin, şimdi çıkarıp tabloyu bana hediye etmesin diye de temkinli davranıyordum. “Ne düşündün?” diye sordu hemen. “Ah hiç sorma bu göl, durgun sular da çok sivrisinek yapar” diye bir espriyle kurtuldum. Yoksa tabloyu arkamdan gönderecek. Eski İstanbul’da öyleydi, çok tablo gelirdi bize hediye olarak ya da biz hediye olarak gönderirdik.
Abidin Dino’nun karakalemlerini alış hikayeniz çok ilginç bildiğim kadarıyla.
Paris’ten geliyorum. Uçakta önümdeki koltukta bir adam oturuyor. Elinde bir çanta var, oraya koyuyor olmuyor, buraya koyuyor olmuyor. Hostes “Çantayı oraya koyamazsınız” diyor. Hostese “Buraya kimse oturmayacak kızım” diyor falan. Neyse sonra anlaştılar hostesle. Merak ettim “Bu nedir?” dedim. “Abidin Dino’nun eskizleri bunlar. Abidin Bey’in hanımından aldım, ziyaret etmiştim. Başka kalmamış bu eskizlerden” dedi. Görüp göremeyeceğimi sordum. Çıkardı gösterdi. Güzel işler hakikaten. Bu kişi de Ahmet IJtku’ymuş, o zaman tanıştık. Onları ne yapacağını sorduğumda satacağını söyledi. “Şimdi sen gideceksin satacaksın falan, burada bir şey olur mu?” diye sordum. Havada, uçakta anlaştık. Uçak İstanbul’a inmeden satın aldım o eskizleri. Resimleri sadece müzayedelerden değil, galerilerden ya da bazen bu tip hoş karşılaşmalarla da satın alabiliyorum. Yurtdışından da alıyorum.
Sanata ilginiz nasıl başladı?
Dediğim gibi, çocukluğumda evimizde güzel şeylerin olmasına özen gösteren bir babam vardı. Babam aynı şekilde hep bir hobim olsun istiyordu. “Ne iş yaparsan yap ama mutlaka hobin olmalı” derdi. “Marangoz olan padişahlar bile var” derdi. Bana marangozluğa heves edeyim diye kıl testere almıştı. Ben de böyle el işçilikleri ile uğraştım ama sonra sandal boyacılığında bitirdim kariyerimi. Babamın talebiyle resim hocası gelir ders verirdi. Kapının arkasına ceketini asar, “Bunun resmini yap” derdi. Kolay olmazdı. Bu işi becerseydim herhalde sanat eseri almazdım!
Sizin bir çağdaş sanat koleksiyonunuz var, bir de hilyeleri, levhaları içine alan geleneksel koleksiyonunuz. Hangisi daha önce başladı?
Dedemden kalan hatlar da vardı. Her zaman evimizde vardı bunlar, natürmortlar, peyzajlar da bulunuyordu.
Bilinçli olarak siz almaya ne zaman başladınız?
Kesin bir tarih veremiyorum ama epey bir zaman oldu. Sanatta şöyle bir düşüncem var. Mesela bir levhanın hattat tarafından sanatla yazılması tabii çok hoş bir şey. Fakat ben esas o yazının manasına bakarım. Ne yazıyor, ne söylüyor? Evimde beş, altı tane levha vardır. Oradaki yazılar, neredeyse her gün okusanız her gün size bir hayat yolu çizer, öteden beri bundan herkesin faydalanmasını da önemserim. ’80’lerde bir arkadaşımla gittik altın suyu aldık. Süleymaniye Camii’nin dış kapısındaki bütün yazıların hepsini altınlattım. Çünkü turistler geliyor bakıyorlar yazılara kapkara. O yazıları düzeltmem gerektiğini düşündüm. Hepsini yaptırdım, pırıl pırıl da oldu. Okumayı bilmeyen bile o yazının güzel bir şey ifade ettiğini anlar. Yani sanatsal görünüşü de çok güzel. Ben, bana ifade ettiği kadar başkalarına da ifade etmesini önemsiyorum.
Resimde peki nasıl hareket ediyorsunuz?
Resimde de aynı şeyi yapıyorum. Hepsinin bana aktardığı bir mana vardır. Bana bir şeyler anlatır, hatırlatırlar. Hatta bir zaman sonra “tamam bu eseri kaldırabiliriz” derim. Çünkü benim açımdan ya o eserin anlattığı şeyi ezberlemiş oluyorum ya da görevi bitmiş oluyor. Başka bir evreye geçmiş oluyorum. Komünikasyon aracı gibi. Her zaman benim aldığım mesajı, tadı diğer insanlarla paylaşmayı seviyorum.
Modern resim size ne öğretti?
Modern resim şöyle bir şey anlatıyor bana. Mesela Onay Akbaş’ın düğün resmi. Onu uzun süre görebileceğim bir yerde tuttum. Evet bir düğün resmi ama ne gelin gelin, ne damat damat. Karmakarışık bir şey. Tabloyu görenlere de soruyorum herkes başka bir hikaye anlatıyor. O tabloyla ilgili o kadar farklı hayaller kuruldu ki, şaşarsınız. Bu bana şunu anlatıyor: Herkes aynı manzarayı başka şekilde görebiliyor, başka şekilde yaşayabiliyor. Öğrendiğiniz bilgiyi hayatınızda kullanmayı da bilmelisiniz. Ben de resimden öğrendiklerimi işime yansıtıyorum. Benim 25 kuruşa küçük mutluluklar üreten bir işim var. Bu işle herkesi mutlu etmem lazım. Herkesi görüp, herkesi mutlu edebileceğim işler yapmam gerekiyor. Onun için de herkesi anlayabilmem lazım. Modem resim bana bunu öğretti. Ne kadar öğrendim bilmiyorum ama öğrenmeye devam. Modern resim başkalarının hayal güçlerini görmek ve anlamak açısından ilgimi çekiyor. Her sanatçı yaşadığımız dünyayı kendi hayal gücüyle, bakış açısıyla yorumlamış. Kendinizinkinden farklı bir yorumu görmek için ressamların eserleri iyi bir alternatif sunuyor.
Siz kendinizi neden koleksiyoner olarak tanımlamıyorsunuz?
Çünkü koleksiyoner tanımına uymuyorum. Koleksiyoner olmak gibi bir niyetim de yok. Bir eser alırken de bizde şu eksik onu tamamlayayım diye almıyorum.
Siz nasıl hareket ediyorsunuz peki?
Hoşuma giden işleri alıyorum, denk gelen güzel karşılaşmalar oluyor, Abidin Dino’un eskizleri güzel bir buluşma mesela. Ama bunların tesadüf olduğuna da inanmıyorum.
İlla şu eser benim olmalı, şunu almalıyım gibi bir hırsınız yok anladığım kadarıyla.
Evet, yok. Niye? Ben tablolara sordum, dediler ki: “Biz sahiplerimizin koleksiyonunu yapıyoruz”. Bu tablo yüzlerce yıl hayatta kalıyor, sahibi şuydu, buydu diyoruz. Karınca gibi çalışıyorum, ağustos böceği gibi sanat, eseri alıyorum. Yani sanat eseri alırken iş hayatımdaki kriterleri kullanmıyorum. Asla şunun hesabını yapmıyorum: Şu kadara aldık, ilerde bu kadar eder vs. diye düşünmüyorum. Çünkü satmak niyetiyle almıyorum. Aldığımız bir eser daha sonra ne kadara yükselmişse yükselmiş, benim için önemli değil. Ama bir eseri aldığını zaman şuna inanıyorum: Bir değere para veriyorum. Belki yanılmış olabilirim ama geçen yıllarda bir amortismanı var. Neticede sanattan şirket adına alımlarda mutlaka kârlıyım. Bunu para manasında söylemiyorum. Sanat sponsorluğu mali bir fedakarlık değildir, buna inanıyorum. Topluma kattığınız değer var. Sanatçılara yaptığınız destek mutlaka bu toplumun gelişmesine fayda olarak geri dönecektir. Estetik zevki gelişmiş bir toplum hepimiz için faydadır. Şimdi bunun maliyetini nasıl hesaplayacaksın ki. Bunun zarar hanesi olmaz ki.
Siz koleksiyonunuzdaki eserlere, bu bütüne baktığınızda onu nasıl tanımlarsınız, nasıl bir çizgisi vardır?
Size bir koleksiyoner yorumu yapmayacağım. Mutlaka sanatsal değeri ve manası üstüne konuşulabilir. Buna ilişkin yorumlar yapılabilir. Çünkü dönem olarak da sanatçı olarak da sanat dünyasının ilgisini çeken eserler mevcut. Ama ben bir koleksiyoner ya da sanat uzmanı değilim. Size sadece mana açısından bir yorum yaparım. Zengin ifadesi olan, bakanda farklı ve hoş duygular uyandıran, iyi şeyler söyleyen eserler var. Ve de her birinin en azından benim için bir hikayesi var.
Resimler bir yana objelerde bile koleksiyoner tutumu takınmıyorum. Mesela kıtlama şekerlerin kesme makasları vardır, buldukça alıyorum. Bizim markaların eski gazoz şişelerini, bisküvilerin teneke kutularını topluyorum. Koleksiyonerlik mantığıyla değil de, heba olmasın, yok olmasın diye. Mesela tesbih koleksiyonum var, ama illa şu tesbih de olsun demiyorum.
Geleneksel eserlerin yer aldığı koleksiyonunuzu biraz tarif etmenizi istesem, neler var?
Dönemsel ya da belirli bir hat ustasının üzerinden bir toplama yok orada. Mana ve karşılaşmalarla verilen kararlarla alınmış güzel eserlerimiz var. O anda kalbimin atmasıyla, bana bir şey söylemesiyle bir araya geldiler.
Tamamen hisle hareket ediyorsunuz.
Evet ama yeni moda olan “enerji aldım” denilen bir his değil!
Geleneksel ve çağdaş sanat koleksiyonunuz var. Bu iki koleksiyonun arasındaki bağ sizce nedir?
Klasik veya çağdaş, her sanatçı yaşadığımız dünyayı kendi hayal gücüyle ve bakış açısıyla yorumluyor. Üstelik bu yorumlamayı son derece estetik bir yol ile yapıyor. Hem çağdaş hem de klasik eserlere bakarken sanatçının o eseri hangi duygularla, ne düşünerek yaptığını anlamaya çalışıyorum.
İslam sanatı manevi dünyama ışık tutan eserler sunuyor. Manevi dünyamı zenginleştiren, şenlendiren Hilye-i Şerife’lerimiz ve başka hat ve tezhip eserleri benim için tarifsiz. Eserin, yazının manası çok önemli.
Modem resmin ifade ettikleri ise daha farklı. Başkalarının hayal güçlerini görmek ve anlamak açısından ilgilimi çekiyor. Dünyaya baktığınızdan farklı bir gözü, farklı bir yorumu görmek için, ressamlar ve eserleri çok faydalı oluyor.
Eserlerinizin pek çoğu Yıldız Holding binasında. Ve bildiğim kadarıyla holdingde çalışanlar istedikleri eserleri kendi ofislerine asabiliyorlar. Neden böyle bir uygulama yapıyorsunuz?
Bütün arkadaşlar kendi ofislerine istediklerini beğenerek koyabiliyorlar. Öyle bir politikamız var. Bu yapıtları görsünler diye. Sanat paylaşmak demek, gördükçe bakıldıkça, bakanlar mutlu oluyor.
Koleksiyonunuza dair bir hayaliniz var mı? Müze ya da sanat merkezi kurmak mesela…
Müze oluşturacak kadar eserimiz bulunduğunu sanmıyorum. Elimdekileri çevremle paylaşıyorum zaten. Öte yandan müzeler istediği takdirde eserlerimizi onlarla paylaşıyoruz. Müzecilik çok ayrı bir konu. Sanatsever olarak müzelere gittiğimde benim en çok canımı sıkan ne oluyor biliyor musunuz? Diyorlar ki “Bunlar, bunlar var ama şunlar da var, depoda sergileyemiyoruz. ” Çok ağırıma gidiyor, kandırılmışım gibi hissediyorum. Gittiğim her müzede bu lafı duyuyorum. Belki internet üzerinden bir çalışma yapabiliriz. Koleksiyonumuzdaki eserler internet üzerinden insanlara açılabilir. Sanal müze gibi mesela.
Türkiye’de bizim kendi kültürümüzü yansıtan bir müzemiz yok. Bunun olmasını arzu ederdim. Arkeoloji müzemiz var ama oradaki eserler daha antik dönemler yani toprak altı eskilerinden oluşuyor. Ben daha yakın zamanlan kastediyorum. Kimler gelmiş, yaşamış, gelgeç bir memleket burası. Modern sanat müzemiz var. Tamam. O enternasyonal olur belki ileride. Yabancı sanatçıların eserleri de olur içinde. Biz hep yurt dışında Türk sanatçıların eserleri yok diye şikayet ediyoruz ama burada da yabancı sanatçıların eserleri yok. Dolmabahçe’nin yanındaki Resim Heykel Müzesi çok güzeldir. Eskiden Amerikalılar falan geldiği zaman ben hep onları o müzeye götürüp gezdirirdim. Türkiye’de interaktif, birşeyler öğretebilecek bir İslam eserleri müzesi yok. Büyük bir eksik Türkiye gibi bir memlekette. Ayıp bir şey. Böyle bir müze yapılsa ben ön ayak olmak isterim. Mesela Louvre Müzesi’ne gidin sadece ışıklandırmasıyla bile fevkalade değişik, insanı etkiliyor. Halbuki ben Louvre’da farklı bir eser görmedim. Bizim o kadar çok eserimiz var ki, ama biz onlar gibi gösteremiyoruz.
Dubai’de “Sizin müzeniz var mı?” dedim, beni Dubai Müzesi’ne götürdüler. Bildiğiniz bedevi çadırı, onu bile interaktif yapmışlar. Türkiye’de ise böyle bir müze yok. Böyle bir müze için sponsor olmak isterim. Bunu yapmak isteyenleri yurtdışına götürüp, güzel örnekleri göstermek isterim.
Ben kendi işimde de şuna inanıyorum: Gittim, gördüm, öğrendim. Daha iyisini yapmaya gayret ettim. Müze yapacaksanız gidin hepsini gezin, görün, ondan sonra iyisini yapın. . . Ama ben şahsen kendim bir müze düşünmüyorum açıkçası. Zaten müzelere koleksiyonumuzdan eserler de veriyoruz. Mesela modem sanatta elimizde çok farklı bir eser olsa zaten Oya Hanım (Eczacıbaşı) gelir söyler, o zaman veririm herkes de görür.
Siz Tosun Bayrak’ın İstanbul Modern koleksiyonuna bağışladığı ve 1970’li yıllara ait 170×250 cm ölçülerindeki “Tosun Bayrak’ın Amerikalılaşması” adlı eserinin Türkiye’ye getirilmesini sağlamıştınız.
Tosun Bayrak İstanbul’da benim komşum. Türkiye’ye yazları geliyor ve burada bir evi var. Bu yapıtı bağışladığını ve İstanbul’a getirilmesi için bir desteğe ihtiyacı olduğunu Yahşi Baraz’a söylemiş. “Benim böyle bir eserim var ölsem burada kalacak, bunu memlekete götürelim” demiş. Ben de memnuniyetle bu yapıtın Türkiye’ye getirilmesine ön ayak olacağımızı belirttim. Sandım ki Amerika’dan gelirken eseri kolumun altına alıp geleceğim. Meğer çok büyükmüş! (Gülüyor) Şaka bir yana, eserin çok titizlikle ve uzmanlıkla İstanbul’a getirilmesi gerekiyordu. Biz de taşıma sponsoru olarak, memlekete bir eserin gelmesine vesile olduk.
Güncel sanatla aranız nasıldır? Mesela video, yeni medya sanatı ilginizi çekiyor mu?
Video sanatını, bilhassa yurtdışındaki sanat fuarlarında görüyorum. İlgimi çekiyor. Çünkü anlatma işini çok güncel metotlarla yapıyorlar. Hayal gücünü anlatmak sınır tanımıyor. Şimdilik biraz göz ucuyla bakıyorum ama ilgi alanımda diyelim.
Burhan Doğançay ile dostluğunuzu biliyoruz. Onun kadar yakın olmayabilirsiniz belki ama özellikle takip ettiğiniz sanatçılar var mıdır, eserlerini çok sevdiğiniz? Mesela eserini aldığınız sanatçıyla tanışmak gibi bir isteğiniz, onu daha yakından tanıma arzunuz olur mu?
Eserini görüp beğendiğim bir sanatçının öncesinde neler yaptığını incelerim, sonrasında neler yapacağını takip ederim. Eserleri bende uyandırdığı duygular, yaratıcısının eseri ne düşünerek yaptığı, arkasındaki fikir gibi düşünceler üzerinden değerlendirdiğim için sanatçısı ile tanışmak benim için eseri anlamamda ve beğenmemde tamamlayıcı rol oynuyor. Ama yine de benim için temel olan eserin kendisidir. Mesela Erol Akyavaş modern resimde tasavvuftan, inanç dünyasından çok etkilenmiş. Onunla sohbet mutlaka çok derin olurdu. Sanatçılar dışında galericiler, küratörler ve diğer sanatseverlerle bir arada olmayı da severim.
(*) Bay, Yasemin (2014), O Eserlerin Değil, Eserler Onun Sahibi, İstanbul Art News.